Paradigma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Paradigma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ocak 2021 Cuma

Mustafa Öztürk'le vedalaşırken...

Mustafa Öztürk'ün öğrencilerine aşıladığı nedir? Sırf bir 'fikir jimnastiği' midir? Yoksa fazlası mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için Prof. Dr. Ömer Demir'in Bilim Felsefesi'ne uzanmak lazım. Özellikle Kuhncu geleneğin 'paradigma' üzerine söylediklerine. Yaklaşımlarının özetlendiği maddeleri alıntılarsam: "1) Bilimadamları bilişsel etkinliklerini ancak paradigmalarla sürdürebilirler. 2) Farklı paradigmalar birbirleriyle kıyaslanmayacak kadar nüanslara sahiptir. 3) Bilimsel bilgi 'birikimsel' değil 'devrimsel' bir nitelik taşır. 4) Bir paradigmadan diğerine geçiş 'ani bir algı dönüşümü' gerektirir. Yani paradigma değiştirmek 'din değiştirmek' gibidir." Bu gelenek, yine Ömer Hoca'nın ifadesiyle, "Pozitivizmin formulasyonuna değil bizzat kendisine karşı çıkmaktadır." 

Ah, atladık, en önemlisi sona kaldı. 'Paradigma' nedir peki? Kitaptan omuz alalım tekrar: 

"Paradigma, onlar için dünyaya bakılan, standartlar veya ölçüler yumağıdır. (...) Bilimadamları topluluğu tarafından paylaşılan bir paradigmanın en belirgin özelliği 'temel sorular' ve onlara verilebilecek 'kabul edilir cevaplar'ın çerçevesini çizmesidir. (...) Ancak paradigma sadece 'çalışma tekniklerini' veya 'disiplinin temel varsayımlarını' değil bunların yanında sözkonusu varsayım ve yöntemlerin doğruluğuna ilişkin 'bilimadamları topluluğunun ortak inançlarını' da içerir." 

Yani arkadaşlar 'paradigma'nın bir tür 'itikad'a benzediğini de söyleyebiliriz. Çünkü itikad da insanda âlem algısını kendisine göre belirler. Her itikad sahibi aynasında yansıyan şekliyle âlemi bulur. Bu nedenle bir dinin 'içinde' bilgi üretebilmek için 'o dinin itikadına uygun' konuşmak lazımdır. Yoksa üretilen bilgi 'din hakkında' olur fakat 'dinin içinde' olmaz. Bediüzzaman'ın tabiriyle: "Meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir." Evet. Mesela: Oryantalistlerin İslam'a dair çalışmalarını 'din hakkındaki bilgiler'e örnek verebiliriz. İslam ulemasının emekleriyse 'dinin içinde yeralan çalışmalar'a misaldir. Bu iki ekolün ürettiği bilginin 'aynı nesne üzerinde mesai sarfetmelerine rağmen' eşitlenememesi mensubu oldukları paradigmaların ayrımı üzerinden açıklanır. Oryantalistler için İslam ancak entelektüel bir meşgaledir. Hatta bazen hasımdır. İslam uleması içinse imanı, ibadeti ve ahiretidir. Taraftarlığıdır. 

Yine Bilim Felsefesi'nin satırlarından bakınalım:

"Farklı paradigmaların savunucuları, hem 'dünyayı' hem de ona sorulan sorularla verilebilecek 'meşru cevapları' farklı algılarlar. Yani paradigmalar, hem 'ontolojik' hem 'epistemolojik' hem 'metodolojik' hem de 'aksiyonolojik' düzeyde farklılaşma gerektirirler. Paradigmaların vardığı sonuçların bağlayıcılığı öncüllerin kabul edilmesine bağlıdır. (...) Her paradigma kendine özgü bir varlık anlayışına dayanır. Bu ontolojik temel sözkonusu paradigmayı benimseyen insanların bilinçleriyle içiçe olduğu için çoğunlukla sorgulanmadan benimsenir. (...) Paradigmal geçiş epistomolojik düzeyde de köklü dönüşüm gerektirir. (...) Bir paradigmadan diğerine geçen yahut bir paradigmadan diğerine bakan kişinin, hem 'nereye baktığı'nda hem de 'bakış biçimi'nde önemli farklılıklar meydana gelir." 

Bediüzzaman'ın Öztürk'ünkine benzer iddiaları cevapladığı 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri de bu durumu doğrulamaktadır: "Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer, öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki: Benimle konuşan şeytandır. (...) Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Görüldüğü gibi, mürşidimin farkettiği, esasında Kuhncu geleneğin dilegetirdiği türden bir 'paradigmal değişim'dir. Bediüzzaman, Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmanın nötr bir tavır ifade etmediğini, hatta 'bâtıla tarafgirlik kastı' taşıdığını, teşhis etmiştir. Çünkü böylesi değişimler 'öznenin nesneyi algılama şeklini' de değiştirirler. Hatta; Ömer Hoca'nın ifadesiyle bu değişim; ontolojik, epistemolojik, metodolojik, aksiyonolojik düzeyde farklılaşmalara da yolaçar. Bir tarafta kelama 'onun Allah sözü olduğunu gösterir bir açıyla' bakmak varken, diğer tarafta 'Bunu nasıl daha fazla beşerîleştirebilirim'in açısı vardır. Çalışması vardır. Mesaisi vardır. O kendi paradigmasının bilgisini üretir. Şu kendi paradigmasının marifetine uğraşır. Yani bilgi üretiminde mutlak bir nötralizasyon yoktur.

Tam da burada şöyle bir soruyla yüzleşelim: Kur'an'ın Allah kelamı olduğundan eminsek neden 'beşer kelamı olabileceği' yönündeki iddiayla yüzleşmekten(!) çekinmekteyiz? Nihayetinde hakikat bizi tekrar paradigmasına dönmeye zorlamaz mı? Bu soruya vereceğimiz cevap evvelemirde şöyle olur arkadaşlar: Ne Kur'an ne de biz 'beşer sözü olduğu yönündeki iddialarla yüzleşmek' konusunda sıkıntı yaşamamaktayız. Ancak teklif edilenin ilimden çok tuzak koktuğunu düşünmekteyiz. Evet. Eğer muhatabımız Kur'an'ın insan sözü olduğunu iddia ediyorsa, hakikate ulaşmak için, bizim de hemen Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmamız mı gerekir? Yoksa paradigmamızdan konuşarak iddiayı sınanamız mı icap eder? Düz mantıkla baktığımızda bile, sağlıklı bilgiye ulaşmak istiyorsak, yapılması gereken 'durduğumuz yerden konuşmak'tır. Böylece muhatabımızın da iddiasını bizimle sınama imkânı olur. Saf değiştirmek siga imkanını yokeder.

Hatta münazaralarda bilimadamları dahi sınanmak için 'karşı argümanları' ararlar. Popper'ın tabiriyle 'doğrulanma'dan ziyade 'yanlışlanma' ile hakikate yaklaşmaya çalışırlar. Sınanmayan bilginin bilimsel değeri de yoktur. Peki neden müslümanlar, hakikatin belirginleşmesini karşı taraf adına da kolaylaştıracak, bir saflaşmadan alıkonulmaktadırlar? Dünyada yeterince Kur'an münkiri yok mudur da karşıya adam verilmektedir? Bu mevzuda halısaha maçına eksik gelmiş gibi davranmaya ne gerek vardır?

İkincisi: Paradigmanın terki mecburiyetle olur. Yine Ömer Hoca'nın sözlerine dönelim: "Kunh'a göre bir paradigmanın terkediliş nedeni belirlediği çerçevede çözülemeyen sorunların yeni arayışlara sürükleyecek kadar fazlalaşmasıdır. (...) Karşılaştığı sorundan dolayı paradigmasını suçlayan bilimadamı kullandığı âleti suçlayan ustadan farksızdır. (...) Fakat artan kuraldışılıklar paradigmaya olan güven ve bağlılığı gevşetir. (...) Farklı bakış açıları, yöntem ve tekniklerin denenmesine başlanır. Zamanla paradigma bağlayıcı olmaktan çıkar. (...) Bunalımla beraber arayışlar başlar. Ve yeni bir paradigma eskisinin yerini alır. Bu geçiş devrimseldir. Aynen sosyal devrimlerde olduğu gibi bilimsel devrimlerde de, yeni bilim anlayışı, tüm bilgileri merkezinden bakarak ve rengine boyayarak yeniden kurar."

Şimdi soralım: Müslümanlara Kur'an hususunda paradigma değiştirtecek mecburiyet nedir? Nerede çıkmaza düşmüşlerdir? Nerede bunalım yaşamaktadırlar? Nerede cevapları yoktur? Öztürk'ün iddialarını dinlediğinizde 'Allah adına çektiği sıkıntıyı' anlamak bile güçtür. Evet. Öztürk, hâşâ, Allah'ın yerine kendisini/'göre'sini koyarak sürekli Onu endişelerinden kurtarmaya çalışmaktadır. Bu sanrılı tavrın normal bir mü'mini "Kur'an beşer kelamı da olabilir!" demeye mecbur edecek bir yanı var mıdır? Yoktur. Hiçtir. Hiphiçtir. Bu ancak Öztürk'ün kompleksidir. Kompleksten-sanrıdan bilim olmaz. Ancak halisülasyon olur.

Üçüncüsü: Öztürk paradigmasının her noktada hesabını vermekte midir? Hiç sanmıyorum. Misal: Bediüzzaman'ın aynı metinde hikmetle dillendirdiği 'kelamullah-nübüvvet-ümmet-medeniyet' bütünlüğü içinde bu iddia nasıl bir yere düşer: "(...) Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin..."  

Yani, Kur'an kelamullah olmaktan çıkarılırsa, Aleyhissalatuvesselam da peygambere yakışır faziletten çıkarılır. Ümmeti 14 asırdır insanlığı hakikatle ışıklandıran konumundan kovulur. Ellerinde şekillenen medeniyetin hüsn u kemali ister-istemez inkâr edilir. Herşeyi yalana müstenittir çünkü vs. En alttaki taşı çektiğiniz zaman üstündeki binayı yerle-yeksan edersiniz. O halde bu iddiayı 'fikir jimnastiği' şeklinde görmek yanlıştır. Bu İslam'ı baştan aşağa yeniden şekillendirecek, hatta, düpedüz başaşağı çevirecek bir saldırıdır! Evet. Saldırıdır! Saldırıya karşı da sipere sığınmak gerekir. Karşı tarafın ordusuna katılınmaz.

Dördüncüsü: Bu da Kur'an'ın mucizeliğini teşhiste avamiyetimizin teşkil ettiği sıkıntıdır. Ki mürşidim ona da şurada işaret eder: "Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar." Bu konuyu açmada da yine Bediüzzaman'a ait bir misalden yardım alalım: 

"(...) şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ bir vehim o kafasızı yoldan çıkarır..." 

İşte, Öztürk'ün aşıladığı zehir herbir öğrencisini misaldeki ikinci adama çeviriyor, çünkü kaynağa olan güvenlerini sarsıyor. O çocuklar su içeçekleri her dereyi sınamak zorundalar. Halbuki bu sınamaya elverecek yetkinlikleri de yok. İ'cazı takdir edebilecek idrake sahip değiller. Böylelerinin imanını ayakta tutacaksa pınara olan güvenleridir. Eğer o güveni dinamitlerseniz aşağıdaki herbir dereyi ayrı ayrı tecrübe etmeye onları mecbur edersiniz. Çoğu da bu süreci atlamazlar. Neden? Yukarıda bir seferde kolayca aşılan aşağıda yüzbin şubeye ayrılır da ondan. Herbir şubenin sınavı da ayrıdır. Sırrı ayrıdır. Penceresi ayrıdır. Tecrübesi ayrıdır. Şüpheyle yaklaşan, önceye şüpheyi alan, güvenliğine emniyet edemediğinden istifadesiz kalır.

Her neyse. Yazı çok uzadı. Diyeceklerimin bir kısmı da kaldı. Yapacak birşey yok. Seriyi daha fazla uzatmayacağım. Mustafa Öztürk reddiyelerimin yeni sezonuna bu yazıyla final veriyorum. Ne de olsa, şimdilik, kürsüsünü terketti. Biz de şimdilik terkedeceğiz. Korkumuz yok. O dönerse biz de döneriz. Allah doğrunun yardımcısıdır. Tevfik Ondandır. Hamd Onadır. İnayetine dayananlar asla mağlup olmazlar. Âmin.

13 Mayıs 2014 Salı

Fight Club’ın gör dediği

Bizim neslimizin hiç Büyük Buhranı ya da Dünya Savaşı olmadı. Televizyonlar tarafından milyoner, sinema tanrısı, rock yıldızı olacağımıza inandırılarak büyüdük. Ama bunların hiçbirisi olmayacağız ve bunu yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Ve çok, çok kızgınız."

Fight Clup filminden…


Solomon Asch’ın 1951’de yaptığı deney, bireyin ‘grubun kanaatine’ ne kadar bağlı olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Yedi kişinin bir masanın etrafında oturduğu, karşıdaki tahtaya ise dört çizginin çekildiği deneyde; orta uzunlukta bir A ve hedef çizgisi, kısa bir B çizgisi ve uzun bir C çizgisi bulunuyordu. Soru şuydu: “Hangisi hedef çizgisiyle aynı boyda?” Siz gönül rahatlığıyla A cevabını vermeye hazırlanırken diğer altı kişi sizden önce davranıyor ve C diyordu.

Asch deneyi göstermişti ki; böylesi bir durumda, deneklerin yüzde yetmişdördü, kendi kanaatini terkedip grubun kanaatini seçmişti. Yüzde yirmisekizi ise birçok denemede bile grubun kararından ayrılmamıştı. Fakat bu deneyle ilgili ilginç bir ayrıntı daha var: 1980’lerde tekrarlanan deney tamamiyle başka sonuçlar veriyor. "Ben" Nesli isimli kitabın yazarı Dr. Jean M. Twenge göre netice bu: “Artık kimse, grupla uyum sağlamayı düşünmüyordu.”

"Ben" Nesli biraz da Amerikan toplumunun değişen yapısı ve bunun nedenleri üzerine teoriler üreten bir kitap. Değişen paradigmaları ve sonuçlarını saptamaya çalışıyor. (Elbette saha çalışmaları da yaparak.) Yazarın en büyük keşfi ise şu: “Sonuçlar bana, toplumsal onaya karşı azalan gereksinimin yaygın olduğunu söylüyor. 9 yaşındaki çocuklar bile bu akımın özelliklerini taşıyor…” Bir açıdan bakıldığında, elbette bu iyi birşey. Fakat yazarın ciddi endişeleri de var. Bu serbestilerini ‘topluma rağmen vicdanını dinlemek’ olarak değil ‘kendinden başkasını önemsememe’ şeklinde teşhis ediyor. Gizli bir narsizmin özsaygı ve özgüven kavramları içinde Ben Nesline aşılandığını düşünüyor. Bunu ifade etmek için yine bu neslin bir şarkısının meşhur sözlerini alıntılıyor: “Kendinize olan sevginiz, ‘ilk aşkınız’ olmalı.”

1970’lerden sonra doğum kontrol yöntemlerinin artması, kürtajın çoğu eyalette yasallaşması, Amerika’nın hiçbir büyük kriz ve savaş yaşamaması, ailelerin her zaman ‘istenen bebeklere’ sahip olmasını sağlamış. İstenen bebeklere sahip olan aileler, çocuklarına yüksek miktarda özsaygı aşılaması yapıyorlar: “Diğer bir deyişle; kendinizden memnun olmanız, iyi bir iş çıkarmanızdan daha önemlidir. (…) Koşulsuz onaylama, davranış biçiminiz ya da birşey öğrenip öğrenmediğiniz dikkate alınmadan kendinizden memnun olmanız anlamına gelir.”

Bunun, büyüdükleri dönemde, gençlerde yaptığı en büyük zayiat, gerçek hayatla yüzleştiklerinde ‘birer harika’ olmadıklarını farketmeleriyle meydana geliyor. Bu neslin gençleri eleştiri kabul etmeyen, çabuk incinen, kolay motive olamayan çalışanlara dönüşüyorlar. “Eğer bir çocuk hiçbir şey yapmadan kendini mükemmel bulacaksa neden birşey yapsın ki? Temeli olmayan özsaygı çalışkanlığı değil, tembelliği teşvik ediyor.”

İstedikleri herşey olabilecekleri söylenerek büyütülen bu çocuklar; istedikleri şey olamayacaklarını, çünkü bunun için emek ve yetenek gibi öğelerin yanısıra başka etkenlere de sahip olmanın gerektiğini anlayınca hemen karamsarlığa kapılıyorlar. “Çok fazla seçeneği olan bir dünyaya adım atıyoruz ve çok küçük yaşlarda depresyona giriyoruz.” Ben Neslinin kendilerine yapılan nasihatlere karşı genel tavrı bu: “Bütün yaşamları boyunca kendilerine çok özel oldukları söylenen gençler, çaresizce özsaygılarını korumaya çalışıyor ve birçoğu da eleştirelliği ve karamsarlığı zırh olarak bürünüyor.”

Bencilleşme, gelecek endişesi, intihara temayül, bağlanma korkusu, şiddete meyil, sinizm, eğlence dışındaki herşeye karşı ilgisizlik, agnostizm, bugünü için ebeveyni suçlama ve ebeveyne karşı şiddet, okul arkadaşlarına yönelik şiddet, hayalcilik gibi birçok dışavurumu olan bu durum; aslında amaçsızlaşmadan ziyade, bireyin tek yaşam amacını ‘kendisini gerçekleştirmekten’ ibaret görmesi sorunu. (Fakat kendisi nedir?) Yazar bu noktada bir tedavi yöntemi olarak bireyin kendisi dışında amaçlara yönelmesini öğütlüyor: “Yine bu kadar önemli olan bir diğer konu da pek çok insanın kaybettiğini farkettiği ‘hayatın anlamını’ keşfetmesi. Bu boşluk, çoğunlukla insanın sadece kendisine odaklanmasından kaynaklanıyor.”

Bu kısım bana nedense Bediüzzaman’ın “Gaye-i hayâl olmazsa, veyahut nisyan veya tenâsi edilse; ezhan enelere dönüp, etrâfında gezerler…” tesbitini hatırlattı. Sanıyorum Ben Neslinin en büyük problemi bu: Hayatın merkezinde kendisinin olduğu telkini ile yetiştirilmesi. “Amerika’da yetişen bir neslin bizimle ne alakası var?” demeyin, kitapta bu zihniyetin aşılandığı kültürel öğeler olarak zikredilen dizi ve filmlerin tamamı Türkiye’de de gösterilmiş veya gösterimde olan şeyler. Bahsettiği ‘özgüven’ merkezli kitapların çoğu dilimize de tercüme edilmiş ve çok satanlar listesine girmiş durumda. Bu açıdan, Amerika bizim uzağımız değil; lümme-i şeytaniyemiz gibi. Dünyaya oradan fısıldanan şeyler iletişim çağında bütün bedene yayılıyor.

Kitaptaki verilere göre Amerika’daki agnostik sayısını geçmiş nesle göre iki katına çıkaran, intiharları katlayan, depresyonu zirveye çıkaran bu dalga, belki bütün gücüyle Türkiye’ye girmemiş olabilir; fakat yine de benmerkezciliğin yükseldiği, bireyin kendisi dışında herşeye yönelik ilgisinin azaldığı bir döneme hazırlıklı olmalıyız. Geçmişin nasihatleri manasıyla değil, ama uslûbuyla geride kaldı. Her nesil, kendi zamanının çocuğudur ve ona göre bir dil geliştirilmesi lazımdır. Bu noktada KAGEM ile SETA’ın birlikte organize ettiği “Gençlik Forumu Aidiyet, Dönüşüm, Gelecek” konulu panelde açılış konuşması yapan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in; “Bugünkü gençlik, bir nesil öncesinin dünyasını kendisi için dar görüyor. Bunu dikkate alarak yeni bir dil ve üslup üzerinde çalışmalıyız!” tesbiti çok kıymetliydi.

Bu yeni dil ihtiyacının altını yıllar önce çizen ve paradigmaların artık değiştiğinden haber veren Metin Karabaşoğlu’na ait “Değişen Paradigmalar ve Risale-i Nur” isimli makaleyi de okumanızı tavsiye ederim. Aynı eksenden bakınca çok şeyler söyleyebilir.

Bitirirken, kendimize bir çuvaldızı: Dünyada komünizm tehlikesi diye bir tehlikenin kalmadığı bir çağda, hâlâ “Türkiye’de komünizm tehlikesini Risale-i Nur engelledi!” sloganıyla yapılacak bir tebliğin, gençlere tesir edebilir ne yanı var? SSCB’nin yıkılışını bile görmemiş bir nesil büyüdü artık. Yeni bir dil geliştirmenin zamanı gelmedi mi? Risaleler, bu noktada çalışırsak, bize, yeni dilin metodunu da kazandıracak zenginliğe sahip. Ama çalışırsak…

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...