"Herşeyi bütün açıklığıyla görmeye yara mı diyorsunuz siz?" Nietzsche Ağladığında'dan.
Yeterince güçlü değiliz. Olamayız da. Çünkü vazgeçmeyi beceremiyoruz. Arzulayacak kadar güçle donatılmışız ama vazgeçecek kadar güçlü kılınmamışız. Vazgeçmek için dışardan yardıma ihtiyacımız var. Küseriz, o ayrı, ama o bile ilgimizin ve yoksunluğundan gelen yaramızın delilidir. İnsan ancak sevdiğine küser. Varlığına duyduğu umudu/arzuyu kırabilmek ve yoksunluğunun acısını sınırlayabilmek/sabitlemek için küser. Tekrar tekrar yara almaktan korktuğu için küser. Küsmek, yarasızlık değil, daha az yarayla yetinmektir. En azından denemektir yaraların durdurulabilir olup olmadığını.
En çok arzuladığımız şey, bir süre sonra, en büyük zaafımıza dönüşüyor. Kapmaya çalıştığımıza kapılıyoruz. Hırsımız hem gücümüzün hem güçsüzlüğümüzün kaynağı oluyor. Peşinden koştuğumuz karadeliklere çekilmeye başlıyoruz. Elde edebilirsek, karşıladığımız arzu sayısınca, insanlara karşı övünüyoruz. Elde edemezsek, karşılayamadığımız arzu sayısınca, insanlara karşı ajitasyon yapıyoruz. Belki, Allah korusun, isyan da büyütüyoruz bu yoksunluklardan. Acılarımızın üzerine, şifa niyetine, öfke tuzu sürüyoruz.
Fakat nihayetinde övündüklerimiz veya yerindiklerimiz 'karşılanmış arzular' ve 'karşılanmamış arzular'dan daha fazlası değil. Kefenin cebi yok. Bedenin de öyle. Beden ile yaşadıklarımız damağımızdan akıp gider. Ruhla yaşananlar kalır. Ruhun cebi kalbidir. Ondakiler kalıcıdır. Dışımızda olanın bizdeki varlığı ancak hakkındaki duygulanımlarımızdır. Ceset cisme heves eder. Tutabileceğini veya tutunabileceğini sanır. Ama ruh yalnız manayı saklar. Cismin itibarı ruhta bırakacağı izlerin itibarıdır. Çünkü onlar sonsuzdur. Bu açıdan diyebiliriz ki: Asıl varlığımız yoksunluklarımızdır. Çünkü onları unutmayız.
"Kavuşamayınca aşk olur..." diyenler de buna yaslanıyorlar. "Pişmanlık ayraçtır" derken ben de buna yaslanıyorum. Biliyorum. Siz de biliyorsunuz. Hayatı elimize alınca ilk o sayfalar açılıyor. Başımızı yastığa koyunca da öyle. Eskiye dair neye dokunsak yine öyle. Yağmurlu havalarda, pencere önünde, uzun yolculuklarda, zirvelerde, denize bakarken, martılara simit atarken, çocukluğumuzun geçtiği sokaklarda yürürken, hatta aynaya bakarken yine öyle. Belli ki arasına birşeyler bırakılmış. Canımızı yakanlar bize hep sızlatan ayraçlar hediye etmişler. Biz de hayatımızın pişman olduğumuz anlarına, o sayfalar açıldığında canımız daha az yansın diye, 'tevbe' merhemi sürmüşüz.
"Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez..." derken mürşidim de yaralarımızı çoğaltmamamızı salık veriyor sanki. Yoketmek mümkün değil ama azaltabilmek mümkün. Azaltmaya bakmalıyız. Çünkü yaralardan kaçış yok. İlla bu kuşa kurşun değecek avcıların arasında uçarken.
Züht, takva ve hatta inzivayı bu perspektiften ele alınca, onları, kırılgan insanların dünyaya karşı giyindikleri zırh gibi de düşünüyorum. Ne kadar az dünyanın fani yüzüyle muhatap olursan o kadar az canın acıyor. O kadar az sarsılıyorsun. O kadar az inciniyorsun. Dünyadan sakınmak aslında yaralarından sakınmaktır. Günahlardan sakınmak yaralayıcılardan sakınmaktır.
Schopenhauer ve Nietzsche gibi insanların 'karamsarlık felsefesi' sakınma güdülerinin bir uzantısı ve kendilerince fikrî dayanaklarından oluşuyor bence. Acıyı överek veya yererek acıyı aşabilmek mümkün mü? Takva imanlı insanın endişesidir. Onlarınkine takva denmez. Belki 'seküler bir takva' bu. Amacı ahiret değil dünyadaki huzur. Dünyadan sakınışı yine dünya için. Yaralarını mantıklı kılarak gerekli tatmini yaşayabileceklerini sanıyorlar. Nietzsche Ağladığında kitabında denildiği gibi: "Ümitsizlik özfarkındalık uğruna ödenmiş bir bedeldir." Veya yine dendiği gibi: "Önce zorunlu olanı istemek ve sonra da istenileni sevmek gerekiyor." Bu teselli değil afyon. Bu dünyadan ibaret kalırsan yaralarını işte böyle kendi kanını içerek iyileştirmeye çalışırsın. Sakın sen bunu yapma!
Küsmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Küsmek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
19 Nisan 2017 Çarşamba
19 Kasım 2015 Perşembe
Küsmen sinene saklanmandır
"Bir işte mütehayyir kalan veya birşeye dalarak tefekkür eden adam, velev zihnen olsun, ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o tefekkürü paylaşsın..." İşaratü'l-İ'caz'dan.
Bir iddiaya sahip oldukça yazmak güçleşiyor. 'Öylesine' yazıyor olsaydık kesinlikle daha rahat olurduk. Fakat insan 'öylesine' de yazamaz. Yazmak yürümek gibi değildir. Fiili anlam ile bağlıdır. Yazdığınız bir anlam istiyor. Çünkü vücudunun en önemli parçalarından birisi de anlam. Gelişigüzel klavyenin tuşlarına basmakla 'yazmış' olmuyorsunuz. Birşeyler de söylemeniz lazım.
Demek amaçsızlık yazmanın başarabileceği bir iş değil. Peki yazı neyi başarabilir? Yazı 'dayatılmış vurgular'ı önemsememeyi başarabilir. Önemsememek karizmatiktir. Yalnızlık karizmatiktir. Karizmatik 'olunması merak edilen'dir. Evet. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Belki bu yalnızlığının, hiç geçmeyen yalnızlığının, dilinden sâdır olan kendiliğini okurlarına aktarabilir. Kendiyken yalnız ve yalnızken daha bir kendi olduğundan 'özgü sesini' daha çok duyar ve duyurabilir.
Neden bu kadar şey karalıyoruz? Çünkü varlık denilen o gökkuşağı daha nasıl renklenecek merak ediyoruz. Yazımı birileri okuyacak. O okuyanların aklına aklıma gelmeyen şeyler gelecek. Fikrimin öznesi iken manzaranın nesnesi olacağım. Birşeyi herşey, herşeyi birşey yapabilen Kudret-i Mutlak, kimbilir benden daha ne şeyler yaratacak! Bütünüm, başka bütünlerin parçası olacak, inşaallah.
Sonuçlarını tahmin bile edemediğim bir dalgalanma oluyor her an. Okundukça büyüyor varlığım. İzlerim artıyor. Üzerinden geçtiğim yol beni daha çok hatırlıyor. Her fiilde böyle bir güç var mı? Yani nasıl bir güç bahsettiğim? Belki biraz şöyle: 'Tecezzi kabul etmez küll'ü etkileyecek işler... Var mutlaka. Ancak fiilin içeriği maddeden manaya yaklaştıkça, cisimden öte ruha dokundukça, tesirinin boyutları artıyor. Deli gibi hem etkiliyor hem etkileniyoruz.
Herbir duygu aslında bir etkileniş şeklidir. Varoluş şiddetlendikçe farkındalık artar. Hazlar öyledir, hisler öyledir, fikirler öyledir, öğrenmeler öyledir, meraklar öyledir, yaralar/acılar öyledir. Sanırsınız insan dünyaya etkilenmek ve etkilemek üzere gelmiştir. Hatta hayal, tasavvur veya umut etmek dahi birer etkileniştir. Çok tuhaf yaralarımız var. Mesela: Umut ettiğimize elimiz yetişmediğinde herşeyi kendimizle yakacak bir karamsarlığa alçalıyoruz. Daha bize verilmiş bile değil. Bizim olabilmesi için aklî bir imkan da yok belki.
Fakat bir kere içimizde ona karşı bir arzu uyandı. Lütfedilen bir farkındalık ve bahşedilen bir açlıkla etkilenir kılındık ona karşı. İştahlandırıldık. Alınganlaştırıldık. Artık o arzuyla deli oluyoruz. Ve olmamasına dair elimize geçen her delil, ihtimaller dahi, bir bıçak oluyor tenimize sürülen. İnkâr etmek istiyoruz. "Herbir günahın içinde küfre giden bir yol var..." diyor ya mürşidim. Aslında peşine düşülen her yanlış açlığın veyahut yanlış doyuş biçiminin ucunda bir inkâr var. Yanlışı doğru kılmak ancak 'doğruyu yanlışlamakla' mümkün.
"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."
İnsan birşeye neden küser? İnsan birşeye 'ondan gelecek zararlardan korunmak için' küser. Kalp dediğin içerden kırılır çünkü. Ve insan birşeyi kalbinin içine onu 'severek' veya 'hayal ederek' veya 'ümit ederek' alır. Nefretle kalbinizin içine alamazsınız. Nefret ettiğinizin fiileri canınızı sevdiğiniz kadar yakamaz. Hatta çoğu zaman nefret sizi olduğunuzdan daha güçlü kılar acıya/zorluğa karşı. Ama sevgi? Sevgi öyle korumasız bir yere kadar indiriyor ki muhatabımızı, 'hayır' dediği an, kolumuz kanadımız kırılıyor. Kaşlarını kırmıyor da sanki belimizi kırıyor.
Küsmek 'belki'leri terk etmektir önce. Çünkü belkiler tekrar be tekrar en korunmasız yerimize sokar kalpkıranı. Tekrar canımız acır. Tekrar aynı yerler kanar. Ne kadar 'Bir daha asla!' desek de mukavemetimiz yoktur ona karşı. Yakınlarda, İmam Eş'arî rahmetullahi aleyhe atfen okuduğum bir söz var: "Aşk, zaruri bir iradedir." Elbette sorumluluktan kurtarmıyor bu zaruret. Ama elinde de değil, görüyorsun. Nasıl değiştireceksin? Seçmeye gücünün yetmedikleri imtihanın oluyor. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir çeşit 'menfi ibadet' sana yaptırılan. Sürgün edilmişsin bu öğretici kuyunun içine. Evet, Hz. Yakub, Hz. Yusuf'a nasıl şefkat etmesin? Kardeşleri babalarını nasıl kıskanmasın? Hz. Yusuf kardeşlerini nasıl sevmesin? Züleyha Hz. Yusuf'u nasıl âşık olmasın?
Sürgünlere de menfi denilirmiş eskiden. Adı üstünde, bir zorlamadır sürgün. İki şıkkın içinden birisini seçerek yapmıyorsun. Ötende seçiliyor. Sen ona rıza göstermekle sınanıyorsun. Hayatın her yanı irademize bakmıyor. İmtihan sadece 'seçmek' değil. Bir yanı da kabul etmek, razı olmak, anlamaya çalışmak.
"Girdikten sonra da, tabii, bunca güzellikten kurtulmak nasıl mümkün olsun. Bana göre, güzellik, elinden asla kurtulamayacağımız birşeydir. Dahası, güzellik kapısından girer, ölüm kapısından çıkarız..." diyor Faruk Duman, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur'da. Ölüme kadar güzel bulunuyor demek ki bazı şeyler. Değiştirmeye gücümüz yok. Girdi kalbimize. Çıkası yok.
Lemeat'ta mürşidimin kullandığı bir ifade var: "Başımız da eğildi, sinemize saklandık..." Bence küsmek tam bir sineye saklanma eylemidir. Kendi olmakta yalnız olan insanın, farklı olandan, beklenmeyenden kaçıp canını yakmayacak o şeye, yani 'kendilik kalesine' sığınmasıdır.
Fakat aslında kendine sığınmak diye de birşey yoktur. İnsanın her özelliğinin arızî/sonradan oluşu, yaratılışı, kendimize dönük her hamlemizi Yaratıcımıza dönük kılar. İnsan asl-ı insana döndüğü her yerde yüzünü aslında Rabbine döner. Fıtratın şahitliğidir bu. Yaşadığımız acılar bizi Onun rahmet kucağına sığınmaya zorlar. Mutlak yalnızlık yoktur insan için. Ona dayanabilesi de yoktur. Allah'tan başkasının olmadığı yere yalnızlık deriz biz. Öyle bir yer yoktur ya insanın sankisi vardır, sanrısı vardır, vehmi vardır. Âdemoğlu yeteneklerini kendi aleyhine de kullanır.
Kur'an defaatle hatırlatıyor: "Dönüşünüz ancak banadır." Çünkü Rahman bizi biliyor. İlla küseceğiz. Kendimizle de bulacağımız teselli yok. İnsan salt kendisiyle teselli olabilir bir varlık değil. Bir öteki arıyor her zaman. Gözünden kendine değer biçebileceği bir öteki. "Ayna ayna, söyle bana, benden güzel var mı dünyada?" diye sorabileceği bir öteki. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da şöyle diyor belki biraz da bu yüzden: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca."
Onu seyredeceği ve kendisini de onda seyredeceği bir öteki. Kalp kırmayan bir öteki. En içeriye kadar girmesine izin verilse bile can yakmayacak bir öteki. O öteki elbette Allah'tır. "Ay, of, bu çocuk yine dinden bahsediyor!" deme lütfen arkadaşım. Ben sana dinden değil senden bahsediyorum. Çünkü din senden ötede birşey değil. 'Allah' deme ona istersen, kalbimin sahibi/yâri de, ama sor yine de kalbine: Nasıl bir dost istiyorsun? Kalbin sana Aleyhissalatuvesselamın beyan buyurduğu gibi bir Allah tarif edecektir. "Çünkü, ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh, necat ve halâs ancak Allah'a iltica ile olur." Sahi, arkadaşım, sen de böyle bir 'dost'u aramıyor musun? O halde dinden korkmak niye? Din sana dostunun yolunu tarif etmekten başka ne yapıyor ki?
Bir iddiaya sahip oldukça yazmak güçleşiyor. 'Öylesine' yazıyor olsaydık kesinlikle daha rahat olurduk. Fakat insan 'öylesine' de yazamaz. Yazmak yürümek gibi değildir. Fiili anlam ile bağlıdır. Yazdığınız bir anlam istiyor. Çünkü vücudunun en önemli parçalarından birisi de anlam. Gelişigüzel klavyenin tuşlarına basmakla 'yazmış' olmuyorsunuz. Birşeyler de söylemeniz lazım.
Demek amaçsızlık yazmanın başarabileceği bir iş değil. Peki yazı neyi başarabilir? Yazı 'dayatılmış vurgular'ı önemsememeyi başarabilir. Önemsememek karizmatiktir. Yalnızlık karizmatiktir. Karizmatik 'olunması merak edilen'dir. Evet. İnsan kendi olmakta yalnızdır. Belki bu yalnızlığının, hiç geçmeyen yalnızlığının, dilinden sâdır olan kendiliğini okurlarına aktarabilir. Kendiyken yalnız ve yalnızken daha bir kendi olduğundan 'özgü sesini' daha çok duyar ve duyurabilir.
Neden bu kadar şey karalıyoruz? Çünkü varlık denilen o gökkuşağı daha nasıl renklenecek merak ediyoruz. Yazımı birileri okuyacak. O okuyanların aklına aklıma gelmeyen şeyler gelecek. Fikrimin öznesi iken manzaranın nesnesi olacağım. Birşeyi herşey, herşeyi birşey yapabilen Kudret-i Mutlak, kimbilir benden daha ne şeyler yaratacak! Bütünüm, başka bütünlerin parçası olacak, inşaallah.
Sonuçlarını tahmin bile edemediğim bir dalgalanma oluyor her an. Okundukça büyüyor varlığım. İzlerim artıyor. Üzerinden geçtiğim yol beni daha çok hatırlıyor. Her fiilde böyle bir güç var mı? Yani nasıl bir güç bahsettiğim? Belki biraz şöyle: 'Tecezzi kabul etmez küll'ü etkileyecek işler... Var mutlaka. Ancak fiilin içeriği maddeden manaya yaklaştıkça, cisimden öte ruha dokundukça, tesirinin boyutları artıyor. Deli gibi hem etkiliyor hem etkileniyoruz.
Herbir duygu aslında bir etkileniş şeklidir. Varoluş şiddetlendikçe farkındalık artar. Hazlar öyledir, hisler öyledir, fikirler öyledir, öğrenmeler öyledir, meraklar öyledir, yaralar/acılar öyledir. Sanırsınız insan dünyaya etkilenmek ve etkilemek üzere gelmiştir. Hatta hayal, tasavvur veya umut etmek dahi birer etkileniştir. Çok tuhaf yaralarımız var. Mesela: Umut ettiğimize elimiz yetişmediğinde herşeyi kendimizle yakacak bir karamsarlığa alçalıyoruz. Daha bize verilmiş bile değil. Bizim olabilmesi için aklî bir imkan da yok belki.
Fakat bir kere içimizde ona karşı bir arzu uyandı. Lütfedilen bir farkındalık ve bahşedilen bir açlıkla etkilenir kılındık ona karşı. İştahlandırıldık. Alınganlaştırıldık. Artık o arzuyla deli oluyoruz. Ve olmamasına dair elimize geçen her delil, ihtimaller dahi, bir bıçak oluyor tenimize sürülen. İnkâr etmek istiyoruz. "Herbir günahın içinde küfre giden bir yol var..." diyor ya mürşidim. Aslında peşine düşülen her yanlış açlığın veyahut yanlış doyuş biçiminin ucunda bir inkâr var. Yanlışı doğru kılmak ancak 'doğruyu yanlışlamakla' mümkün.
"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."
İnsan birşeye neden küser? İnsan birşeye 'ondan gelecek zararlardan korunmak için' küser. Kalp dediğin içerden kırılır çünkü. Ve insan birşeyi kalbinin içine onu 'severek' veya 'hayal ederek' veya 'ümit ederek' alır. Nefretle kalbinizin içine alamazsınız. Nefret ettiğinizin fiileri canınızı sevdiğiniz kadar yakamaz. Hatta çoğu zaman nefret sizi olduğunuzdan daha güçlü kılar acıya/zorluğa karşı. Ama sevgi? Sevgi öyle korumasız bir yere kadar indiriyor ki muhatabımızı, 'hayır' dediği an, kolumuz kanadımız kırılıyor. Kaşlarını kırmıyor da sanki belimizi kırıyor.
Küsmek 'belki'leri terk etmektir önce. Çünkü belkiler tekrar be tekrar en korunmasız yerimize sokar kalpkıranı. Tekrar canımız acır. Tekrar aynı yerler kanar. Ne kadar 'Bir daha asla!' desek de mukavemetimiz yoktur ona karşı. Yakınlarda, İmam Eş'arî rahmetullahi aleyhe atfen okuduğum bir söz var: "Aşk, zaruri bir iradedir." Elbette sorumluluktan kurtarmıyor bu zaruret. Ama elinde de değil, görüyorsun. Nasıl değiştireceksin? Seçmeye gücünün yetmedikleri imtihanın oluyor. Bediüzzaman'ın ifadesiyle bir çeşit 'menfi ibadet' sana yaptırılan. Sürgün edilmişsin bu öğretici kuyunun içine. Evet, Hz. Yakub, Hz. Yusuf'a nasıl şefkat etmesin? Kardeşleri babalarını nasıl kıskanmasın? Hz. Yusuf kardeşlerini nasıl sevmesin? Züleyha Hz. Yusuf'u nasıl âşık olmasın?
Sürgünlere de menfi denilirmiş eskiden. Adı üstünde, bir zorlamadır sürgün. İki şıkkın içinden birisini seçerek yapmıyorsun. Ötende seçiliyor. Sen ona rıza göstermekle sınanıyorsun. Hayatın her yanı irademize bakmıyor. İmtihan sadece 'seçmek' değil. Bir yanı da kabul etmek, razı olmak, anlamaya çalışmak.
"Girdikten sonra da, tabii, bunca güzellikten kurtulmak nasıl mümkün olsun. Bana göre, güzellik, elinden asla kurtulamayacağımız birşeydir. Dahası, güzellik kapısından girer, ölüm kapısından çıkarız..." diyor Faruk Duman, Ve Bir Pars Hüzünle Kaybolur'da. Ölüme kadar güzel bulunuyor demek ki bazı şeyler. Değiştirmeye gücümüz yok. Girdi kalbimize. Çıkası yok.
Lemeat'ta mürşidimin kullandığı bir ifade var: "Başımız da eğildi, sinemize saklandık..." Bence küsmek tam bir sineye saklanma eylemidir. Kendi olmakta yalnız olan insanın, farklı olandan, beklenmeyenden kaçıp canını yakmayacak o şeye, yani 'kendilik kalesine' sığınmasıdır.
Fakat aslında kendine sığınmak diye de birşey yoktur. İnsanın her özelliğinin arızî/sonradan oluşu, yaratılışı, kendimize dönük her hamlemizi Yaratıcımıza dönük kılar. İnsan asl-ı insana döndüğü her yerde yüzünü aslında Rabbine döner. Fıtratın şahitliğidir bu. Yaşadığımız acılar bizi Onun rahmet kucağına sığınmaya zorlar. Mutlak yalnızlık yoktur insan için. Ona dayanabilesi de yoktur. Allah'tan başkasının olmadığı yere yalnızlık deriz biz. Öyle bir yer yoktur ya insanın sankisi vardır, sanrısı vardır, vehmi vardır. Âdemoğlu yeteneklerini kendi aleyhine de kullanır.
Kur'an defaatle hatırlatıyor: "Dönüşünüz ancak banadır." Çünkü Rahman bizi biliyor. İlla küseceğiz. Kendimizle de bulacağımız teselli yok. İnsan salt kendisiyle teselli olabilir bir varlık değil. Bir öteki arıyor her zaman. Gözünden kendine değer biçebileceği bir öteki. "Ayna ayna, söyle bana, benden güzel var mı dünyada?" diye sorabileceği bir öteki. Dilek Emir, Tek Kişilik Kahvaltı'da şöyle diyor belki biraz da bu yüzden: "Birden sevmeye başlıyorsun kendini, biri seni sevmeye başlayınca."
Onu seyredeceği ve kendisini de onda seyredeceği bir öteki. Kalp kırmayan bir öteki. En içeriye kadar girmesine izin verilse bile can yakmayacak bir öteki. O öteki elbette Allah'tır. "Ay, of, bu çocuk yine dinden bahsediyor!" deme lütfen arkadaşım. Ben sana dinden değil senden bahsediyorum. Çünkü din senden ötede birşey değil. 'Allah' deme ona istersen, kalbimin sahibi/yâri de, ama sor yine de kalbine: Nasıl bir dost istiyorsun? Kalbin sana Aleyhissalatuvesselamın beyan buyurduğu gibi bir Allah tarif edecektir. "Çünkü, ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkül hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh, necat ve halâs ancak Allah'a iltica ile olur." Sahi, arkadaşım, sen de böyle bir 'dost'u aramıyor musun? O halde dinden korkmak niye? Din sana dostunun yolunu tarif etmekten başka ne yapıyor ki?
11 Mayıs 2015 Pazartesi
Allah'a küsmüş çocuklar...
"Bir kişinin kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. İki müslüman karşılaşırlar biri bir tarafa, öteki öbür tarafa döner. Hâlbuki bu iki mü'minin hayırlısı önce selâm vermeye başlayandır." (Buhâri, Edeb, 62, İsti’zan, 9; Müslim, Birr, 23, 24, 28.)
Bugün sizinle paylaşmak istediğim tefekkürüm şu: Yıllar yılı hadis-i şeriflerde (ve dahi İslam'da) küsmenin neden bu kadar önemsendiğini, hatta neden 'üç gün' gibi küsmek için pek kısa sayılabilecek bir süreyle sınırlandırıldığını bir türlü anlayamazdım. Nihayetinde insanlar birbirleriyle sık sık küsüyorlardı ve bu küsmeler de sık sık barışmayla neticeleniyordu. Hayatın bir parçasıydı küsmek... Bir 'duygusal korunma' ve 'duyguları ifade' şekliydi. Çok uzun süreli küsmeler işitmiştim, fakat onların sayısı pek azdı. Hele benim bu hadisi ilk işittiğim dönemin çocukluğum olduğu ve çocuklukta insanın, en yakın arkadaşıyla bile, gün içinde birkaç defa küsüp tekrar barıştığı düşünülürse, sıkıntım daha net anlaşılır kanaatindeyim. O dönemde küsmekle ilgili bu hadis ahlakıma çok ağır geliyordu ve belki bu ağırlığın da baskısından dolayı anlamakta zorlanıyordum. Verdiği nasihati görmezden gelmeyi seçiyordum.
Ahlakımın bir yanı rahmetli babamı çok andırıyor. (Allah merhametiyle sarsın sarmalasın onu.) Öfkelendiğimde, zarar vermekten veya tartışmayı sürdürmekten ziyade 'uzaklaşmayı' seçerim. Susmayı/yutmayı değil bakınız, onu beceremiyorum, uzaklaşmayı. Zarar vermekten haz almam. Galip gelmek de hoşuma gitmez. Karşımdakinden daha fazla zarar görürüm kazanmakla. Yaratılışım böyle. Çocukluğumda, evdekilerle kavga ettiğimde, o saatlerde sokakta gezmenin korkusunu da unutur, öfkem geçene kadar geceleri ilçeyi turlardım. Huyum bilindiğinden çok uzun süre sokakta kalmadığım sürece ardımdan aramaya çıkılmazdı. Ne zaman ki artık öfkem diner ve korku onun sesini bastırmaya başlar, o vakit karanlıktan kaçıp evime sığınırdım. Fakat nihayetinde bu da bir küsmekti bana göre ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam eğer bunu da yasaklıyorsa doğrusu müslümanlık pek zor bir işti. Çocuk aklımla bunları düşündüğümü hatırlıyorum. Büyük aklımla da düşünmeye devam ettiğim bir mesele.
Geçenlerde mürşidimin bir metni, bu hususta bana daha zengin bir bakış açısı verdi. 17. Lem'a'nın 6. Nota'sında geçen ifadeler, küfür/inkar üzerine ittihad edenlerin aslında ittihad etmediğini söylüyordu. Peki ittihad nedir? Birleşmedir. Aynı noktaya parmak basma ve aynı şeyin altını çizmedir. İnkarcılık görünüşte aynı noktaya parmak basmak gibiyken (öyle ya, nihayetinde iddia ettikleri şey aynı şey gibiydi) nasıl yaptıkları ittihaddan sayılmıyordu?
Burada hakkında konuştuğumuz şey mutlak yokluğun isbatı. Ve bu isbat, asla kuşatamadığımız bir alana tekabül ediyor. Devamında yeralan şu ifadeler sanırım biraz daha durumu açıklar mahiyette: "Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin." Burada belki bizi en çok şüpheye düşüren şey de şu: Şu sıralar sesleri bir miktar azalmış olmakla birlikte, Allah'ın varlığını inkar eden insanlar; daha çok bilime, dolayısıyla somut ve isbatlanabilir olana yakın isimler değiller mi? Bu insanların çoğunun isminin önünde bilimsel çevrelerde (ve hatta avam-ı nasta) saygı uyandıran 'titriler' var. Bu titri sahiplerinin iddiaları nasıl isbatlanabilir olmaz? Ve nasıl onların aksini söyleyen, genelde mesailerinin de soyut olana dair olduğu bilinen din adamlarının iddiaları somut olur? Nasıl onların gösterdiği hilale inanılır da, bunların inkarına inanılmaz?
Bana göre, zaten Bediüzzaman'ın 'nefyin isbatının imkansızlığını' dayandırdığı şey de bizzat bu arkadaşlar. Din dediğimiz, maneviyat diye tesmiye ettiğimiz alan zaten soyutun konusu. Burada soyut, somutun zıddı ve eksik olanı anlamına gelmiyor. Maalesef bu kelimeye modern zamanlarda yüklenen mana 'gereksizlik'ten başlayıp 'saçmalığa' kadar uzanıyor. Halbuki kuşatılamayan her somut soyuttur. Soyut, somutun kuşatılmayanını temsil eder. Kuşatabildiğiniz, anlayabildiğiniz, bir kalıba sokabildiğinizde buna somut dersiniz. Ama soyut, kendisinden haberdar olduğunuz, fakat çevresini saramadığınız şeydir. Duygular soyut bilgiler içerirler, çünkü çevresini sarıp formüle sokamazsınız onları. İnsanın âşık oluşu matematiksel formüllerle açıklanamaz. Her ne kadar somut meraklıları hormonlarla/genlerle bu alana da kollarını uzatmaya çalışsalar da, yine neyin/niçin olduğunu mekanize (alaycı bir ifadeyle kanunize) edemiyorlar. Bu hapsedemeyiş, onları soyut olanı aşağılayarak kendilerini yükseltmeye götürüyor: "Elimdeki az ama kuşatabiliyorum, naabeeer?"
Yani bir mümin, Allah'tan bahsettiği zaman, zaten gözle görünecek, elle tutulacak, kaşıkla içilecek birşeyden bahsetmediğinin farkındadır. O dünyayı, ayet-i kerimenin ifadesiyle 'gayba iman ederek' okumayı seçmiştir. Üst bir varlıkta, aşkın bir alanda Allah'ın varlığıyla bu dünyadaki varlığın açıklanabilir/mantıklı olduğunu görmüştür. Bunun somutun laboratuvarına sığmayacak birşey olmadığını bilir.
Ama münkir, her ne kadar materyalist çağda (diğer anlamda kuşatılanın ve kuşatanın efendiliği döneminde) ameliyesi itibar görse de, olay aşkın olanı konuşmaya geldiğinde afallar. Kainatta olan fiillerin birer faili/yapanı olması gerektiğini bilir. Ama 'aşkın faili' tamamen dogmatik bir önkabulle reddeder. Aklına göre en olabilir gelen, aslında ise en yakın olduğu için seçilen şeyi fail görmeye başlar. Tüm inkar ve şirk ekolleri, en akıllıca olanı değil, akılsızlık içinde nazarında en yakın olanı seçmiş ekollerdir.
Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abilerin güzel örneklemesinde olduğu gibi: Biri parmağını şaklattığında öteki ellerini şaplatan iki arkadaşı gördüğünde bilim, bunu şöyle açıklar: "Her şık sesinden sonra bir şap geldiğine göre, şıktan dolayı şap oluyor." Halbuki şıklatma şaplatmanın nasıl yaratıcısı olabilir?
Şıklatmayı ve şaplatmayı birbirini kovalayan fiiler olarak görüp birini diğerinin faili saymak, bir kere somutçunun şunu kaçırdığını gösteriyor: Şaplatma fiilinin faili nasıl biri/birşey olmalı? Bizim esma tefekkürü dediğimiz şey buradan besleniyor aslında. Örneğin, çıkan sesten şunu söyleyebiliriz: İki eli olmalı. Onları hızla savurup birbirine vurabilmeli. Bu gibi özellikleri sorguladıktan sonra şık'ın şap'ın yaratıcısı olamayacağı iyice ortaya çıkar/çıkıyor.
Ama somutçu kuşatabildiği ile ilgilenir. Soyut olana dair bir hemfikirlik, yani "Nefsü'l-emirde vardır"cı yaklaşım, somut olan tarafından şöyle bir karşılık bulur: "Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor." Bu yüzden sizi kendi nazar alanına, somutuna çekerek boğmaya çalışır. Siz onun nazarını her soyuta/genişe kaydırdığınızda sizi sorunlu bir alanla vurmaya gayret eder: "Allah varsa, niye bu kadar savaş oluyor?" Fakat kainatta sadece savaş mı oluyor? Ve savaş, sadece senin nazarınla gördüğün kadar mı? Ateistin avlanma şekli timsahlar gibidir. Suyuna çekerse, kazanır.
Üstelik, bir ikinci boyutta, inkarcılığın duygusal olmakla spesifik bir yanı da var. Yani bu insanlar, laboratuvarlarında, Allah'ın yokluğunu kesin bir şekilde isbat etmiş de ondan sonra "Yahu arkadaş, bunca zaman iman ediyordum, ama baktım ki deneyde, bir de ne göreyim? Yokmuş!" diyerek imansızlığa sapmıyorlar. Bu işin kesinlikle aklî bir başlangıcı yok. Mustafa Akyol'un Etkileşim Yayınları'ndan çıkan kitaplarından birisinde (arşivimi karıştırdım, fakat kitabın adından da, alıntılanan kaynaktan da emin olamadım) alıntıladığı araştırmada denildiği gibi:
Ateistlerin büyük çoğunluğu ateist olmaya çocukluklarının sonu ile gençliklerinin başı arasında karar veriyorlar. Ve bu insanlar yine buna yakın veya bundan önce büyük acılar yaşamış insanlar. Yaşadıkları acılardan önce Allah'a bir küsmek fikri yeşeriyor, ardından bunun doğrultusunda baktıkları âlemden de kendilerince/nazarlarınca deliller üretiyorlar. Yoksa hiçbirisi imanlı girdiği bir bilimsel yolculuktan sonra, "Ya bak, aslında yokmuş!" diyerek çıkmıyorlar. Hâlâ da bilimsel yolculuklardan Allah'ın yokluğuna delil çıkarılabilmiş değil. Ancak 'Nazarımda yoktur!' demek isteyenler için 'nazara göre' üretilen iddialar var.
Bunun da öncesinde; bu insanların kopuşları 'duygusal bir tepkiyle' başladığı için ister istemez inkarcılıkları spesifik ve nazara göre. Duygusal olan bir yönüyle tecrübî olduğu için hep 'bence' ve 'bana göre'ye dayanmak zorunda. Bu nokta onları hem rahatlatan hem de çıkmaza sokan bir durum. Zira bir yönüyle küfürleri meşkuk/şüpheli oluyor ve kaçmak istediklerinde ondan kaçabiliyorlar: "Ya varsa?" Fakat diğer taraftan sorumluluk almak istemedikleri yerde de yeniden inkara dönüyorlar: "Ya yoksa?" Böyle birisini, biraz Allah'ın varlık ve birlik delilleriyle sıkıştırdığınızda, eğer inkarında inatçıysa, hemen kendi 'Nazarımda yoktur' kalesine dönüyor: "Herkesin imanı kendine be kardeşim. Ben de böyle düşünüyorum." Yahut konuyu saptırıp sinizmle/alaycılıkla kurtulmaya gayret ediyor. Alaycılık da en az küsmek kadar bir kaçış yoludur çünkü.
Küsmeye geri dönelim. Bu noktada inkarcılığın da bir küsmekle başladığını söyleyebiliriz. Allah'a çözemediğiniz/fehmedemediğiniz bir noktada kızmak ve buradan başlayan öfke sizi alıp en nihayet küfrün kollarına bırakıyor. Hatta mürşidim, kafirin Allah'ın yalnızca inkarcısı değil aynı zamanda düşmanı gibi davranmasını da bu küsmeyle ilişkilendiriyor bir yerde:
Yine belki de bu fıtratından dolayı, Cenab-ı Hak, insanı acı olaylarda, şiddetli tepki göstereceği ve dolayısıyla çabuk küseceği şeylerde daha kalın sebep perdeleriyle muhatap ediyor:
Uzun lafın kısası arkadaşlar; bütün bunları tefekkür ettikten sonra Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadisine taklidî değil artık tahkiki bir iman ettim. Ve küsmenin neyin ilk adımı olduğunu ve tedavi edilmezse insanı nelere doğru götürdüğünü gördüm. Demek kuvve-i şeheviye veya gadabiye (ve onlara bağlı çalışan duygular) nazarında bir tavır değişikliği ifadesi ve bir korunma refleksi olan küsmek, üzerinde ısrar edilirse, bir zaman sonra aklın da ona argüman/savunma üreteceği; ferdî sapmanın önce şikayete, sonra adavete/düşmanlığa dönüşebileceği bir düzleme doğru gidiyordu. (Hem küsülene karşı korku, hem küsülenden intikam arzusu yaşanıyordu.) Demek bu yüzden küsmek bu kadar önemli ve üç günden fazla ardında gidilmeyesiydi. "Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, 'üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek' İslâmiyet emrediyor."
Bugün sizinle paylaşmak istediğim tefekkürüm şu: Yıllar yılı hadis-i şeriflerde (ve dahi İslam'da) küsmenin neden bu kadar önemsendiğini, hatta neden 'üç gün' gibi küsmek için pek kısa sayılabilecek bir süreyle sınırlandırıldığını bir türlü anlayamazdım. Nihayetinde insanlar birbirleriyle sık sık küsüyorlardı ve bu küsmeler de sık sık barışmayla neticeleniyordu. Hayatın bir parçasıydı küsmek... Bir 'duygusal korunma' ve 'duyguları ifade' şekliydi. Çok uzun süreli küsmeler işitmiştim, fakat onların sayısı pek azdı. Hele benim bu hadisi ilk işittiğim dönemin çocukluğum olduğu ve çocuklukta insanın, en yakın arkadaşıyla bile, gün içinde birkaç defa küsüp tekrar barıştığı düşünülürse, sıkıntım daha net anlaşılır kanaatindeyim. O dönemde küsmekle ilgili bu hadis ahlakıma çok ağır geliyordu ve belki bu ağırlığın da baskısından dolayı anlamakta zorlanıyordum. Verdiği nasihati görmezden gelmeyi seçiyordum.
Ahlakımın bir yanı rahmetli babamı çok andırıyor. (Allah merhametiyle sarsın sarmalasın onu.) Öfkelendiğimde, zarar vermekten veya tartışmayı sürdürmekten ziyade 'uzaklaşmayı' seçerim. Susmayı/yutmayı değil bakınız, onu beceremiyorum, uzaklaşmayı. Zarar vermekten haz almam. Galip gelmek de hoşuma gitmez. Karşımdakinden daha fazla zarar görürüm kazanmakla. Yaratılışım böyle. Çocukluğumda, evdekilerle kavga ettiğimde, o saatlerde sokakta gezmenin korkusunu da unutur, öfkem geçene kadar geceleri ilçeyi turlardım. Huyum bilindiğinden çok uzun süre sokakta kalmadığım sürece ardımdan aramaya çıkılmazdı. Ne zaman ki artık öfkem diner ve korku onun sesini bastırmaya başlar, o vakit karanlıktan kaçıp evime sığınırdım. Fakat nihayetinde bu da bir küsmekti bana göre ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselam eğer bunu da yasaklıyorsa doğrusu müslümanlık pek zor bir işti. Çocuk aklımla bunları düşündüğümü hatırlıyorum. Büyük aklımla da düşünmeye devam ettiğim bir mesele.
Geçenlerde mürşidimin bir metni, bu hususta bana daha zengin bir bakış açısı verdi. 17. Lem'a'nın 6. Nota'sında geçen ifadeler, küfür/inkar üzerine ittihad edenlerin aslında ittihad etmediğini söylüyordu. Peki ittihad nedir? Birleşmedir. Aynı noktaya parmak basma ve aynı şeyin altını çizmedir. İnkarcılık görünüşte aynı noktaya parmak basmak gibiyken (öyle ya, nihayetinde iddia ettikleri şey aynı şey gibiydi) nasıl yaptıkları ittihaddan sayılmıyordu?
"Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan'ı görmeyen der ki: 'Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.' Başkası da 'Nazarımda yoktur' der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez. Fakat ispat edenler demiyor ki, 'Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.' Belki 'Nefsü'l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür' der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve 'Nefsü'l-emirde vardır' der. Demek bütün dâvâlar birdir. Nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü'l-emre hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü'l-emirde nefiy ispat edilmez. Çünkü ihata lâzımdır."
Burada hakkında konuştuğumuz şey mutlak yokluğun isbatı. Ve bu isbat, asla kuşatamadığımız bir alana tekabül ediyor. Devamında yeralan şu ifadeler sanırım biraz daha durumu açıklar mahiyette: "Evet, birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy ispat edilsin." Burada belki bizi en çok şüpheye düşüren şey de şu: Şu sıralar sesleri bir miktar azalmış olmakla birlikte, Allah'ın varlığını inkar eden insanlar; daha çok bilime, dolayısıyla somut ve isbatlanabilir olana yakın isimler değiller mi? Bu insanların çoğunun isminin önünde bilimsel çevrelerde (ve hatta avam-ı nasta) saygı uyandıran 'titriler' var. Bu titri sahiplerinin iddiaları nasıl isbatlanabilir olmaz? Ve nasıl onların aksini söyleyen, genelde mesailerinin de soyut olana dair olduğu bilinen din adamlarının iddiaları somut olur? Nasıl onların gösterdiği hilale inanılır da, bunların inkarına inanılmaz?
Bana göre, zaten Bediüzzaman'ın 'nefyin isbatının imkansızlığını' dayandırdığı şey de bizzat bu arkadaşlar. Din dediğimiz, maneviyat diye tesmiye ettiğimiz alan zaten soyutun konusu. Burada soyut, somutun zıddı ve eksik olanı anlamına gelmiyor. Maalesef bu kelimeye modern zamanlarda yüklenen mana 'gereksizlik'ten başlayıp 'saçmalığa' kadar uzanıyor. Halbuki kuşatılamayan her somut soyuttur. Soyut, somutun kuşatılmayanını temsil eder. Kuşatabildiğiniz, anlayabildiğiniz, bir kalıba sokabildiğinizde buna somut dersiniz. Ama soyut, kendisinden haberdar olduğunuz, fakat çevresini saramadığınız şeydir. Duygular soyut bilgiler içerirler, çünkü çevresini sarıp formüle sokamazsınız onları. İnsanın âşık oluşu matematiksel formüllerle açıklanamaz. Her ne kadar somut meraklıları hormonlarla/genlerle bu alana da kollarını uzatmaya çalışsalar da, yine neyin/niçin olduğunu mekanize (alaycı bir ifadeyle kanunize) edemiyorlar. Bu hapsedemeyiş, onları soyut olanı aşağılayarak kendilerini yükseltmeye götürüyor: "Elimdeki az ama kuşatabiliyorum, naabeeer?"
Yani bir mümin, Allah'tan bahsettiği zaman, zaten gözle görünecek, elle tutulacak, kaşıkla içilecek birşeyden bahsetmediğinin farkındadır. O dünyayı, ayet-i kerimenin ifadesiyle 'gayba iman ederek' okumayı seçmiştir. Üst bir varlıkta, aşkın bir alanda Allah'ın varlığıyla bu dünyadaki varlığın açıklanabilir/mantıklı olduğunu görmüştür. Bunun somutun laboratuvarına sığmayacak birşey olmadığını bilir.
Ama münkir, her ne kadar materyalist çağda (diğer anlamda kuşatılanın ve kuşatanın efendiliği döneminde) ameliyesi itibar görse de, olay aşkın olanı konuşmaya geldiğinde afallar. Kainatta olan fiillerin birer faili/yapanı olması gerektiğini bilir. Ama 'aşkın faili' tamamen dogmatik bir önkabulle reddeder. Aklına göre en olabilir gelen, aslında ise en yakın olduğu için seçilen şeyi fail görmeye başlar. Tüm inkar ve şirk ekolleri, en akıllıca olanı değil, akılsızlık içinde nazarında en yakın olanı seçmiş ekollerdir.
Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abilerin güzel örneklemesinde olduğu gibi: Biri parmağını şaklattığında öteki ellerini şaplatan iki arkadaşı gördüğünde bilim, bunu şöyle açıklar: "Her şık sesinden sonra bir şap geldiğine göre, şıktan dolayı şap oluyor." Halbuki şıklatma şaplatmanın nasıl yaratıcısı olabilir?
Şıklatmayı ve şaplatmayı birbirini kovalayan fiiler olarak görüp birini diğerinin faili saymak, bir kere somutçunun şunu kaçırdığını gösteriyor: Şaplatma fiilinin faili nasıl biri/birşey olmalı? Bizim esma tefekkürü dediğimiz şey buradan besleniyor aslında. Örneğin, çıkan sesten şunu söyleyebiliriz: İki eli olmalı. Onları hızla savurup birbirine vurabilmeli. Bu gibi özellikleri sorguladıktan sonra şık'ın şap'ın yaratıcısı olamayacağı iyice ortaya çıkar/çıkıyor.
Ama somutçu kuşatabildiği ile ilgilenir. Soyut olana dair bir hemfikirlik, yani "Nefsü'l-emirde vardır"cı yaklaşım, somut olan tarafından şöyle bir karşılık bulur: "Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor." Bu yüzden sizi kendi nazar alanına, somutuna çekerek boğmaya çalışır. Siz onun nazarını her soyuta/genişe kaydırdığınızda sizi sorunlu bir alanla vurmaya gayret eder: "Allah varsa, niye bu kadar savaş oluyor?" Fakat kainatta sadece savaş mı oluyor? Ve savaş, sadece senin nazarınla gördüğün kadar mı? Ateistin avlanma şekli timsahlar gibidir. Suyuna çekerse, kazanır.
Üstelik, bir ikinci boyutta, inkarcılığın duygusal olmakla spesifik bir yanı da var. Yani bu insanlar, laboratuvarlarında, Allah'ın yokluğunu kesin bir şekilde isbat etmiş de ondan sonra "Yahu arkadaş, bunca zaman iman ediyordum, ama baktım ki deneyde, bir de ne göreyim? Yokmuş!" diyerek imansızlığa sapmıyorlar. Bu işin kesinlikle aklî bir başlangıcı yok. Mustafa Akyol'un Etkileşim Yayınları'ndan çıkan kitaplarından birisinde (arşivimi karıştırdım, fakat kitabın adından da, alıntılanan kaynaktan da emin olamadım) alıntıladığı araştırmada denildiği gibi:
Ateistlerin büyük çoğunluğu ateist olmaya çocukluklarının sonu ile gençliklerinin başı arasında karar veriyorlar. Ve bu insanlar yine buna yakın veya bundan önce büyük acılar yaşamış insanlar. Yaşadıkları acılardan önce Allah'a bir küsmek fikri yeşeriyor, ardından bunun doğrultusunda baktıkları âlemden de kendilerince/nazarlarınca deliller üretiyorlar. Yoksa hiçbirisi imanlı girdiği bir bilimsel yolculuktan sonra, "Ya bak, aslında yokmuş!" diyerek çıkmıyorlar. Hâlâ da bilimsel yolculuklardan Allah'ın yokluğuna delil çıkarılabilmiş değil. Ancak 'Nazarımda yoktur!' demek isteyenler için 'nazara göre' üretilen iddialar var.
Bunun da öncesinde; bu insanların kopuşları 'duygusal bir tepkiyle' başladığı için ister istemez inkarcılıkları spesifik ve nazara göre. Duygusal olan bir yönüyle tecrübî olduğu için hep 'bence' ve 'bana göre'ye dayanmak zorunda. Bu nokta onları hem rahatlatan hem de çıkmaza sokan bir durum. Zira bir yönüyle küfürleri meşkuk/şüpheli oluyor ve kaçmak istediklerinde ondan kaçabiliyorlar: "Ya varsa?" Fakat diğer taraftan sorumluluk almak istemedikleri yerde de yeniden inkara dönüyorlar: "Ya yoksa?" Böyle birisini, biraz Allah'ın varlık ve birlik delilleriyle sıkıştırdığınızda, eğer inkarında inatçıysa, hemen kendi 'Nazarımda yoktur' kalesine dönüyor: "Herkesin imanı kendine be kardeşim. Ben de böyle düşünüyorum." Yahut konuyu saptırıp sinizmle/alaycılıkla kurtulmaya gayret ediyor. Alaycılık da en az küsmek kadar bir kaçış yoludur çünkü.
Küsmeye geri dönelim. Bu noktada inkarcılığın da bir küsmekle başladığını söyleyebiliriz. Allah'a çözemediğiniz/fehmedemediğiniz bir noktada kızmak ve buradan başlayan öfke sizi alıp en nihayet küfrün kollarına bırakıyor. Hatta mürşidim, kafirin Allah'ın yalnızca inkarcısı değil aynı zamanda düşmanı gibi davranmasını da bu küsmeyle ilişkilendiriyor bir yerde:
"Evet, insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, eli yetişmediği veyahut tutamadığı şeylerin adâvetkârâne kusurlarını arar, adeta düşmanlık etmek ister. Madem bütün kâinatın şehadetiyle Mahbub-u Hakikî ve Cemîl-i Mutlak, bütün güzel Esmâ-i Hüsnâsıyla kendini insana sevdiriyor ve insanların kendini sevmelerini istiyor; elbette ve herhalde, kendisinin hem mahbubu, hem habibi olan insana fıtrî bir adâveti verip derinden derine kendinden küstürmeyecek. Ve fıtraten en ziyade sevimli ve muhabbetli ve perestiş için yarattığı en müstesnâ mahlûku olan insanın fıtratına bütün bütün zıt olarak bir gizli adâveti, insanın ruhuna vermeyecek. Çünkü insan, sevdiği ve kıymetini takdir ettiği bir cemâl-i mutlaktan ebedî ayrılmaktan gelen derin yarasını, ancak ona adâvetle, ondan küsmekle ve onu inkâr etmekle tedavi edebilir. İşte, kâfirlerin Allah'ın düşmanı olması bu noktadan ileri geliyor."
Yine belki de bu fıtratından dolayı, Cenab-ı Hak, insanı acı olaylarda, şiddetli tepki göstereceği ve dolayısıyla çabuk küseceği şeylerde daha kalın sebep perdeleriyle muhatap ediyor:
"Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır. Ve şer ve çirkinlik gayet cüz'îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlerinin tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şer ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zâhirîsinde görünen zâhirî çirkinlik ve fenalık ve belâ ve musibetten gelen küsmekler ve şekvâlar Zât-ı Hayy-ı Kayyûma teveccüh etmemek için, hem aklın zâhirî nazarında habis, pis görünen şeylerde, kudsî, münezzeh olan kudretin bizzat ve perdesiz onlarla mübaşereti kudretin izzetine münâfi gelmemek için, zâhirî esbablar o kudretin tasarrufâtına perde edilmişler. O esbab ise icad edemiyorlar; belki haksız olan şekvâlara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler."
Uzun lafın kısası arkadaşlar; bütün bunları tefekkür ettikten sonra Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hadisine taklidî değil artık tahkiki bir iman ettim. Ve küsmenin neyin ilk adımı olduğunu ve tedavi edilmezse insanı nelere doğru götürdüğünü gördüm. Demek kuvve-i şeheviye veya gadabiye (ve onlara bağlı çalışan duygular) nazarında bir tavır değişikliği ifadesi ve bir korunma refleksi olan küsmek, üzerinde ısrar edilirse, bir zaman sonra aklın da ona argüman/savunma üreteceği; ferdî sapmanın önce şikayete, sonra adavete/düşmanlığa dönüşebileceği bir düzleme doğru gidiyordu. (Hem küsülene karşı korku, hem küsülenden intikam arzusu yaşanıyordu.) Demek bu yüzden küsmek bu kadar önemli ve üç günden fazla ardında gidilmeyesiydi. "Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, 'üç günden fazla bir mü'min diğer bir mü'mine küsmemek' İslâmiyet emrediyor."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...