Hayrettin Karaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayrettin Karaman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Eylül 2013 Cumartesi

Neden içime sinmiyor?

"Sâmirî, şöyle dedi: 'Ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin izinden bir avuç avuçladım da onu attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi.'” (Tâhâ suresi, 96)

Bazen, bazı zaferler, aslında farkedilmemiş mağlubiyetlerdir. Eğer kendiniz olarak kalmayı başaramamışsanız, kazandığınızı sandığınız anda rakibinize benzemeye başlamışsanız, buna kazanmak demezler. Bu, kaybetmenin farkedilmeyen şeklidir. Örneğin; Konstantin zamanında bütün Roma hristiyanlığı kabul etmiştir. Fakat bu kabul edilen hristiyanlık, ne kadar gerçek hristiyanlıktır? Herkes kabul eder ki, Konstantin'in bütün imparatorlukta birliği sağlama amaçlı bulmaya çalıştığı bu ortayol; biraz pagan, biraz hristiyanlık öğesi içeren üçüncü bir dindir. Tanrı sayısı azalmıştır belki. Ama teolojisi şirkten kesinlikle kurtulamamıştır.

Buna benzer bir mücadele Babürler döneminde İmam-ı Rabbani Hazretleriyle Ekber Şah arasında da geçer. Ekber Şah, tebasında yer alan farklı din mensuplarını 'din-i ilahi' adını verdiği (her dinden birşeyler içinde katık olan) bir dinde buluşturmaya gayret eder. Buna karşılık İmam-ı Rabbani, müceddidliğinin bir yansıması olarak, ona karşı koyar. Yaptığı tahrif hareketini engellemeye çalışır. Ekber Şah'ın oğlu Cihangir Şah tarafından hapse de attırılan İmam-ı Rabbani, yine de mücadelesinden vazgeçmez. Ve tarih şahittir ki, kazanan İmam-ı Rabbani'dir. Karşısındakinin ordularını yendiğinden ötürü değil, kendi kalabildiği ve müslümanları şeriat dairesinde tutabildiği için kazanan odur.

Burada bir nefes alalım: Aslında ne Konstantin'in ne de Ekber Şah'ın niyetleri kötüye benzemiyor. Onlar aslında toplumdaki farklılıkları azaltmak ve kitleleri buluşturmak arzusuyla böyle hareket ediyorlar. Zahirine bakıldığında gayet faydalı birşey yapıyorlar. Nitekim, Konstantin'in emekleri sonucu Roma içindeki din savaşları bitiyor. Ekber Şah, İmam-ı Rabbani ile karşılaşmasa belki de o da bugün Hindistan'ı tek din altında toplamayı başarabilecekti. Fakat bizim burada asıl sormamız gereken şu: İtikat ve birlik arası bir seçim yapmamız gerektiğinde seçmemiz gereken hangisi? İtikat mı, birlik mi? İmam-ı Rabbani'nin seçimi, doğru şıkkın 'birlik' olmadığını gösteriyor. Hristiyanlığın başına gelenler de birliğin her zaman iyi birşey olmadığının delili.

Bütün bunları ben neden anlattım? Oraya geleyim: Malumunuz, şu sıralar cemevi ve camilerin yanyana olması üzerine konuşuyoruz. Ben de bu konuda her nedense içten içe bir huzursuzluk duyuyorum. Burada ikinci bir gariplik daha var: Ben bir aleviyim. Yani bildiğim bütün atalarıma kadar aleviyim. Ama itikadi olarak kendimi ehl-i sünnet dairesinde görüyorum. İman dersimi (elhamdülillah dilimde erimeyen bir şeker olsun bu sebepten ebede kadar) Bediüzzaman'dan almışım. Toplum içinde sınıflandırdığımızda bir kesişim kümesinin içine düşüyoruz ailecek. Belki bu durum nedeniyle projeye en çok ben sahip çıkmalıyım. Ama yapamıyorum. İçimde ikna olmayan bir yer var. Birşeylerin yeterince belirgin olmadığını düşünüyorum.

En başa dönelim: Alevilik nedir? Bunun cevabını vermek o kadar zor ki, herkes tanım yapmaktan kaçıyor bu sebepten. "Aleviliğin tanımını alevilere bırakalım" diye dönüp duran bir lakırdı var ki, saçmalığın önde gideni. Kendim içinde yetiştiğim çevre adına konuşayım: Alevilik şu an babadan oğula geçen ırksal (önce) ve mezhepsel (daha sonra) bir bağlantıdan ibarettir. Irksal ve mezhepsel diyorum, çünkü bu mirasın büyük kısmı aslında atalarla olan kan bağından kaynaklanıyor. Yani alevilik şu an için bir 'atalar öğretisi' gibi. Bir aidiyet, bir soy belirtisi... Tıpkı yahudilik ve İsrailoğulları misali. (Misyoner olmayışları da bence başka bir ortak yanları.)

Hatta çoğu zaman, alevilik kelimesinin kullanımı bir ırka çok yakın bir karşılığı ifade ediyor. Bunun en büyük sebeplerinden birisi, itikadi anlamda elinizde dayanak olacak birşeylerin bulunmayışı. Aleviliğin kulaktan dolma hikayelerle nesilden nesile taşınması... Kendim belki kırk aleviden kırk farklı türde alevilik tanımı dinledim. İçlerinden birisi (kendisi akrabam olur) o kadar saçmaladı ki, meseleyi İsrailoğullarının kayıp bilmem kaçıncı boyuna kadar götürdü. Güya onların soyundan geliyormuşuz. Gel de gülme arkadaş. Hakikaten halimiz böyle içler acısı...

Tamam, sünnilerin bazı hareketleri alevileri rencide etmiyor değil. Yani onlar da sütten çıkmış ak kaşık değiller. Ötekileştirmede en az bir kısım aleviler kadar özenli çalışanları var. Fakat bunun yanında kendisini 'onların yaptığı gibi, yaptığı zaman, yaptığı şeyi yapmama' şeklinde konumlandırmış olan da aleviler. Sünnilerin kendilerini böyle bir konumlandırmaları yok. İftarı beş dakika önce/sonra açmak mı dersin. Gündüz namaz kılmayıp gece kılmak mı dersin. Ramazan'da tutmayıp Muharrem ayında 12 İmamları tutmak mı dersin. Onlar camiye gidiyor diye camiye gitmemek mi dersin. Böyle saçma sapan bir ehl-i sünnete muhalefet çizgisi var aleviliğin. Bir kere buradan sakata bağlanıyor olay. Kendisini ehl-i sünnetin tam tersi hareket etmeye konumlandırılmış bir ekol, yine ehl-i sünnet içinde nasıl ve ne şekilde kalabilir?

Kaldı ki, bugün alevilerin çoğu ateizme çok yakın. Sahiden yakın. Haydi ateistlikten onları koruyan bir Allah ve Peygamber muhabbetleri olsun, deizmle kolkolalar ve bu noktada ehl-i sünnetin şirk korkusunun yarısını, çeyreği içlerinde taşımıyorlar. Şirk korkusu diye bir korku dünyalarında yok. Bu noktada eleştiriye açık da değiller. Yobazlığa yoruyorlar her endişeyi.

Bütün bunları da bir kenara bırakalım. Cemevi ve cami beraber olma projesine gelelim. Sanırım projeyi ilk ortaya atan Fethullah Gülen Hocaefendi'ydi ve cemaat de bunu destekliyor. Cemaatin birkaç yıldır alevilere dönük bir çalışması zaten var. Bu yüzden ben açıklamalara şaşırmıyorum. Kendim de, cemaatin bu tür faaliyetlerinde görev alan abim vesilesiyle, birkaç kez iftarlarına katıldım. Allah kabul etsin. Güzel de geçti. Ancak iş cemevinin ve caminin beraber olması noktasına gelince bende bir alerji oluşmaya başladı. Neden mi?

Öncelikle bu alerjim biraz cemaatin hareket tarzını bilmemden kaynaklanıyor. Cemaat genelde birşeye karar verdiği zaman onu hiç tartışmaz. Doğrudan yapar. Gücü buradadır. Meşruiyeti var mıdır? Fıkıhta caiziyeti nasıl açıklanır? Referans olan ayet, hadis, tarihî uygulama bulunabilir mi? Genelekte yeri nedir? Aleyhte delil söyleyen var mı? Bunları hiç sorgulamaz. Ciddi söylüyorum. Genelde cemaat önce tartışmalara kulak vermeden yapar. Alıştıramazsa, gücüne gittiğini ve 'anlaşılamadıklarını' belirtir serzenişlerle eleştirenlere karşılık verir. Bir zamanlar çok hassas oldukları margarin konusunda reklam alır kıvama gelmeleri, caiz değil diye yaptırmaktan çekindikleri sigorta gibi hususlarda şirketini kuracak ayarı bulmaları, 28 Şubat sürecinde tesettür konusunda yaşadıkları esneme, faize o kadar karşılarken gazetelerine banka reklamı alacak kadar açılmaları, Kur'an ve sünnette hâlâ referansını gösteremedikleri halde Türkçe olimpiyatlarına rüya ile rıza-yı Resulullah kapısı aralamaları...

Bütün bunlar benim cemaatin yaptığı şeylerde biraz tereddüt yaşamama neden oluyor. Herşey çok hızlı yürüyor ve biz yeterince tartışmıyor gibiyiz. Hatta bugün Hayrettin Karaman'ın eleştirel yazısına bile cemaat içinden sert çıkan mesajlar okudum ki, hakikaten ilginçti. (Zira Hayrettin Karaman muteber birisiydi onlar için.) Bırakın süreci tartışmaya açmayı, eleştirenlerin bile kalbini sorguluyorlar. Öyle enteresan bir durum. Neredeyse vatan düşmanı oluyorsunuz.

Cami ile cemevi yanyana olsa ne olur? Oraya gelelim. Bu soruya karşılık benim bir sorum var: Öncelikle neden sadece cami ve cemevi? Eğer tekkeler ve zaviyeler ekseninde bakacaksak, bu organizasyona başkaları da dahil edilebilirdi. Yani burada asıl kastettiğimiz "Cami müslümanların ortak ibadethanesidir, cemevi bir tekke hüviyetindedir" ise, bu organizasyonun içine başkaları da dahil edilerek bu noktadaki endişeler giderilebilirdi. Mesela Nakşilerden, Halvetilerden, Kadirilerden de caminin civarına tekke açmaları rica edilebilirdi. Harika da olurdu ve benim gibilerin hiç endişesi kalmazdı.

Ama şimdi bir tuhaf oluyor. Mesele öyle bir lanse ediliyor ki; sanki, kilise ile cami beraber yapılıyor. Birbirinin eşiti ve alternatifi iki ayrı ibadethane gibi. Ben bir aleviyim ama, kusura bakmayın, kesinlikle cemevinin caminin alternatifi olduğunu düşünmüyorum. Hatta "Böyle olabilir" diyen sünnileri de kınıyorum. Bu ciddi bir sapmadır bence... İkincisi; tabii cemevine tek başına meşruiyet vermiş olmuyorsunuz böylece. Cemevinin içinde yapılan herşey de ayrıca ikinci bir meşruiyet kazanmış oluyor cami ile eşit konuma gelirlerse. Peki, bu ikinci saha için fıkhî bir tartışma yapmayacak mıyız?

Ablalarım abilerim, herşey biraz fazla hızlı olmuyor mu? Daha neyi içimize aldığımızı konuşmadan, çerçevesini çizmeden birşeylere meşruiyet kapısı açıyoruz. Alevilerin bir toplumsal sınıf olarak taleplerine, devletten beklentilerine, hepsine eyvallah. Haklı oldukları konular çok, eyvallah. Sünniler onlara daha saygılı olmalı, eyvallah. Fakat dinin meşruiyet sahasına (şu anki haliyle) aleviliği sokmak deyince ben tırsarım. Biliyorum da söylüyorum, acayip şeyler peşinden gelir. Esnemeler alır başını gider.

Tamam, Risalelerin sadeleştirmesinde "Biz yaptık, oldu" dediniz. (Kavgası hala sürüyor.) Türkçe olimpiyatlarında "Biz yaptık oldu" dediniz. (Kavgası hala sürüyor.) Başka çok şeyde "Biz yaptık oldu" dediğinizi işittik. (Kavgaları hala sürmekte.) Burada da mı "Biz yaptık oldu" diyeceksiniz? Neden bütün İslamî cemaatler ve gruplar bir araya gelip bunu konuşmuyoruz? (Sonuç hepsini etkileyecek çünkü.) Anayasa değişecek diye komisyonlar toplanıyor toplanıyor dağılıyor, yıllardır çalışılıyor. İslam'ın da bir anayasası var. Ona dair birşeyler yaparken herşey bu kadar çabuk mu olmalı? Bu "Biz yaptık oldu" mantığı ile nereye kadar? Ya sonuç beklentiyi tutmazsa?

Hasılı arkadaşlar, hayır olsun... Belki de ben yanlış düşünüyorum, ama vicdanımda bir rahatsızlık var. Bir gariplik var bu işte gibi geliyor. Oturmayan taşlar var. Yeterince konuşulmamış, altı çizilmemiş şeyler var. Söylemeden geçmek, göz yummak, sonucu beklemek istemedim. Biraz erken konuşmuş oldum: Birlik ve beraberlik gibi bir hikmet, bizi illet aramaktan geri koymamalı. Zaman en büyük müfessirdir. Görelim bakalım. Cebrail'in bastığı yerden bir parça toprak alıp katmakla, birazcık kutsallıkla, maslahatla, kardeşlikle nefsimiz bu yeni şeyleri hoş görecek mi, görmeyecek mi? Tahrif sınavı, bütün ümmetlerin sınavı...

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...