Tedirginliğin şu kısmına katılıyorum: İslam kimlik kodları konusunda hassas bir dindir. Diğer dinlerle karışmamak noktasında hassasiyet gösterir. Bu eşikten bakıldığında ‘noel kutlamaları’ konusunda gösterilen tepkiler doğru tepkilerdir. Elhamdülillah. Hamiyet-i diniyeden gelen tepkilerdir. Ve hamiyet-i diniyesi ölmemişler dışında kimse bu tepkilerden rahatsız olmaz. Meselenin katılamadığım tarafıysa daha çok bu ‘tepkilerin gösteriliş tarzı’yla ilgili. Bu hususta bir kısım müslümanlarca sergilenen zaafın tekfir kapısı gibi kullanılması ne kadar doğru bilemiyorum. Fakat üzerinden Süfyan geçmiş bir toprak parçasında ehl-i imana kendi kodlarına dönebilmesi için biraz daha hoşgörü gösterilmesi gerektiği düşüncesindeyim. İtmekten ziyade tutmaya bakmalı.
Bu insanların büyük bir kısmı dini eğitim almadan büyüdüler. Seküler eğiteçlerin/medyanın mutfağında pişirildiler. İçlerindeki İslam ateşi, bu topraklarda kaldığı kadarıyla kulaktan dolma, ebeveynlerinde kaldığı kadarıyla atalarından gelme. Belki bir pamuk ipliği kadar narinleşmiş. İncelmiştir. Kopabilir. Dikkatli olmalı. Tutmaya çalışmalı. "Yılbaşı kutlamak kafir olmaktır!" gibi sert çıkışlar yapınca bu insanlar dönüp müslüman olmayı mı, yoksa “Herçi bad abad!” deyip kafir olmayı mı seçerler, şüpheli. O yüzden eleştirilere empatinin/merhametin katık edilmesinin daha hikmetli olacağını düşünüyorum.
Fakat bu da 'Hassasiyetimizi yitirelim, eriyelim, sesimizi çıkarmayalım!' tavrı değildir. İlla istikametli olan yol bulunur. Hadiste buyrulduğu gibi ‘nefret ettirmeyen, sevdiren’ bir ihtar şekli mutlaka vardır. Biraz daha kollandığında kendisini bize gösterir. Allah arayanını muvaffak eder. Yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle "Yılbaşı kutlamak neden İslam'a aykırı olsun ki? Sonuçta İsa aleyhisselamın doğumu. O da bizim peygamberimiz yahu!" diyenler gibi hafifmeşrep takılmıyorum. Çünkü biliyorum: İslam kodlarında hassas bir dindir.
Selef-i salihînden tutun bugüne kadar, ulemanın, sembolik anlam içeren hususlarda "Öyle de güzel! Böyle de güzel!" demeyen; hatta Bediüzzaman, İskilipli Atıf Hoca vb. gibi mübarekleri şapka-sarık ikileminde türlü çilelere göğüs germek zorunda bırakan duruşları; bu işlerin o kadar da 'domates biber herkese gider' tarzda olmadığını, yani üzerimize ‘liberal rahatlığı’ gelmemesi gerektiğini göstermektir. Evet. "İslam hoşgörü dinidir!" deyu İslamlığı kuş eden tavırlardan ben de rahatsızım. Üstelik hoşgörü ancak üstün asta gösterdiği bir durumdur. Ast üste hoşgörü gösteriyorsa bunu zılletle ayırmak güçleşir. Anglikan Kilisesi'nin sorularına cevap verirken Bediüzzaman'ın hiddetini anlamaya çalışalım:
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!'"
Şu an türlü finansal/teknik imkanlarıyla hegamonyasını neredeyse bütün dünyaya dayatmış ve epeyce kabul ettirmiş Batı'ya karşı hoşgörü, kılıcını çıkarmış düşmana, "Boynuma doğru vur da paşam kolun çok yorulmasın!" demek gibi birşeydir. Eskiler bir hassasiyet gösterdiyse biz üç göstermek zorundayız. Çünkü zaten fizikî, teknik veya kültürel işgalleriyle anamızı ağlatmış durumdalar. Mazlum zalime hoşgörü gösterir mi? Göstermemeliyiz.
Bir de bu hoşgörü söyleminin ıskaladığı şöyle birşey var: İslam hiçbir zaman ucu sonuna kadar açık bir hoşgörü ile yaklaşmamıştır farklı din mensuplarına. Belirli kurallar, sınırlar ve uygulamalar vardır ki; eş-Şurutu'l-Ömeriyye'ye bakanlar bile bu sınırların keskinliğini görürler. Ebubekir Sifil Hoca bir yazısında şöyle der:
"Sözgelimi: Müslümanların diğerleriyle 'içiçe' yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle 'içiçe' yaşamamak, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Herşeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Bilhassa 'şiar' özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir 'karışma'ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, 'kendileri olarak' var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle..."
Yılbaşı konusuna geri dönelim: Bu konuda gösterdiğimiz tepkilerde iğreti duran ikinci birşeyse miladi olarak aynı güne denk gelen Mekke'nin Fethi'ni kutlama formülüdür. Doğrusu bu formül bana çok ezik bir yöntem gibi geliyor. Zira, zaten o gün bir kutlama yapılması zorunluluğunu baştan kabul etmiş, hatta bu noktada mağlubiyet bayrağını sallamış gibi bir durum arzediliyor. "O çerez bir şekilde yenecek, kaçış yok, bari güzel bir niyetle yensin!" demenin başka şekli yani bir nevi. Bunun selef-i salihîn döneminden bugüne bir arkaplanı var mıdır bilemiyorum. Yani: Türkiye'de noel kutlanmaya başlayana kadar Mekke'nin Fethi'ni kutlamak kimsenin aklına gelmiş midir? Aleyhissalatuvesselam sene-i devriyelerinde birşeyler yapar mıydı? Sahabenin böyle bir âdeti var mıydı? Fıkıhta bir yeri var mıdır? Malumatım yok. Sadece 'duymadım ve okumadım' diyebilirim. Eğer varsa bana düşen çenemi kapamaktır.
Fakat yoksa şunu hatırlamak gerek: Mesele, Miladi takvime göre noele, yine miladi takvime göre Mekke'nin Fethi'yle karşı koymak meselesi değildir. Mesele, zamanı ‘hicri’ yerine ‘miladi’ takvime göre tayin etme meselesidir ki, işte, İslam'ın kimlik kodları diyebileceğimiz şeair ile temas eden yanı da budur.
Şunu kabul edelim: Zaman algımıza göre günlere, haftalara, aylara verdiğimiz değer de değişiyor. Bir anda olmuyor bu. Zamanla, nesil nesil, yavaş yavaş değişiyoruz. Misal: Zaten kendisi bir zaman ifadesi olan 'kurban bayramı'nı soruyor arkadaşınız: "Kurban bayramı ne zaman?" Acı birşeydir bu. Neden? Aslında sorduğu hicri takvime göre zaten belirli olan birşeyin miladi takvimde nereye isabet ettiğidir. Çünkü zaman algısı artık miladi takvime göre düzenlenmiş. Kodlanmıştır. Şekillenmiştir. Bunun nasıl feci birşey olduğunu anlatmak için şöyle bir karşı örnek vermek istiyorum: Bugün hiçbir genç "Çocuk bayramı ne zaman?" diye sorar mı? Sorsa buna gülünmez mi? İşte buna gülünüyor da "Kurban bayramı ne zaman?" diye soran gence gülünmüyor. Çünkü hakikaten biz de bilmiyoruz. Kurban bayramı bizim zamanımızda ne zamana isabet ediyor? Artık kurban bayramıyla aynı zaman diliminde değiliz ki.
Hicri ayları sayamıyoruz bile. Bildiğimiz meşhur üçlü: Receb, Şaban ve Ramazan. Ondan sonra teklemeye başlıyoruz. Halbuki dini yönden anlam ifade eden bütün zamanlar bu takvime göre. Dini günlerden (sanki dini olmayan gün varmış gibi) iyice yaklaşıncaya kadar haberdar olamıyoruz. Çünkü onlar miladi takvimde yoklar. Bekleyemiyoruz onları. Elbette o kağıt tomarının bir yerinde bunlara dair küçük notlar da yeralıyor ama mevzu o değil. Mevzu artık zaman tayininin kafamızda farklı bir takvim üzerine kurgulanmış olması. Birisi size soruyor mesela: "Mübarek geceler neden gündüzden başlamıyor?" Bilmiyor ki hicri takvimde günler geceden başlar. Çünkü ay takvimidir. (Perşembe akşamına cuma akşamı diye ayrıca hürmet eden kaç mübarek ihtiyar kaldı aramızda?) Sonra "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikere gülüyoruz. Spikerin ne suçu var? Zaman algısını yerinden o mu oynattı?
Bu konuda hepimiz kabulleniciyiz. Neden Türkçe ezan konusunda gösterilen tepki takvim konusunda gösterilmedi? Konuşmak lazım. Yarın için konuşmak lazım bunu. Çünkü hicri takvim de şeair-i İslamiyedendir. Bugün dinî cemaatler, vakıflar, gruplar, kurumlar dahi 'takvim sezonu' diye birşeye hazırlanıyorlar aylar önceden. Noele hazırlanmak değil bu. Ama aynı güne hazırlanmak. Dini mesajlar içeren miladi takvimler hazırlıyorlar. Hicri tarihler de var elbet bu takvimlerde, ama karınca duası gibi, küçük küçük. Eşiti bile değil miladi takvimin. Hangi kültürün hakim kültür olduğunu haber verir gibi. Dev puntolarla miladi, karınca duasıyla hicri...
Noelin ülkemizde giderek daha çok kişi tarafından kutlanmasıyla bu olayın çok ilgisi var. Yani gözünün önünde hergün namaz vakitleri için baktığın takvimin sayfaları azalıyor. Hutbelerde geldiği duyrularak camilerde dahi miladi takvim satılıyor. Sen de, ben de, hatta Mekke'nin Fethi'ni kutlayan dindar delikanlı da bir şekilde yılbaşına doğru kodlanıyoruz ve yeni yılın yaklaşmakta olduğunu biliyoruz. Yılın ilk gününden beridir hem de. Şimdi bütün bunları görmezden gelip salt noeli kutlayana çatmak ne kadar isabetli olabilir? Hasılı: Mesele, evvelemirde o gece neyi kutladığımız değildir, bir yıldır neyi bekliyor olduğumuzdur. Noel olmadan Mekke'nin Fethi aklımıza gelmiyorsa bizim de "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikerden farkımız yok. Sana daha acayibini söyleyeyim: Mekke'nin Fethi bu sene de noele denk geldi.
zaman algısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
zaman algısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...