Hile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hile etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Eylül 2025 Pazar

Bayram değil, seyran değil, Trump enişte bizi niye öptü?

İmam Şafiî rahimehullaha atfedilen bir söz var: “Fitne zamanı düşman oklarını takip edin. O sizi Hak ehline götürür.” Doğrusu o büyük imamın böyle bir sözü gerçekten var mıdır bilmiyorum. Google'da yaptığım aramalardan da bir sonuca ulaşamadım. Kaynağını bulamadım. Akıbetinin, İmam Ali radyallahu anha atfen sosyalmedyada çokça gezdirilen, “Bir zulme engel olamıyorsanız, onu duyurun!" sözüne benzemesinden korkuyorum. Zira, mezkûr kelamın Hz. Ali radyallahu anha değil, Ali Şeriatî'ye ait olduğunu İranlı bir yazarın kitabından öğrenmiştim. (Sorularlaislamiyet sitesinde de 'kaynaklarda böyle bir sahabi sözüne rastlanmadığı' belirtilmiş.) Eh, evet, günümüzdeki anlamda basın-yayın olmayan bir devirde 'zulmü duyurmak' nasıl olabilirdi ki? İşin içinde bir gariplik bulunduğu belli...

Fakat, Bediüzzaman Hazretlerinin de ifade ettiği gibi, ilm-i siyasette maslahat mülahazasıyla böyle yollara çok sülûk ediliyor. Hatta, şu sadece siyasetin hastalığı değil, zamanın hastalığı: "Şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hatta, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor..." Tuttuğu partinin propagandasına yardımcı olacak diye İmam Şafiî rahimehullanın ağzına böyle bir beyanı yerleştirmeyi hoşgörmüş olabilir birileri. Peki seçilen neden o olmuş olabilir bu defa? Herhalde Kürtler arasındaki itibarından kaynaklanmıştır. Eğer propagandanın hedefinde Hanefîler değil Şafiîler varsa, sözü elbette İmam-ı Âzâm rahimehullah yerine, İmam Şafiî'nin ağzına koymak daha mantıklı. Ancak baştaki beyanımı tekrar edeyim: O büyük imamın hakikaten böyle bir sözü bulunup bulunmadığını bilmiyorum.

Focus filminde, Will Smith, yalan hakkında şöyle demişti vurulmadan hemen önce: "Yalanın sorunu şu: Seçeneklerini kısıtlıyor. Seni giderek bir köşeye sıkıştırıyor." Her yalancı hissetmiştir bunun sancısını. Evet. Yalanın doğurgan bir vücudu vardır. Yalan yalanı doğurur. Onu itiraftan başka hiçbir şey onaramaz. Çünkü kurgu dünya artık başlamıştır. Gerçekten bir kere çıkılmıştır. Tekrar itiraf/tevbe ile dönülmezse giderek ayaklar yerden kesilir. Yalancı, gün gelir öyle bir hale gelir ki, söylediği yalanlara 'yalnız kendisinin inandığı' bir doğruluk atfeder. Kıyas ölçüsünü yitirdikten sonra yalan neden yalan olsun? Fakat, Rahman sûresi, ikinci bir gerçekliğin olmadığını ne kadar açık söyler bize: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse çıkın."

Bediüzzaman Hazretleri de yine diyor ki: "Kizb kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Neden Allah'a iftira olsun yalan? Çünkü, O öyle yaratmadığı halde, sen öyle olduğunu söylüyorsun. Yalan söylemenin hakikate vurduğu kılıç bu: 'Paralel' fakat 'vehmî' evrenler oluşturmak. Hakikati olmayan spekülasyon vücutlar... Yine mürşidimin dediği gibi: "Dalalet vehmîdir." Öyle olmayana 'öyleymiş' gibi davranmaya başladıktan sonra seni hakikatin yanında kim tutabilir? Kezzâbı sıkıştıran çember bir önceki yalanının ne olduğunu hatırlamakta zorlanmasıdır. Vehmin hafızası yoktur. Hakikatinse öncesiyle çelişkisi yoktur. Zamanın müfessirliği vehim ile hakikati ayırır. Bir adım ilerisiyse, yalanlarının, sonraki yalanlarının da ayaklarına dolanmasıdır. Bunu, aynı yöne gitmeyen, eninde sonunda çakışacak doğrular gibi düşünün. Yalana söylemekle vehmî bir vücut veriyorsunuz. O vücut başladığı yerde bitmiyor. Ekilmiş bir tohum gibi büyümeye devam ediyor. Belki biraz da bu yüzden 2. Lem'a'da şöyle deniliyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

Haydi, küfre gitmese bile, şu tehlike mevcut: Artık kendinizle çelişmeye başlıyorsunuz. Sözgelimi: Erdoğan'ın son ABD ziyareti sırasında gördüğü ilgiden dolayı 'itibarının büyüklüğüne' hükmedenler, daha önceleri İmam Şafiî rahimehullaha atfettikleri o cümleyi unutuyorlar. Bu defa düşmanın okunu aramıyorlar. Düşmanın öpücüğünü arıyorlar. O zamanlar Erdoğan'la uğraştığı için bize hakikati işaret eden ABD, şimdi Erdoğan'a değer verdiği için hakikati işaret eder hale geliyor. Elbette bu tastamam pragmatizmdir. 'Dün dündür, bugün bugündür'cülüktür. Bu hususta da Üstad Hazretlerinin şu sözü çok gözaçıcıdır:

"Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır."

Yanlış anlaşılmasın. Şu hayatta pragmatizmin hiç yeri olmadığını söylemiyoruz. Vardır. Ancak 'kâfir gözünde değer aramanın' sakıncalı olduğuna dikkat çekiyoruz. Onlarla elbette belli düzeylerde 'ortak düşmanlara karşı' ittifak ilişkileri sürdürülebilir. Lakin onların dostluklarına asla güvenilmez. Nitekim, ABD de, 'ne delikanlı bir dost olduğunu' yakında Katar'a gösterdi. NATO dışından en büyük müttefiki gibi gördüğü bir ülkeyi itine ısırttı. Hem de ne ısırtma! Hainliğin daniskası. Gözlerimiz bu yüzden hep açık tutulmalıdır.

Hakkını yemeyeyim. Bence Erdoğan da bu durumun kendi içinde farkındadır. Trump'ın yüzüne gülmesinin, elini sıkmasının, iltifatlarının 'koparacağı anlaşmalarla' ilgili olduğunu bilmektedir. Zaten Trump kendisine haraç vermeye gelmiş hiçbir İslam ülkesine kötü davranmamıştır. Hepsini cilalayıp ağırlamıştır. Alacağını aldıktan sonra da kendi işine dönmüştür. Trump'ın husumet gösterdiği 'para vermeye gelenler' değil 'para almaya gelenler'dir ki, Zelenski mesela, bunlardan birisidir. O yüzden Trump'ın veya daha genel manada Amerika'nın veyahut en geniş manada ehl-i küfrün gösterdiği iltifata itibar edilmez. "Bu bizi niye oklamıyor?" diye huylanılır. 

"Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı." 

Maşaallah Erdoğan'ın siyasetine ki, şark husumetini, siyasete ilk girdiği günden beri boğuyor. Boğmaya da devam eder inşaallah. İslam'ın inkişafı buradan doğacaktır. Türkiye'nin bahtı da buradan aydınlacaktır. Varsın İslam ülkelerinin tamamı yeterince müsbet yaklaşmasınlar. İlanihayet kâfirin zulmü bizi birbirimize yakınlaştıracaktır. Gönlümüzle olmazsa, Hak Teala, zalimler eliyle bizi birbirimize mecbur edecektir. Fakat, Erdoğan'ın etrafında, Batı'ya teşne, kâfirin yanağından makas almasından sevince boğulan pek acayip tipler de var. Yukarıdaki cümlenin ikinci yarısı onlara bakıyor. Aman, dikkat, teyakkuz! "Garp husumeti bâki kalmalı!" Çünkü Batı'yla dostlaşmak kendi felaketimizi çağırmaktır. Yaptıkları iltifata dahi 'hasmın gülümsemesi' gibi şüpheyle yaklaşılmalıdır. Bu şüphe ancak bizi onlardan gelecek saldırılara karşı tedbirli kılar. Allah ululemrimizi istikametten ayırmasın. Âmin.

20 Kasım 2020 Cuma

Avcı avını görülmediği yerden vurur

"Bir hükümdarın ordusu ne denli güçlü olursa olsun, yabancı bir ülkeye girebilmek için, o ülke halkının desteğine gereksinmesi vardır." Niccolo Machiavelli, Prens'ten

Mürşidim 21. Söz'ünde diyor ki: "Şu vesvese öyle birşeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder." Hem de ekliyor: "Tanımazsan gelir, tanısan gider." Eyvallah. Bu düğüm çözücü bahis beni A'râf sûresinin 27. ayetine götürüyor arkadaşım. Hani orada kısa bir mealiyle buyruluyor: "O (şeytan) ve yandaşları onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler." İşte bu iki hakikati birbiriyle ilişkilendiriyorum. Çünkü biliyorum: Cehalet de körlüğün bir çeşididir. Algının bozulduğu bir yerdir. Bunu sadece 'gerçekleri görememek' bağlamında da kullanmıyorum arkadaşım. Hayır. Fazlası var. Cehaletin en kötüsü düşmanını sezememektir. Hatta onu dost bilmektir. Belki biraz da bu nedenle Olağan Şüpheliler'de Kevin Spacey'in dilinden denir: "Şeytanın en büyük hilesi tüm dünyayı aslında varolmadığına inandırmakmış." Yine benzeri bir ifade Şeytanın Avukatı'nda Al Pacino'nun ağzından tekrarlanır. Nurcularsa mezkûr manaya tâ Lem'alar'dan aşinadır: "İblis'in en mühim bir desisesi, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmektir."

Yani 'görülmedikleri yerlerden görmek' cümle iblislerin sahip olduğu bir avantaj. Bir strateji. İmtihan sırrı gereği bağışlanmış bir imkan. Hatta bir gelenek. Onlar da tuzaklarını böyle menzillere kuruyorlar. Dikkat edin: Küresel güçlerin 'toplum mühendisliği' çalışmaları da yine aynı taktiksel zemin üzerinden yürütülüyor günümüzde. Felak sûresindeki o sırlı anlatıma dokunursak: 'Düğümlere üfleyenlerin kötülüğü' bizim onları sezemediğimiz yerlerden bünyeyi sarıyor. Aldatıyor. Kandırıyor. Yandırıyor.

Öyle ya: Düğüm nedir? Düğüm iki nesnenin birbirine tutturulduğu kısımdır. Düğümler sayesinde birliktelikler varolurlar. Onların varlığıyla çözülmezler. Ancak düğümler aynı zamanda zaaflardır. Birliktelikler yine en kolay düğümlerinden ayrılır. Bir ilmeği çözmekle koca bir bütünlüğü beraberliğinden edebilirsiniz. Tıpkı bugün sahip olduğumuz toplumsal fayhatları gibidir onlar. Türk-Kürt, Sünni-Alevi vs. birçok ipimiz var bugün de. Bugün de onları birarada tutan düğümlerimiz var. Farklılıklarımızı barıştıran üstkimliklerimiz var. Ancak düğümlere üfleyenler kötülüklerini bu hassasiyetlerle tutuşturmaya çalışıyorlar. Hilelerini üflüyorlar. Öğütlüyorlar. Tetikliyorlar. Manipüle ediyorlar. Kaşıyorlar. Kızıştırıyorlar.

Ben Bediüzzaman'ın "Garp husumeti bâki kalmalı!" derken dikkat çektiği şeyin bir parça da bu olduğu kanaatindeyim. Bu temkinin devamı ancak düğümlerimiz hakkında 'koruyucu bir endişe' sahibi olmamızı sağlayabilecektir. Aksi takdirde, yani şeytanın şeytanlığı unutularak, erişilecek bir kemal yoktur. Şeytana karşı gayet uyanıkken koruyamadığımız zaferi onu göremeyeceğimiz bir yere geçerek elde edeceğimizi düşünen, en hafif ifadesiyle, aptaldır. Yahut da tembel bir devekuşudur. Başını kuma sokmakla hevakâr nefsini aldatmaktadır. Halbuki onun bu sûrette saklanışı(!) sayyad için en kolay avlanıştır.

Bugün liberal siyaset tam da böylesi bir avcılık sezonu geçiriyor. Gittiği ülkelerde öncelikle kendisinden kaçmayı bırakmış evcil devekuşları yetiştiriyor. Sonra bu yarı aydınlar sayesinde diğer devekuşlarının düğümlerine üflüyor. Herşeyin başının hayat olduğunu, hayatsız hiçbir albenili kavramın anlam taşımadığını, toplumun hayatının da ittihadda saklı bulunduğunu unutan basiretsiz bireyler de, çeşitli manipülasyonlar eşliğinde, kendi elleriyle bağlarını çözüyorlar. Bunu yaparken de savundukları davanın adını "Yaşasınlar!" ile haykırıyorlar. Çünkü iyi birşey yaptıklarını sanıyorlar. Çünkü artık İblis'in varlığına inanmıyorlar. Husumetlerini unutmuşlar. Gardlarını bırakmışlar. Bu nedenle de kolay avlanıyorlar.

Arkadaşım, Felak sûresinin en yakın arkadaşı Nâs sûresi ise, Mushaf'a hâtime verirken şöyle bir uyarı yapıyor bizlere: Kalplere vesvese verenlerin şerrinden bütünlüğünüzün sahibine sığının. "İnsanların Rabbine. İnsanların Melikine. İnsanların İlahına..." Evet. Hak Teala dinini tamamladı. İslam kemalini buldu. Fakat imtihan sürüyor. Furkan'ın bu iki sûreyle sonlanması bana bu açıdan da manidar geliyor. İkisi de hiçbirşeyin 'çantada keklik' olmadığını hatırlatır türden çünkü. Güvercin tedirginliğinin hep korunmasını öğütler cinsten. Ve sanki onlar da bir tür husumetin bâki kalması lüzumunu tekrar ediyorlar. "Basiretsizlik etmeyin!" diyorlar. "Siz avcıyı kollama tedirginliğini terkederseniz avlanmaktan kurtulamazsınız."

Yine, A'râf sûresinin 27. ayetinde aktarılan Hz. Âdem ile Havva'nın o şaşkın çıplaklık hissi, 'ummadığı anda-makamda-mekanda-kişide tuzağa düşürülenin hissine' ne çok benzer değil mi arkadaşım? Ve mezkûr ayetin nihayeti aynı sadedde ne güzel söyler: "Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık." Evet. Dininin sana öğrettiği dostluklarda-düşmanlıklarda imanın ne kadar zayıflıyorsa, ne kadar sebatın gevşiyorsa, ne kadar dikkatten düşüyorsan, o kadar şeytana avlaşıyorsun arkadaşım. Yoldaşlaşıyorsun. Arkadaşlaşıyorsun. Çünkü ferasetle göremiyorsun. Evet. Evet. Cennetinden olmak istemiyorsan tıpkı bir maral gibi avcılarına iman et. Hem aczine yaraşır bir şekilde dörtbiryanını rasat et. Yoksa avlanacaksın. Bitirirken Rabbü'l-âlemîn'den dileğim: Seni de beni de böyle cahil davetçilerden eylemesin. Âmin. Âmin.

Altay tankı Kur'an'da geçiyor mu?

Bizi aptallaştıran hasma karşı hüsnüzannımızdır. Ancak bir aptal düşmanına karşı hüsnüzan eder. Ve başına gelecek felaketlere böylece daveti...