“Bu âyetin Sâniin vücut ve vahdetine işaret eden delillerinden biri de inayet delilidir. Bu delil, kâinatı ve kâinatın eczasını ve envâını ihtilâlden, ihtilâftan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususatını intizam altına almakla kâinata hayat veren nizamdan ibarettir. Bütün maslahatların, hikmetlerin, faidelerin, menfaatlerin menşei bu nizamdır.” İşaratü’l-İ’caz’dan.
Arkadaşım şimdi diyeceğimi de “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla tefekkürünün avuçlarında tut isterim. Bana öyle geliyor ki: Zulüm varedemeyenin yıkarak-yokederek yaratıcılık taslamasıdır. Yani varedişte bir yalancılıktır. Kalpazanlıktır. Dolandırıcılıktır. Nasıl? Çünkü yoketmek de tıpkı varetmek gibi bir yanıyla eylemseldir. (Zâhiren) Fiiler sonucu gerçekleşir. (Yeni zâhiren) Seçimler sonucu oluşur. Varedenin vücudî ‘ol’durmalarla bunu gerçekleştirmesi yokedeni de ademî ‘son’landırmaları hakkında heyecanlandırır: “Belki yeterince boyarsam bu eşek de at diye satılır ha?” Bile isteye bir aldanıştır bu aslında. Acizlikten beslenen bir 'mış gibi' kandırmacasıdır. Nemrud’un İbrahim aleyhisselama öldürdüğü/bağışladığı kişiler üzerinden yaptığı demagojidir. Öyle ya: Her eylemi 'varoluş' olarak eşitledikten sonra yıkmanın yapmak kadar varlıksal olmadığını kim söyleyebilir?
İşte, elhamdülillah, zamanın müfessirliği burada devreye giriyor arkadaşım. Hakikat her eylemin vücudî olmadığını zamana yayılmış sonuçlarıyla söyler. Akıbeti üzerinden cevaplar. Vücudî olanın akıbeti de vücuddur. Ademî olanın ahiriyse ademdir. Varlığa adanan varlığa gider. Yokluğa adanan yokluğu bulur. Zaman seçimlerin turnusoludur. Yıkmanın yapmakla bir türden olmadığı böylece anlaşılır. Neden? ‘Eylemsel varoluşlar’ın ömrü ‘varlıksal eylemler’den kısadır çünkü. Yalancıların mumu yatsıya kadar yanar. Fakat ‘an'da iş böyle olmaz. An nefisperestleri aldatır. Yatsıya kadar yalanın da bir sınanmamış bir vücudîliği vardır. Aceleciler bu tuzağa düşer. Kalp/sahte varlığa aldanır. Hatırlarsın. Mürşidimin verdiği misallerden birisidir: Görmeyi aceleyle arzulayan için kirpiğinin takavvus etmiş beyaz kılı dahi hilal olabilir. Onu kandırabilir. O da onunla kandırabilir. Gözlem kuram yüklüdür. Nihayetinde 'neyi aradığınız' ile 'neyi bulduğunuz' birbirini etkilemez evrenler değiller. 'Aramak' ve 'bulmak' arasında her zaman etkileşim var. Niyetin-nazarın amellere etkisi de bu anlamda bir ihtar sayılmaz mı?
Anı yaşamanın bir ‘ahirzaman mottosu’ haline gelişi altını çizmeye çalıştıklarımdan uzağa düşmüyor arkadaşım. İnan bana. Sarhoşluğun en basit formülüdür bu: Anda boğulmak. Aldanmak istiyorsanız anlarda boğulmaya ihtiyacınız var. Mustafa Özel Hoca’nın Roman Diliyle İktisat’ta dediği gibi: “İnsan kaybetmek için oynar. Kaybetmek istediğiyse para değil kendisidir.” Peki anlar nasıl bir sarhoşluk yaşatır bize? Belki biraz şöyle: Anlarda eylemlerle varolabilirsiniz. Sonuçlarını önemsemezsiniz. Sonuçlar sonraki iştir çünkü. Anlarda cümle eylemler 'varedişmiş gibi' görünebilir. Fakat Kur'an-ı Hakîm'in de buyrulduğu gibi: "Akıbet takva sahiplerinindir." Eğer anı aşan tefekkürlere sahip olursanız, o zaman, her eylemenin varlıkla sonuçlanmadığını görürsünüz. Nihayeti size hakikati söyler: "Zeval-i lezzet elemdir!" Çünkü tatmak varetmek değildir. Vuslat sahip olmak değildir. Ulaşmak kalmak değildir. Bediüzzaman'ın da eserlerinde belki en çok dikkatimizi çektiği durumdur:
"Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi, ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz."
Başta bir parça zikrettim. Bence bu ayrım en çok İbrahim aleyhisselam ile Nemrut arasındaki diyalogda göze çarpıyor. Kısa bir mealini alıntılayayım: "Allah kendisine mülk verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut'u) görmedin mi! İşte o zaman İbrahim: ‘Rabbim hayat veren ve öldürendir’ demişti. O da: ‘Hayat veren ve öldüren benim’ demişti. İbrahim: ‘Allah güneşi doğudan getirmektedir, haydi, sen de onu batıdan getir’ dedi. Bunun üzerine kâfir apışıp kaldı. Allah zalim kimseleri hidayete erdirmez..." Öyle ya: Hayat denilen mucize, Nemrut'un, anlık seçimlerle birisini öldürmesi veya sağ bırakmasından ibaret değildir ki! O çok daha karmaşıktır. Can anlardan aşkın birşeydir. İbrahim aleyhisselamın muhteşem cevabı bize bu dersi verir.
Hayat güneşin doğmasına-batmasına da bağlıdır. Dünyanın dönmesine-gitmesine de bağlıdır. Kainatın eksiksiz bir biçimde, tıpkı bugünkü gibi, varoluşuna da bağlıdır. Ve hatta günümüz fizikçileri öyle sabitelerden bahsetmektedirler ki, onlar herşeyin başında tam o şekilde olmasa, hayat da şimdide varolamayacaktır. "Demek sivrisineğin gözünü halk eden güneşi dahi o halk etmiştir. Pirenin midesini tanzim eden manzume-i şemsiyeyi de o tanzim etmiştir!” cümleleri de bizi bu hakikati görmeye davet eder. Elhamdülillah. Evet. Demem o ki arkadaşım: Varın varolması ‘yalnız başına olmamasına’ bağlıdır. Yalnız başına varolan aslında yoktur. Yıkım yalnızdır. Kopuk bir eylemdir. "İman bir intisabdır." Yalnız başına varolan eylemdir. Bir fiiler bütünü olarak varolan ancak varlıktır.
Arkadaşım, Nemrut'un eylemselliğini varlıksallık sanmasına, İbrahim aleyhisselam ‘eylemlerin ancak birer andan ibaret olduğuna’ işaret ederek cevap verdi. Böylece bize de şunu gösterdi: Hayat, tek bir fiilin değil, başlangıçtan bugüne düzenli bir sistemin varlığıdır. Ancak sistemin bütününü yaratan tarafından yaratılabilir. Bir elma için bir kainat gerekir. Bir sinek için bir güneş gerekir. Demek bir damlacık hayat için dahi tevhid gereklidir. Nemrut’un zulmü hayat olamaz. Çünkü varlık olamaz. O üzerine hiç yakışmayan bir ilahlık rolü taslamaktadır.
Peki zulüm nereden çıkıyor? Zayıf olan, zayıflığıyla yüzleşmekten teberri ettiğinde, eylemselliği seçiyor arkadaşım: "Birşeyin vücudu bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise bir cüz'ünün ademiyle olduğundan, zayıf adam, iktidarını göstermek için tahrip taraftarı oluyor. Müsbet yerine menfice hareket ediyor." Bak sen şu işe: Aczinin şuurunda olmanın böylesi bir faydası da var demek ki. Menfice eylemsel olmak yerine müsbetçe varlıksal olmayı seçiyorsun. Adem yerine vücuda adanıyorsun. Anların sahibi olmaktansa zamanın parçası oluveriyorsun. Göstermeye çalıştığın bir iktidar yok çünkü. Hilkatin sende olmadığının farkındasın. Sen sadece parçasın. Ne diyerek bitireyim arkadaşım? En iyisi şu galiba: Cenab-ı Hak bize parçalığımızı unutturmasın. Âmin.
elem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
elem etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 Mayıs 2016 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...