maneviyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
maneviyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2025 Cumartesi

Bismillah neden her hayrın başı?

Başlangıcımız şurası olmalı bence arkadaşım: "Maneviyat bize neden lazım?" Evet. Ancak bu soruya cevap verdikten sonra manevî olanın bilgisine erişebiliriz. Yoksa rüzgârın kayadan hiçbirşey koparamaması gibi üzerimizden eser gider. İlimler ihtiyaçlar üzerine kuruludur. Yara ışığın vücudumuza sızdığı yerdir. İhtiyacı olmayanın ilmi de olmaz. Sorusu olmayanın da ihtiyacı olmaz. O yüzden bizi önce sorularımızla tanıştırmak gerek. Ben de şimdi bunu yapıyorum. En azından deniyorum. Hem sana hem kendime soruyorum: "Maneviyat bize neden lazım?" Onsuz yaşanmaz mıydı? Varlığını bilmeden geçmez miydi hayat? Şol düğümü çözebilirsek inanmayı da konuşabiliriz. Çözümün ilk hamlesini deneyeceğim bir de. Ve yine çiçek gibi ortamıza bırakacağım bir soruyu: "Varolan herşeyin en temel isteği nedir?"

Varolan herşeyin en temel isteği 'var kalmak'tır. Çünkü tanıdığı herşeyi varolarak tanımıştır. Varolmamanın ne olduğunu bilmez. Tanımlayamaz. Kestiremez. İstemez. O yüzden hiçliği düşleyemez bile. Bu var kalmanın da iki vechi vardır: 1) Varolan herşey varlığının eksilmemesini ister. 2) Varolan herşey varlığının artmasını ister. Bunlara şimdilerde 'korunma güdüsü' ile 'menfaat güdüsü' gibi isimler veriyorlar. Onları da kulağımıza küpe edelim. Ancak bizim ulemamız mezkûr iki temel kuvveyi şöyle isimlendiriyor: 1) Kuvve-i gadabiye. 2) Kuvve-i şeheviye... Bir de üçüncüsünün gerekliliğini katmışlar işin içine. Maşaallah. 3) Kuvve-i akliye. Bu da lazım. Zira zararlıyı menfaatliden ayıramadan diğer ikisinin görebileceği bir fonksiyon olamaz. Yani 'kuvve-i akliye' diğer 'temel güdüler'imizin çalışabilmesinin tek yoludur. Aklı olmayanın yükümlülüğü yoktur. Aklı olmayanın imtihanı yoktur. Aklı olmayanın dini de olmaz. Bunlar bize nicedir zaten öğretilmiştir.

Varlıkta bir yer tutmak kendisine bahşedilmiş herşeyin bu kuvveleri ya bizzat vardır yahut da dahil olduğu küllî hayat nedeniyle vardır. Eğer tek tek atomların kendi iç sistemlerini korumaktaki temayüllerini görmeyip onları cansızlardan sayıyorsan, dahil oldukları hayatlı vücudlar sayesinde, yine bir çeşit hayata mazhar olduklarını düşünebilirsin. O zaman bu kuvveler dahil oldukları hayatların kuvveleri olurlar. Ve o cansız addettiklerin de o kuvvelerden izler taşırlar. Çünkü, mesela, hücremizin zarı 'bir hayat tezahürü olarak' seçici-geçirgen olduğu gibi dünyamızın atmosferi de 'seçici-geçirgen'dir. Güneşten gelen ışıkları süzer. Isının ne kadarı kalacak ne kadarı gidecek o atmosfer sayesinde kontrol edilir. Meteorları mümkün mertebe parçalaya parçalaya içine alır. Büyük lokmalar halinde yutmaz. Yani sanki küremiz de hayata mazhar gibidir. Ancak onunkisi beşerinki kadar yüksekçe değil. Daha çok bir hücrenin tepkilerine benzemektedir.

Hayata mazhar olan herşey kendi iç sistemini dışından ayırmayı biliyor. Tek hücreli seviyesinde veyahut insan kadar... Her şekilde aynı temel bilinç var. (Tezahür şiddeti değişik tabii.) O nedenle kendisine zararlı olan şeylerden kaçıyor. Faydalı olan şeyleri de elde etmeye gayret ediyor. Ve ikisini birbirinden ayırabiliyor. Varlığını devam ettirme arzusunun bir delili bu. Yani varolan herşeyin 1) Varlığını arttırmak istediğini 'menfaatini kovalamasından' anlıyoruz. Besleniyor, büyüyor, çoğalıyor vs. 2) Varlığının eksilmemesini istediğini 'zararlardan kaçmasından' kavrıyoruz. Savunma sistemleri var, sakınıyor, yaralanırsa iyileşmeye çalışıyor vs. Bu iki kuvvenin hayatımızdaki varlığını kabul ettikten sonra iş şimdi bu varoluşun kaç boyutu olduğunu kavramaya kalıyor arkadaşım. Onu da ulemamız bize böyle öğretmişler: Birşeyin yoktan vara veya vardan daha başka bir vara geçebilmesi için üç şey lazım. 1) İlim 2) İrade 3) Kuvvet. Peki bu ne demek oluyor?

Yapmak yıkmak gibi değil. Varlık da yokluk gibi değil. Birşeyin yapılması uzun/sistemli emekler gerektirirken yıkımı çok çabuk gerçekleşebilir. Bir yılda yapılan bina bir günde yakılabilir. O yüzden biz vücuda gelen herşeyi 'takip edilmiş sonuçlar' ile açıklayabiliriz. Yani bu şeyde kudret gelişi güzel kullanılmamış. Belli ölçüler içinde tatbik edilmiş. Bir tarlanın sulanması gibi kontrollü şekilde olmuş hepsi. Sel gibi akmaya bırakılmamış. Zaten selden varlık çıkmaz. Sel olanı da yokeder. Ama tarlanızı düzenli suladığınızda bol bol ekininiz olur. İşte, kudretten varlık çıkması için gerekli olan kardeşleri irade ve ilmin gerekliliğini farkettiğin an, kaos ile düzeni de birbirinden ayırırsın.

Mesela: Çay yapmak bir gelişigüzellik değildir. Çay yapmayı bilirsin. Kurallarına riayet edersen ancak çay sahibi olursun. O kuralları bilmek sende çay yapmak fiilinin 'ilim' yanını ifade eder. Fakat ilminde sadece çay yapmak yok ki. Sen kahve yapmayı da bilirsin. Belki yemek yapmayı da bilirsin. Kudretinin bu ilimlerden birisine akabilmesi lazım. Onu da sağlayan iradendir. İrade kudretin akacağı ilmi seçer. Eğer iraden olmasaydı ilmi sende bulunan herhangi birşeyi seçemeyeceğin için vücudu mümkün olamayacaktı. Üçüncü olarak gerekense kudrettir. Eğer çok hasta olsaydın, ne kadar iyi bilirsen bil ve ne kadar istekle seçersen seç, yine de bana çay yapmayı beceremeyecektin.

Vücudda, yani varlıkta, kudret maddeye bakarken, ilim ve irade ise maneviyata bakar. Fâtır-ı Hakîm olan Sultanımın beni hangi ilim-irade üzerine yarattığını bilmem, en özünde kendi anlamımı bilmem, yani maneviyatımı bilmemdir. Benden muradını anlamam beni varlıkta tutar. Beni hangi marifetle donanmak için yarattığını bilmem beni varlıkta tutar. Varoluşumun madde tarafına dair çabalarım bir noktadan sonra içimdeki kararsızlığı engelleyemez. Bir süpernova gibi patlayıp kendi içime çökebilirim. Bir karadeliğe dönüşebilirim. Nasıl ki binaları onların maneviyatı diyebileceğimiz planları, o plana göre inşaları ayakta tutar, beni de kendi planıma göre yaşamak tutar. Ben de Hâlık-ı Rahîm olan Sultanımdan maneviyatımı öğrenmezsem zamanda/mekanda inşa edilmiş varlığım illa ki yıkılmaya yüz tutacaktır.

Şeriat dediğimizde kastettiğimiz bu oluyor. Din de aslında budur. Vahiy de bize bunun için gönderilmiştir. Sünnet-i Seniyyenin rehberliği de bunun için vardır. Hepsi bizde, varlık kalıbımızda, 'içerik de bulunsun' diye bağışlanmış hediyelerdir. İçeriksiz kalıp boştur. Manasız madde boştur. Çünkü madde mana üzerinde kuruludur. Her inşanın arkasında fikir var. Her tasarımın arkasında bir hayal saklanır. Maddî vücuda ulaşmadan önce o şeylerin maneviyatları vücuda gelmiştir-getirilmiştir. Maddeleri o manevi kalıpların üzerine dikilmiştir. Mesela: Sürekli bilim bilim diye birşeyin altını kazıyoruz. Peki aslında ne yapıyoruz? Belki de o şeyin maneviyatını araştırmaktan ibarettir.

Hayatıma tutunabilmem için ben de anlamımı arıyorum. Anlamımı aramak maneviyatımı aramaktır. Maneviyatımı aramak da maddemi tamamlayan kardeşleri aramaktır. Onları bulduğumda varlığım tamam olur. Onları bulamazsam kuvvelerim tatmin olmaz. Ben de bu tatminsizlik içinde boşluğa savrulurum. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur!" hakikati buradan bize gözkırpmaya başladı. Anlamımı bulamadığımda herşey yarım kalmaya başlıyor. O kadar anlamlandıramadığım şey birikir ki masamda, kalbimde, ruhumda, kafamda. En nihayet onları taşıyamaz olurum. Boğulurum. Varlığımın yarımlığı vücudumu eziyete çevirir. İşte ihtiharların müzmin nedeni.

"Bismillah her hayrın başıdır!" cümlesine bir de buradan bakalım. Bediüzzaman Hazretleri elbette bu cümleyi söylerken 'hayır' ile 'varlık' arasındaki bağlantıyı biliyordu. Hayır demek varlık demek. Varlığa dair olan demek. Eğer kangren olmuşsam, Allah muhafaza, kolumu kesmek hayırdır. Eğer tokluk beni şımartıyorsa oruç tutmam hayırdır. Varlığın en hayırlı şekliyse elbette sonsuzluktur. Yani âdemoğlu sonsuzluktan daha şiddetli bir varlık türü tahayyül edemez. Varlık türlerinin en devamlısı sonsuzluktur. Biz, iki şey arasında hayırlı/hayırsız ayrımı yaparken bile, aslında onun devamlılığına bakarız. "Bunu alman senin için daha hayırlı olur!" dediğimizde genelde kastettiğimiz o seçeneğin daha kalıcılık barındırdığıdır. İnsan, fanilikleri şiddetlendikçe, şeylerde hayır bulamaz hale gelir. Bunun istisnası ademdir. Yokluk ancak geçicilik kazandıkça güzelleşir. "Zeval-i elem lezzettir." Varlık geçicilik kazandıkça acıtır. "Zeval-i lezzet elemdir."

Cehennemde kalmak acıdır. Çünkü o yoksunluğumuzu büyütür. Cennette kalmak lezzettir. Çünkü o varlığımızı besler. Sonsuz bir varlığa ise ancak yine kendisi sonsuz bir Sultanın sayesinde ulaşabiliriz. 'Allah' diye dünyamıza girmiş hakikat, esasında bize, varlığın bu faniyat âleminden ibaret olmadığının müjdesini taşır. Bu fâniyat âleminin ötesinde hiçten vara çıkaran bir Sonsuz Sultan vardır. O 'zaman ötesi'dir. Zamandan aşkındır. Mekansızdır. Mekanlardan yücedir. Mahlukatı cinsinden olmaktan münezzehtir. Zaten faniyatı açıklamak için faniyat cinsinden olmayan birşey gerekir. Böylece dünyamıza Allah tasavvuru/tefekkürü girer. Bu tasavvur/tefekkür girdikten sonra da işte, biz, gerçek varlığa erişiriz. Sonsuz bir Allah'ın marifetiyle başlayan cümlemiz en nihayet varabileceğimiz en hakiki hayra erer. Allah varsa sonsuzluk ümidi vardır. Allah varsa varlık gerçekten vardır. Allah varsa hakikat vardır. O yüzden deriz: "Bismillah her hayrın başıdır."

"Maneviyat bize neden lazım?" diye sorduk, bak, nerelere geldik arkadaşım? İyisi mi seni de kendimi de daha fazla yormayayım. Zaten bu yazı da epey karışık birşey oldu. Düğüm çözmeye niyetlenmiştik, heyhat, düğümleri çözen ancak Allah'tır. Ona hamdedelim. Ve içimizdeki düğümleri çözmesi için ona dua edelim. Zira çözenlerin en hayırlısı da yine Odur. Diğer bütün bilmekler Onu bilmenin vesilesidir.

19 Ocak 2016 Salı

Kalp neden arş gibidir?

"Beni bir çocuk bile vurur..." Ahmet Kaya, Dokunma Bana şarkısından.

Bu yazıyı, Ahmet'in sezgisine dair bir notu olarak görürseniz sevinirim. Çünkü söyleyeceğim şeylerin altlarının ne kadar dolu olduğuna dair ben de endişeliyim. Bu notta üzerine konuşacağımız şey, arş. Arş, varlığını bildiğimiz, ama niteliğini veya nerede olduğunu bilmediğimiz bir yer. Kur'an'da ve hadislerde çoklukla bahsi geçiyor ve bu çoklukla zikrediliş varlığına iman etmeyi bir mü'min için kaçınılmaz kılıyor. Bu meselenin zaten malumunuz olan tarafı. Belki katılacağınız/katılmayacağınız yorumum ise, mürşidimin arş ve kalp arasında kurduğu benzerliğe dair olacak. Hatta mürşidimin ifadelerinden anladığım kadarıyla bu benzerliği kuran ilk kişi kendisi de değil. Tasavvuf mabeyninde zaten yapılıyor olagelen bir kıyaslamaya dair analiz bu:

"Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre 'Güneşin bir aksi bende vardır' der. Fakat 'Ben de deniz gibi bir âyineyim' diyemez. Öyle de, esmâ-i İlâhiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamât-ı evliyada öyle merâtip var. Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat 'Ben de Arş gibiyim' diyemez."

Fakat sanmayın ki, Bediüzzaman'ın konuya dair tesbitleri sadece bu metinden ibarettir. Başka bir yerde de 'hususiyet' ve 'umumiyet' ekseninde ilham ve vahiy kıyaslaması yaptıktan sonra 'kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der...' diyerek şunları söyler: "'Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînden haber veriyor.' Hem der: 'Kalbim Rabbimin âyinesidir, arşıdır.' Demiyor, 'Rabbü'l-Âlemînin arşıdır.' Çünkü, kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nisbet-i ref'i derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." Evet, veli aldığı ilhamı vahiyle karıştıramaz; çünkü kendisiyle 'kendisine özel/hususi' konuşulmaktadır. Bir nebiyle yapılan konuşma ise geneldir/umumidir. Herkes için söylenmiştir ve herkes için bağlayıcıdır ve herkese göredir.

İşte tam da bu noktadan hareketle, arşa dair yorumum şu: Birşeyin arşı, onun en çok etkilendiği veya etkilenmeye başladığı yerdir. Biraz daha açarsam: İnsanda kalp ve varlık âleminde arş, her iki varlık için de, Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en 'yoğunluklu' veya 'ilk' hissedildiği yere tekabül ederler. Arş için Kenan Demirtaş Hoca'nın bir keresinde 'kainatın yönetim merkezi' ifadesini kullandığına şahit olmuştum. Kabul etmekle birlikte 'yönetim' ifadesinin içine, irade sahibi insan için, bir de 'etkileniş' anlamını katmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.

İnsan, dış etkilerden önce ve en yoğunluklu olarak kalbiyle etkilenir. Sevdiğiniz birisi size yüzünü astığında veya kaşlarını çattığında veya küstüğünde bunun tesir ettiği ilk yer kalbinizdir. Hatta türkülerde/şiirlerde kaşların yaya, kirpiklerin oka benzetildiği ve o okun saplandığı yer olarak da kalbin tasvir edildiği pekçok ifade vardır. Çünkü hakikaten o gözün veya kaşın sanki ilk görüldüğü (tesirinin ilk görüldüğü) yer kafadaki göz/kulak veya baştaki akıl değil, kalptir. Etkilenmeye oradan başlandığını, tesirini ilk orada hissettiğinizden, metinlerinizde öyle dile getirirsiniz.

İşittiğiniz sözler içinde en çok etkilendiklerinizi hatırlayın. Onların nerenizle konuştuğunu düşünmüştünüz? Hatta daha söylenirken bile, onların nereden çıktığını tahmin etmiştiniz? "Adam kalpten konuşuyor!" dediğinizde veya "Kalbimden geçenleri söyledi!" diye ifade ettiğinizde kastettiğiniz yine bu etkinin başlangıç noktası ve yoğunlukla yaşandığı yerdir. Yani bana göre insan önce kalbinden etkilenmeye başlar. Sair duyular bu etkinin sadece taşıyıcılarıdır. Göz, görür, ama böyle bir etkiyi yaratamaz. Kulak işitir, ama etkiyi hissedemez. Ancak kalptir ki, verisel bilginin etkiye ve etkileyici bilgiye dönüştüğü makamdır. Maddesel olan 'duyu'nun, manevi olan 'duygu'ya dönüştüğü yerdir.

İşte bilginin etkiye dönüştüğü makam, yani arş, kalp olduğundan dolayıdır ki, kalp mühürlendiğinde iş biter. "Andolsun ki, peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat önceden yalanladıkları gerçeklere iman edecek değillerdi. İşte kafirlerin kalplerini Allah böyle mühürler." Ve Kur'an bu hali şöyle tasvir eder: "Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler."

Buraya kadar söylediklerimden hareketle diyebilirim ki: Mahlukat âlemindeki arş da insandaki kalp gibidir. Kainatta Cenab-ı Hakkın her an işlemekte olan tasarrufatının en yoğun ve ilk hissedildiği yer orası olabilir. Tasavvufta çok kullanılan ve bir büyük manevi uyanışı ifade eden 'kalp gözü açılma' halinin de 'kalp mühürlenmesi'nin zıttına olarak, etkinin daha farkında olmakla veya daha çok etkilenmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii bunlar sadece düşüncelerim.

Yine Kur'an'da zikri geçen Allah'ın 'kişinin kalbine ondan daha yakın olması' da bu etkiyle açıklanabilir birşey. Etkileyen, üzerinden etkilediği şeye, elbette etkilenenden daha yakındır. Çünkü burada kıstas, mekansal yakınlık değil, etkileşimdir. Allah, insanı kalbi üzerinden etkilemeye herkesten ve herşeyden daha yakındır. Hatta insanın kendisinden bile. Çünkü etkilenen olarak pasif konumda yeralan insan kalbindeki duyguları istediği gibi değiştirmekten dahi yoksundur.

Allah; bazen bir gülüşle, bazen bir yağmurla, bazen iyi bir haberle ve bazen de hüzünlü bir şarkıyla kalbinizi, kainatı evirip çevirdiği gibi evirir çevirir. Siz, sadece şahit olursunuz. Şuur/farkındalık penceresinden seyredersiniz. Ve o etkileyişe göre şahitliğinizin selametini/dengesini korumaya çalışırsınız. İmtihan da budur. Tam da bu noktada Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur kasemi olan 'nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki...'yi anımsayalım. Mürşidimin de çok güzel bir şekilde ifade ettiği gibi: Bu salt bir yemin değil, ümmete bir derstir. Daha kendi nefsine/kalbine gücü yetmeyen insanın kibirlenmesi kadar boş birşey var mıdır? Demem o ki: Hüzünlü bir şarkıya, gamlı bir yüze, kederli bir hatıraya veya bir 'keşke'ye bile gücü yetmeyen insanlarız. Etkilenmemek gibi bir gücümüz yok. Bu havamız kime gerçekten?

Altay tankı Kur'an'da geçiyor mu?

Bizi aptallaştıran hasma karşı hüsnüzannımızdır. Ancak bir aptal düşmanına karşı hüsnüzan eder. Ve başına gelecek felaketlere böylece daveti...