Vehim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vehim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2015 Cumartesi

Olmayınca daha çok olmuyor

"Çalışmama ara verir vermez gitgide daha çok batıyormuşum gibi geliyor." Virginia Woolf, Günlük'ten...

Yazmak 'işe yaradığımı' hissettiriyor. Birkaç güzel cümlenin (kendimce) kalemimden/klavyemden dökülmediği gün, çöpe atmışım gibi içimi acıtır. Sanki kaçırılmış bir fırsattır zaman. Daha kalıcı birşeye dönüşmek için. Yazamadığım şeyleri ıskaladığıma inanıyorum. Hatta onlara haksızlık ettiğime. "Şunu da yazayım!" diye not aldığım bir sürü şey var. Bazen o notun neyi çağrıştırdığını dahi unutuyorum. Canım yanıyor. O bir kere varolmuştu. Bir kere lütfedilmişti bana. Fısıldanmıştı. Kıymetini bilmedim. Acele etmedim. Acaba bir daha varolacak mı? Birbirimizi görünce tanıyacak mıyız? Belki benden alındı. Başkasına bağışlanacak. Başkasından okuyacağım ben onu. Vizontele'de Yılmaz Erdoğan'ın dediği gibi diyeceğim: "Şerefsizim benim aklıma gelmişti!" Acaba diyebilecek miyim?

Yokluğun da bir vücudu olduğunu savunanlardanım. Fakat yokluk, varlıktan öncesi için konuşulamaz. Mutlak yokluk, hakkında konuşulamayacak, hatta farkına bile varılamayacak derecede yoktur. Hayal bile olmayanla meşguliyet için emare ister. Mutlak bir meçhülün üzerine hayal kurulamaz. Başta söylediğimi biraz daha düzelterek söyleyeyim:

Vücuda bir kere gelen şey, asla tastamam yok olmuyor. Yalnız varlığı türlü çeşit 'izlere' dönüşüyor. İz de bir varoluş şeklidir. Çağrışım da. Unutulmamak da varlığın bir çeşididir. Unutmadığınız şeyin vücudu da devam eder. Bu işin sizde olan kısmı... Sadece hayalinizde onunla meşgul olmak değil kastettiğim. Daha geniş düşünün: Siz aslında yazarak da onun varlığını devam ettiriyorsunuz. Farklı bedenler buluyor o sizinle. Gidenin ardından yazılan şiirler, nesirler; edilen sözler, sitemler... Onların da bir vücudu yok mu? Işığın güneşi gösterdiği gibi, sitemleriniz/pişmanlığınız da onu göstermiyor mu?

"Nasıl ki, meselâ bir çiçek vücuttan gider; fakat yüzer tohumcuklarını ve tohumcuklarda mahiyetini vücutta bırakmakla beraber, küçük elvâh-ı mahfuzada ve elvâh-ı mahfuzanın küçük nümuneleri olan hafızalarda binler suretini bırakıp, zîşuurlara etvâr-ı hayatıyla ifade ettiği tesbihât-ı Rabbâniye ve nukuş-u esmâiyeyi okutturur, sonra gider."

Ertelenen şeylerin de bir vücudu var. Yapılmamanın vücudu. Diyelim; birşeyi 'dem bu demdir' dediğiniz bir anda yapamadınız. Sonra o ne oluyor? Bence yok olmuyor. Onun yokluğunun varlığı, daha doğrusu ıskanlanmışlığın vücudu daha da büyüyerek hayatınızı işgal ediyor. "Keşke söyleseydim!" diyorsunuz mesela. İhmalin, hatanın, kararsızlığın, çekingenliğin, 'mış gibi' yapmanın... Hepsinin bir varlığı var, omuzlarınıza yük. Sonra yük giderek büyüyor. Ondan uzaklaştıkça, yani ki demden uzaklaştıkça, yükü ağırlaşıyor. Pişmanlık olarak algılıyoruz biz bu vücudun varlığını. Vicdanın çok sezişleri var ki, bir kısmı histir. Göz nasıl ölçerse, kalp de öyle ölçer. Erteledikçe yapması güçleşiyor. Çünkü büyütmüş oluyorsunuz yokluğun vücudunu. Büyüyor, büyüyor, büyüyor... Önce 'olmazsa olmaz' olan, sonra 'mümkün değil'e dönüşüyor. Olmayınca daha çok olmuyor.

Focus'ta Will Smith, yalan hakkında şöyle demişti vurulmadan hemen önce: "Yalanın sorunu şu: Seçeneklerini kısıtlıyor. Seni giderek bir köşeye sıkıştırıyor." Her yalancı hissetmiştir bunun sancısını. Etrafınızı sardıkça kaybolduğunuzu hissedersiniz. Yalanın da bir vücudu vardır ve boğar hakikati. Yalan yalanı doğurur. O da bir başkasını. Yalanı itiraftan başka hiçbir şey onaramaz. Çünkü kurgu dünya artık başlamıştır. Gerçek dünyadan bir kere çıkılmıştır. Tekrar itiraf/tevbe ile gerçek dünyaya dönülmezse giderek ayaklar yerden kesilir. Yalancı, gün gelir öyle bir hale gelir ki, söylediği yalanlara 'yalnız kendisinin inandığı' bir doğruluk atfeder. Çünkü gerçekten kopar. Kıyaslayacağı gerçeği kaybettikten sonra yalan neden yalan olsun? Fakat Rahman sûresi, böylesi ikinci bir dünyanın olmadığını ne kadar açık söyler bize: "Ey cinler ve insanlar topluluğu! Göklerin ve yerin sınırlarından çıkmaya gücünüz yeterse çıkın."

Bediüzzaman İşaratü'l-İ'caz'da diyor ki: "Kizb, kudret-i İlâhiyeye bir iftiradır." Neden Allah'a iftira olsun yalan? Çünkü o öyle yaratmadığı halde sen öyle olduğunu söylüyorsun. Yalan söylemenin hakikate vurduğu kılıç bu: 'Paralel' fakat 'vehmî' evrenler oluşturmak. Mahşer günü kaçılamayacak evrenler... Hakikati olmayan spekülasyon vücutlar... Yine mürşidimin dediği gibi: "Dalalet vehmîdir." Öyle olmayana 'öyleymiş' gibi davranmaya başladıktan sonra seni hakikatin yanında kim tutabilir?

Yalan söyleyenin etrafında sıkışan çember, bir önceki yalanının ne olduğunu hatırlamakta zorlanmasıdır. Vehmin hafızası, hakikatin ise öncesiyle çelişkisi yoktur. Bir adım ilerisiyse; yalanlarının, sonraki yalanlarının ayaklarına dolanmasıdır. Bunu bir düzlem içine çizdiğiniz doğru ve onunla şu an için olmasa bile eninde sonunda mutlaka kesişecek diğer doğrular üzerinden değerlendirin. Bir yalana, yalandan da olsa vehmî bir vücut veriyorsunuz. O vücut başladığı yerde bitmiyor. Sakın böyle düşünmeyin. Ekilmiş bir tohum gibi, büyümeye devam ediyor. Belki Bediüzzaman biraz da bu yüzden 2. Lem'a'da şöyle diyor: "Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var."

27 Kasım 2014 Perşembe

Kibritinden kork arkadaşım

İnsanın ‘yaratma’ hususunda kafasını en çok karıştıran budur: Yıkmak kolay ama yapmak zordur. İkisi de eylemsel durdukları halde, birisinde tek bir parmak dokunuşuyla, bir bombanın düğmesine bakmakla mesela, korkunç büyüklükte sonuçlar elde edilebilirken diğerinde bir parmakçık ileriye gidilemez. Ne bileyim? Bir tuşla toprak yaratılamaz. Çiçek açtırılamaz. Bahar getirilemez. Birşeyi varetmek, sırf niyet-dua-dilek olarak arkasında durmaktan öte, sahada da her anlamda arkasında durabilmeyi gerektirir. Varoluşu için lüzümlu bütün yükü çekmeyi gerektirir. Varetmenin her yönüne kifayet edebilmeyi zaruri kılar.

Evet. ‘Hayır’ her zaman vücudî-varlıksal olana bakar ve bir tasarım-organizasyon işidir. Yıkmanın eylemsel yönü yapmaya benzese de özünde o ademîdir. Düzen, kaosun aksine, ‘kuvvet’le ilişkisinden önce ‘ilimle’ ve ‘irade’ ile ilişki kurar. Sebeplerin vehmettiğimiz gücüyse böyle bir süreci kaldıramaz. Arı balın kimyasını bilemez. Güvercin haritacılık yapamaz. İnekler biyolog değildir. Bulutlar merhameti bilmez. Bir fiili yaratmaya bir ‘Allah’ gerekir.

Her fiili yaratmaya ‘bir Allah’ gerekir. Çünkü hiçbir fiil yalnız değildir. Kainatı kuşatan düzenin parçasıdır. Kargaşaya dönüşmemesi için de düzenleyen ‘bir’ olmalıdır. Ancak, tek yaratan Allah olduğu halde, sahada sebeplere de müracaat edilir. Çünkü sebeplere müracaat yaratılışın teşrifatıdır. Edebine ittibadır. Uygun dilde edilmiş duadır. Arkadaşım, işte bu nedenle, tek yaratanın O olduğuna iman etmek, yani tevhide iman etmek, sebepler perdesini inkâr etmeyi gerektirmez. Sadece ‘yaratılışı kaldıramayacaklarını’ bilmeyi gerektirir.

Peki insana hayali neden verilmiştir arkadaşım? Benim buna cevabım “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla şöyle: Hayalgücümüz bir nevi bizim 'mevhum rububiyet' dairemizdir. Orada kendimizce birşeyler kurgulayarak sahadakiyle kıyaslarız. Malımızı mülkümüz tahayyül ederek Allah’ın mâlikiyetini kavrarız. Fakat, kurguyu sahada da aynısıyla beklemek, Allah'ın hakiki Rububiyeti ile mevhum rububiyetimizi karıştırmak demektir. Allah o mikyası, ‘Onu anlayabilelim’ diye vermiştir, ‘Hakikaten öyle olduğumuzu düşünelim’ diye değil. Öyle ya: Elindeki cetveli ölçü olarak kabul etmezsen başkasını nasıl ölçeceksin? Vehim birçok şekilde böylesi ölçüler sahibi olmamıza yarar. Düşünsene: Kimse dünya üzerine kalemle çizgiler çekmiş değil. Ama paralellerin-meridyenlerin varlığını vehmetmezsek ‘koordinat’ diye birşeyin varlığından da bahsedemeyiz.

Buradan şuraya geçelim: Üzerine konuşarak epeyce vaktinizi aldığım şeyin evlenecek çiftler açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü hepimiz ahirzamanda pek hayalperest dünyalarda yaşıyoruz. Hassaten çağın en büyük hayalgücü sömürücüsü-manipülatörü sinema sektörünün kadın-erkek ilişkisini sıkça malzemesi olarak kullanması, ellerindeki yalancı cennetler sayesinde, evliliği veya aşkı sahadakinden farklı şekillerde algılamamıza neden oluyor bence.

Her zaman yakışıklı/güzel olan, her zaman çok sıkı espriler yapan, her zaman nihayeti tatlıya bağlanan ve her zaman karşılığını bulan aşkların dünyası o dünya. Film icabı bir karakter başına gelen her kötü olayı unutabilir veya kötü bir sözü arkasında bırakabilir. Siz de bir seyirci olarak bundan memnun olursunuz. Fakat hakikatte insan ne kadar arkasında bırakmaya müsaittir? Bu nedenle kalp kristalini beraber tuttuğumuzu bilip ona göre dikkatlice yürümenin istikametli olacağını düşünüyorum. Bununla hayalgücü evreninden fıtratın gerçeğine daha sık yüz çevirmemiz gerektiğini söylemek istiyorum. Evet. Arzumun özü bu. Üstelik kristalin taşınması boyunca ayağınıza çelme takan birdolu insan/durum da olacak. Yani perimasallarında 'Sonsuza dek mutlu yaşadılar...' şeklinde öğretilen aşk, sahada pekçok sıkıntıyla karşılaşacak, gelecek de sorunsuz olmayacak. Sebepler dairesi ortadan kalkmayacak. Bu sebeble burada da mevhumu hakiki olanından farkedebilmeliyiz. Mevhum bizi şevklendirmek içindir. Hakiki sanılmak için değil.

İşte, bu eşikte hayrın varlıksallığı şerrin yokluksallığı, yıkmanın kolay yapmanınsa zor olduğu hiç aklınızdan çıkmamalı. Siz bir bütünlüğe, yani parça parça sahip olduğunuzun daha üstü bir varlığa, hayatlarınızdan kurulacak bir binaya ulaşmaya karar veriyorsunuz. Evlilik bu. Ayrıyken muhatap olduğunuz dünyadan daha fazla sebeple, daha fazla iradeyle ve daha sıkı bir organizasyonla bu iş yürüyecek. Destekler artabilir ama sorun çıkma ihtimali de artıyor. Eserin sanatı yükseldikçe onun için omuzlanması gereken emeğin miktarı da çoğalıyor. ‘Ben’den ‘biz’e dönüşmenin illa ki insana yüklediği bedeller var.

Böylesi bir sürece girdiğinizin şuurunda olup, yaptığınız şeyin bir yapmak, dolayısıyla kolay kırılabilir bir kristal olduğunu bilmek, dönülmez noktalara gelmekten koruyucu olabilir. Biraz da bundan Bediüzzaman’ın ‘hayrın vücudîliği’ ve ‘şerrin ademîliği’ üzerinde bu kadar sık durmasını manidar buluyorum. Öyle ya: Varlığı nasıl algıladığımız onda ne bulduğumuzla yakından ilintili. Bir kristali elinizde tuttuğunuzu bilmek, eşsiz bir düzene dahlolduğunuzun farkında olmak, elbette bir plastik topu taşımaktan daha dikkatli davranmaya zorlar sizi. Büyük resmin gösterdiği manzaraya uyanmak işgal ettiğin izi bozmaktan daha fazla korkutur. Güzel bir endişe verir. Nihayetinde zarar verdiğin tek sen değilsindir. Bazen bir kibrit alevi koca bir binayı mahveder. Kibritinden kork arkadaşım. Fırsatını bulursan kendi ademîliğinden de ‘her hayır elinde olana’ sığın.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...