Peygamberimiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Peygamberimiz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Şubat 2015 Salı

Peygamberimiz gurme değildi

“Ey Adem oğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yeyin, için fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” A’râf sûresi, 31.

“En kısa yol bildiğin yoldur!” derler eskiler. ‘Kendimden başlamak’ bu nedenle benim için en kısa yoldan yürümek gibi. Elhamdülillah. Yazarken de böyle yapmayı seviyorum. Çünkü ilk adımı kolaylıyorum. Sahi: Ünsiyet yol kestiren bir nimettir. Varlıkla ilişkinize bir öncelik-sonralık katar. Bir teşrifat hukuku oluşturur. Emeğinizi formüle döker. Şablon sahibi yapar. Hem de daha kesin konuşabilmeyi sağlar arkadaşım. İnsan kendisi kadar bilmez başkasını. Yazarken ‘enfüs’ün bu kolaylığından istifade etmek gerek. ‘Nefsini ıslah etmek’ bu anlamda da kullanılası bir metod. Sende işe yarayan ‘sen gibi olanda da’ işe yarar. Allah herbirimizin içine aynı özden bir labratuvar kurmuş. Kalp labratuvarı. Ruh labratuvarı. Can labratuvarı. Deneysel bilgiye ulaşabilmek manevî meselelerde de mümkün.

Fakat an şartla ki: “İşte, şu mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathiri, onu tezkiye etmemek, tebrie etmemektir.” Yani: Tasannu yapmayacaksın. Kurgusal (yani ‘mış gibi’) davranmayacaksın. Neysen o olacaksın. İnsanda kendine dönüş, içini döküş, kaşıkla öz suyunu karıştırmak, çakıyla can kuyunu kazmak... Bütün bunlar en çok ‘hatalarını görmekle’ olur. İhsan Oktay Anar’ın Suskunlar’da dediği gibi: “Kusur insanın imzasıdır.” İmzasız iş yapan sorumluluk almaz. İmajı için devasını satar. Salt dışardan nasıl gözükeceğini önemseyerek içinde bir yere varamazsın halbuki. Irvin Yalom’un Bugünü Yaşama Arzusu’nda söylediğini de hatırla: “Tedavi, suçlamanın bitip, sorumluluğun kabul edildiği noktada başlar.”

O halde ‘Bismillah’ diyeyim: Yemekten anlamam. Yalnız yapmasından değil yemesinden de. Bunu elbette ‘İştahım yok’ bağlamında demiyorum. Çünkü göbeğimin şahitliğinde, maşaallah, iştahım var. Fakat buna rağmen yukarıdaki cümlemin arkasında duruyorum: Yemekten anlamam. Bir ‘entelektüel meşgale’ olarak bana çok yabancı. Benim için yemek ‘keyif alınası’ ama ‘hedef alınası’ değil. Hatta çoğu zaman ‘aradan çıkarma’ niyetiyle yiyorum. Çünkü açlık kafamı meşgul ediyor. Vücudumun, ilgisizlikten yakınan bir eş gibi bitimsiz “Neden halimi sormuyorsun?” demesi, gayrıyı düşünmeyi güçleştiriyor. Yılıyorum.

Tanıyanlar da bilirler ki: “Şuranın kurufasulyesi çok iyidir. Buranın iskenderine doyum olmaz. Filan yerin kebabı meşhurdur...” gibi şeyleri kulağımın ancak beştebiriyle dinlerim. Ağzımın yirmidebiriyle de konuşurum. O muhabbetten yarım saat sonra aynı kişi “Ne anlattım ben?” diye soracak olsa söylediklerini pekaz hatırlarım. Çünkü yemek ‘karşılanması gereken bir ihtiyaç’tır kafamda. Peşinde mekan mekan koşulan birşey değildir. Bu anlamda hep köylüyüm.

‘Köylülük yapmak’ tabirini ilk kez dünyama lise arkadaşım Azmi sokmuştu. Kulakları çınlasın. Yatılı okulların can sıkıntısı başkadır. Batak oynadığımız zamanlar, ki hiç iddialı değilimdir, kartların önem sırasını ve oyunun stratejisini pek anlayamadığımdan sık sık bana “Köylülük yapma oğlum!” derdi. Bunun anlamı önemli kartlarını hiç olmadık yerlerde kullanmaktı. Yani doğru anda kullansam çok kazandıracak kartları daha az kazandırdığı yerlerde kullanıyordum. Kafam basmıyordu yani. Azmi de, işte böylesi şeyler yaptığımda, bazen espriyle bazen de stratejisini bozduğum için, öfkelenerek “Köyülülük yapma oğlum!” derdi.

Köylülük yapmayı şimdilerde ‘aptallık’ olarak değil ‘vurgu farklılığı’ olarak anlıyorum. Hâkim olan medeniyetin önemsediği şeyleri önemsemezseniz köylü kalırsınız. Bu zekanızın ne kadar olduğuyla ilgili değildir. Yaygın olanın gücüyle ilgilidir. Yaygın olana kapılmamış ve hiyerarşisinde yukarı bir yeri hedeflememişseniz köylülük yaparsınız. (Hatta 23. Söz’deki karşılığıyla ‘antika’ kalırsınız demirciler çarşısında.) “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar...” sözünde de bu kapılmışlığın izleri vardır. Sistem ille-i gaye olarak gösterdiği şeye koşmayanları kastının altına iter. Eğer kastta daha yukarıları istiyorsanız da ‘mış gibi’ yaparak veya hakikaten kendinizi o hedeflere kaptırarak yukarı çıkabilmeniz mümkün olur. Ki bizim Batılılaşma serüvenimiz biraz da budur: Önemsediklerini taklid ederek önemli olmaya çalışma. Papağan itibarı. ‘Mış gibi’nin saltanatı.

Mürşidim bu sadedde diyor: “Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.”

Bediüzzaman’ın ‘millet’ kelimesinden kastı millet-i İslamiye olmuştur. Daha özelde kastı ise Ehl-i Sünnet dairesidir. Evet. Söylediği doğrudur: ‘Geldiğimiz yer’ ve ‘olmak istediğimiz yer’ arasında bocaladığımız her yerde kökümüze karşı istihfaf ve istihzadan kaçamıyoruz. ‘Geleneği küçümsemeden gelecek olunmayacağına’ dair yaygın bir inancımız var. Hele ki modern zamanlarda. Özellikle önemsediklerimizin çoğunu ‘saçmalık’ olarak görmeleriyle ceddimiz çok alay edilesi, hafife alınası, gerilerde şeyler. Yani elitik kibrin iki alametini ders alıyoruz burada. Nedir? ‘Geldiğin yeri hafife alma’ ve ‘geçtiğin yerle alay etme.’ Ama aslında ‘kendini hafife alma’ ve ‘kendinle alay etme.’ Size birşey söyleyeyim mi? Müslümanların Asr-ı Saadet’e, selefe, İslam geleneğine hürmeti bu elitik kibre saldıran birşeydir. Naslarımızda bu nedenle mevzu hakkında tahşidat bulunur. Bu tahşidat bir şifadır. Fakat ancak ahirzaman fitnesiyle sarhoş olmayana.

Zirvesini gelecekte değil geçmişte (Asr-ı Saadet’te) gören bir millet elbette kimliğinin parçalarını protestanca yadırgamaz. Ama bunun yerine ibresi yalnız sonrayı gösteren modern tarih anlayışını benimserseniz, ki bir nevi tarihsel/sosyal darwinizmdir bu, o zaman Asr-ı Saadet, hadis, gelenek, icma, mezhep kelimeleri bilincinizde alerji yapar. Dininizin/kalbinizin içinde ‘bu kibrin yanlış olduğunu’ söyleyen bir ses vardır. O sesle savaşırsınız. Modernistlerin İslam’ın geçmişiyle kavgası şu yüzdendir. Kabul edelim: Yerde oturan, azıklarını mübarek elleriyle yiyen, develerde yolculuk eden insanların first-class uçan, gümüş kaşıkla yiyen, Mercedes’e binen sizden-bizden yukarıda olduğunu-olacağını ve onların ‘şefaati’ için mahşerde dilenci olacağınızı düşünmek kibre büyük bir darbedir. Ve mü’min bu eğitimi çocukluğundan itibaren içinde duyar. Dinlediği-okuduğu her kıssa, her menkıbe, her hadis ona bu nasihati verir. Bu ‘had bilme eğitimini’ her yaşta alır. Ehl-i Sünnet ekseninde bakınca tarih bile mü’mine haddini bildirir. Elhamdülillah.

Çok dağıttım. Yemek konusuna geri dönelim. Çevremdeki insanların çoğunluğu dindar kimseler. (Maşaallah onlara.) Ancak arkadaşım muhabbetler hep böyle şeyler üzerine dönüyor: Sarıyer’de kebapçı, Fatih’te köfteci, Antep’te bilmem neci, vs... “Günahtır!” diye demiyorum ama özümde sıkılıyorum. Özetle virdimiz şu gibi: “Bir yerlerde birşeyleri yemek diğer yerlerde yemekten başka!” Tuhaf geliyor. Çünkü burada da aranan yalancı bir iştiha gibi. ‘Yalancı bir iştiha’ derken neyi kastediyorum? Mürşidimden yardım alayım:

“Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. ‘Hâkim benim’ der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. ‘Aman, doktor gelsin, hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün’ dedirmeye mecbur edecek. İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. tenevvüü etimeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”

İnsan, eğer gerçek iştihasını israfla kaybetmişse, yani çok yemekten, koklamaktan, tatmaktan, kullanmaktan dolayı o nimete duyarlılığını yitirmişse, yeniden duyarlı hale gelebilmek için yapması gereken şey ‘dozu arttırmak’ değil ‘daha az tüketmek’tir. Duyarlılık yitimi israftan dolayı yaşanır. İsrafa düştüğümüzü anlatmak için bir sinyaldir. Bir hikmettir. İçimize konulmuştur. Yani ki israfın delilidir. Hakeza: Oruç, kanaat, riyazet, iktisat vs. de nimete olan farkındalığımızı ‘başlangıç ayarlarına’ döndüren şeylerdir. Farkındalık ayarıdır tümü bu anlamda.

Fakat genelde bu yolu takip etmeyiz de nefsimize uyarız. Nimeti çeşitlendirerek (yani tenevvü-ü etime ile) bir iştah ararız. Nasıl? Yani: Kebap iştahımızı açmaz olduysa üstüne bir de künefe yeriz. O da sıktıysa yerine/üzerine kaymaklı kadayıf. “Bunları yemek günahtır!” demek istemiyorum. Yanlış anlaşılmasın. Bir hakikate işaret etmek için kullanıyorum. İşte, arkadaşım, bence bu tenevvünün/çeşitlendirmenin bir çeşidi de ‘yenilecek yerlerin çeşitlendirilmesi’dir. Yani köfte yerine kebap yemek, kebap yerine kavurma yemek, kavurma yerine sucuk yemek artık tatmin etmez olduğunda devreye ‘mekanlar’ ve ‘gurmeler’ girer. Bir de yenilecek yerlerin sayısı çoğaltılır. Böylece yeniden yalancı-sunî bir iştiha sahibi olursunuz. Vedat Milor’e selam olsun.

Yine zirvemize dönelim: Aleyhissalatuvesselam Efendimizin yemekler üzerine yorum yaptığına dair bir nakil işiten var mı? Bazı nimetlerin güzelliğini andığını anımsıyorum. Mesela ‘sirke’ye dair “Ne güzel katıktır!” dediği vaki. Bazıları sirkeyi ikram eden fakir sahabiyi sevindirmek için de böyle buyurmuş olabileceğini de söylüyorlar. Allahu’l-a’lem! Onun dili yalandan beridir. Her dediği haktır. Ama bundan ötede düşünelim: Sirkeyle bile mutlu olabilen bir Peygamberimiz var. Ve sevdiği/sevmediği yemeklere dair övücü/kötüleyici ifadeler kullanmadığını Hz. Aişe annemiz ve Ebu Hureyre radyallahu anhum ecmain naklediyorlar bizlere. Şimdi, o ışıltılı halleri alıyorum bir elime, bir de bizim bu Milorcuk Milorcuk hallerimize bakıyorum. Kendime kızıyorum. Sahi yemek üzerine konuşmakla kemalat sahibi olacağımızı bize kim söyledi? Cevap vermek yerine bir dua ile bağlıyorum: Cenab-ı Hak hidayetini refikimiz eylesin. Âmin.

İlmihal'in derdi KADEM'i niye gerdi?

Yıllar önce TV111'de Aleyhissalatuvesselam Efendimizin ümmiliğini 'berraklık' nokta-i nazarından ele alan bir sunum yapmıştım. E...