"Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar, 'İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar!' deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lazımdır." Mektubat'tan.
Hocalarımızdan Allah razı olsun. Miladî yılbaşı yaklaşırken uyarılarını yapıyorlar. Bu kem âdete iştirak etmenin dinî sakıncalarını ihtar ediyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığının da onları şevklendirdiği ortada. Maşaallah. Sa'yleri meşkûr olsun. Hüda ecrini versin. Fakat bu vesileyle, evvelden de üzerine yazdığım bir meseleyi, tekrar arzetmek isterim. O da şudur: Noel, tıpkı gavurların tarif ettiği gibi, bir ruhtur. Kapitalizmle muharref hristiyanlığın yek elden diri tuttuğu 'küresel halet'tir. Bir ruhu ayakta tutansa kendisiyle ilgili emirlerdir. Emirlere hayat verense tekrarı kollanan kanunlardır. Bu kanunların gerçekleşmesine dönük emekler, talepler, niyetler, hatta arzulardır.
Misal: Devletin kanunî bir devamlılıkla süren uygulamaları vardır. Bu uygulamalar millette alışkanlıklar inşa ettiğinden, şartları oluştuğunda, sonuca dönük beklentiler oluşur. "Cumhurreis her sene Ocak'ta Sivas'ı ziyaret eder!" diye bilinse, Ocak ayı yaklaştığında, Sivaslılarda bir telaş görülmeye başlar. Alışkanlıklar insanlarda ikinci bir fıtrata dönüşürler. Ağzına o meş'umun damlasını koymamış mübarek için içkinin kokusunu almak kusmaya sebep iken, müptelası olan nasipsize rayihasına(!) erişmek bir saadettir. Yani, sahip oldukları alışkanlıklar, bu alışkanlıkların gerisinde de kanunlaşmış itikatlar, aynı nesneye dönük farklı duygu/algı dünyalarını eser vermiştir.
Öyleyse ruha karşı mücadele de beslendiği kanunlar, alışkanlıklar veya beklentiler dünyasına ilişmekle mümkün olabilir. Bağımlılık tedavisinde tiryakinin ilk aşılmaya çalışılan yönü serbestisidir. Yaşamaya alıştığı şekli değiştirebilirseniz, disipline ederseniz, bağımlı da bir irade geliştirmeye başlar. Karşı koyabilmeyi öğrenir. Önceki ruh geriler. Yeni bir halet yetişir. (Bu nazarla bakınca Ramazan müslümanlar için ne büyük nimettir.) Yani mücadele sözden ziyade fiille yapılmalıdır. Eğer fiille karşı konulursa alışkanlıklar değişmeye başlar. Nasihatin en tesirlisi de yine fiille olur. Hülasa: Bir ruhu öldürüp yerine yenisini geçirebilmeniz için eskisinin alışkanlıklarını törpülemeniz icap eder. Yoksa o beklentiler birer çağrışım olarak, tıpkı Sâmirî'nin İsrailoğullarını buzağı heykeline taptırmasındaki gibi, dünyalarına geri döndürürler. Eski ruhları diriltirler. Cansuyu verirler. Bakarı kestiğinizdeyse toplumunuz için yeni bir dünya inşa olunur. Bediüzzaman, 20. Söz'de, mezkûr kıssayı hikmet saçlarından yakalar:
"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin bir parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar bir tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup bir surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde bir kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder."
(Bu alıntıya bir haşiye: Mesmuatıma göre, Hindistanlı müslümanlar, bir hindu yeni müslüman olduğunda kurban konusundaki tutumuna dikkat ederlermiş. Eğer tereddüt etmeden ineğin boynuna bıçağı vurabiliyorsa imanında samimiyetine kail olurlarmış. Yok, eğer kurban emrinden kaçıyorsa, kaytarıyorsa, eski itikadının kem izlerini koruduğuna hamlederlermiş. İşte Musa aleyhisselamın kıssasından bugüne uzanan bir ibret dersi daha.)
Halbuki, ne acıdır, bizde noele karşı mücadele hiçbir fiilî tekzibe dayanmıyor. Şu millet-i İslamiyedeki, ta cumhuriyetin başındaki inkılaplara kadar uzanan, alışkanlık değişimine karşı ciddi bir mücadele verilmiyor. Ya? Sadece sonuçlara karşı koymamız öğütleniyor. Sonuçlara götüren süreçlerin boynuna bıçak indirilmiyor. Süreçler boğazlanmadığı için de ahaliyi sonuçlarına doğru sürüklemeye devam ediyorlar. Bütün bir sene gün gün sayılarak 31 Aralık bekleniyor. Reklamlar noel diyor. AVM'ler noel diyor. Firmalar noel diyor. Okullar noel diyor. Meydanlar noel diyor. Televizyonlar noel diyor. Belediyeler noel diyor. Hatta, yanlış anlaşılmasın, Diyanet'in takvimi bile noel diyor. Elbette 'noel' kelimesini kullanmıyor. Ancak o da 31 Aralık yaklaştığında matbaa sürecine giriyor. Ve yılbaşına kadar hepten satılması ümidiyle camilerdeki yerini alıyor. Duyuruları yapılıyor. Yani, her ne kadar noel kutlanmasının karşısında olsa da, Diyanet'in takvimi için girdiği çaba da o ruhu besleyen bir yan emeğe dönüşüyor.
Evet. Kanaatimde sabitim. Noel ruhunun ciğeri 'küresel emekle oluşturulan alışkanlıklar dünyası'ndan nefes almaktadır. Bu dünyanın çok detayı vardır. Sinema bir detayıdır. Yılbaşına angaje indirimler bir detayıdır. Fakat takvimler en önemli detayıdır. Her kim 31 Aralık'a yeni sezon gibi hazırlanmaktadır. O da aslında bir yönüyle bu ruhu beslemektedir. Kutlamaya hazırlanmasa da hazırlamaktadır. Bir düşünelim lütfen: Aleyhissalatuvesselam Efendimiz'le inşa edildiği dönemde, neredeyse her cahiliye âdetinin yerine, yeni bir uygulama ihdas etmiştir İslam. Şeriat bu yönüyle hiçbir detayı ıskalamamıştır. Bunun rıza-i ilahîye bakan yönü yanında mü'minlerin muhtaç olduğu 'yeni alışkanlıklar dünyasına' bakan ciheti de bulunmaktadır. Yani İslam kimliği, müslüman toplumlarında, bu yeni alışkanlıklar dünyasına dayanarak ayakta durmuştur. Bizim İslam ruhumuzu/itikadımızı besleyen İslamî alışkanlıklarımızdır. Bunlardan birisi de elbette takvimimizdir. Kendi yılbaşımız olan mübarek 1 Muharrem'imizdir.
Acaba Diyanet İşlerimizin hamiyetli hocaları, Hicrî takvimden Miladî takvime geçişimizle başlayan alışkanlık değişimine, en azından imkanlarıyla, karşı koymayı denemezler midir? Bir teklif olarak dillendirmek istiyorum bunu. Çünkü müslümanların noel kutlamasını engellemenin bir yolunun da 'bütün bir sene yılbaşını bekler halette bulunmamak' olduğunu düşünüyorum. Biz kendi yıldönümümüzü beklemeliyiz. O halde belki Diyanetimiz de takvimlerini, miladî sistemi kaldırmak mümkün olmasa da, 1 Muharrem dönemine doğru basıp satışa sunmalı. "Satar mı, satmaz mı?" hesaplarına girmemeli. Hatta takvim yapraklarında, İslamiyet hakkı için, Hicrî tarihi de Miladîsi kadar vurgulamalı. Tasarımda öne çekmeli. Mümkünse ondan da öne çekmeli hatta. İnşaallah. Bunları hiç küçük görmeyelim kardeşlerim. Ruh bu küçük alışkanlıklar üzerinde yükseliyor. O alışkanlıkların tekrar eden emirleriyle kanunlar teşekkül ediyor. Onlara göre duygulanıyoruz. Onlara göre heyecanlanıyoruz. Takvim sezonu geldiğinde bir cami hocası da, benzetmek gibi olmasın ama, tıpkı bir AVM satıcısı gibi hazırlanıyor. Halbuki bu garabeti gidermek fiilî bir tekzibe cesaret edebilmekte. Fiilen tekzib yardıma yetişmedikçe nasihat zayıf kalacaktır.
Noel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Noel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
23 Aralık 2023 Cumartesi
2 Ocak 2016 Cumartesi
Mekke'nin Fethi neden her sene noele denk geliyor?
Tedirginliğin şu kısmına katılıyorum: İslam kimlik kodları konusunda hassas bir dindir. Diğer dinlerle karışmamak noktasında hassasiyet gösterir. Bu eşikten bakıldığında ‘noel kutlamaları’ konusunda gösterilen tepkiler doğru tepkilerdir. Elhamdülillah. Hamiyet-i diniyeden gelen tepkilerdir. Ve hamiyet-i diniyesi ölmemişler dışında kimse bu tepkilerden rahatsız olmaz. Meselenin katılamadığım tarafıysa daha çok bu ‘tepkilerin gösteriliş tarzı’yla ilgili. Bu hususta bir kısım müslümanlarca sergilenen zaafın tekfir kapısı gibi kullanılması ne kadar doğru bilemiyorum. Fakat üzerinden Süfyan geçmiş bir toprak parçasında ehl-i imana kendi kodlarına dönebilmesi için biraz daha hoşgörü gösterilmesi gerektiği düşüncesindeyim. İtmekten ziyade tutmaya bakmalı.
Bu insanların büyük bir kısmı dini eğitim almadan büyüdüler. Seküler eğiteçlerin/medyanın mutfağında pişirildiler. İçlerindeki İslam ateşi, bu topraklarda kaldığı kadarıyla kulaktan dolma, ebeveynlerinde kaldığı kadarıyla atalarından gelme. Belki bir pamuk ipliği kadar narinleşmiş. İncelmiştir. Kopabilir. Dikkatli olmalı. Tutmaya çalışmalı. "Yılbaşı kutlamak kafir olmaktır!" gibi sert çıkışlar yapınca bu insanlar dönüp müslüman olmayı mı, yoksa “Herçi bad abad!” deyip kafir olmayı mı seçerler, şüpheli. O yüzden eleştirilere empatinin/merhametin katık edilmesinin daha hikmetli olacağını düşünüyorum.
Fakat bu da 'Hassasiyetimizi yitirelim, eriyelim, sesimizi çıkarmayalım!' tavrı değildir. İlla istikametli olan yol bulunur. Hadiste buyrulduğu gibi ‘nefret ettirmeyen, sevdiren’ bir ihtar şekli mutlaka vardır. Biraz daha kollandığında kendisini bize gösterir. Allah arayanını muvaffak eder. Yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle "Yılbaşı kutlamak neden İslam'a aykırı olsun ki? Sonuçta İsa aleyhisselamın doğumu. O da bizim peygamberimiz yahu!" diyenler gibi hafifmeşrep takılmıyorum. Çünkü biliyorum: İslam kodlarında hassas bir dindir.
Selef-i salihînden tutun bugüne kadar, ulemanın, sembolik anlam içeren hususlarda "Öyle de güzel! Böyle de güzel!" demeyen; hatta Bediüzzaman, İskilipli Atıf Hoca vb. gibi mübarekleri şapka-sarık ikileminde türlü çilelere göğüs germek zorunda bırakan duruşları; bu işlerin o kadar da 'domates biber herkese gider' tarzda olmadığını, yani üzerimize ‘liberal rahatlığı’ gelmemesi gerektiğini göstermektir. Evet. "İslam hoşgörü dinidir!" deyu İslamlığı kuş eden tavırlardan ben de rahatsızım. Üstelik hoşgörü ancak üstün asta gösterdiği bir durumdur. Ast üste hoşgörü gösteriyorsa bunu zılletle ayırmak güçleşir. Anglikan Kilisesi'nin sorularına cevap verirken Bediüzzaman'ın hiddetini anlamaya çalışalım:
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!'"
Şu an türlü finansal/teknik imkanlarıyla hegamonyasını neredeyse bütün dünyaya dayatmış ve epeyce kabul ettirmiş Batı'ya karşı hoşgörü, kılıcını çıkarmış düşmana, "Boynuma doğru vur da paşam kolun çok yorulmasın!" demek gibi birşeydir. Eskiler bir hassasiyet gösterdiyse biz üç göstermek zorundayız. Çünkü zaten fizikî, teknik veya kültürel işgalleriyle anamızı ağlatmış durumdalar. Mazlum zalime hoşgörü gösterir mi? Göstermemeliyiz.
Bir de bu hoşgörü söyleminin ıskaladığı şöyle birşey var: İslam hiçbir zaman ucu sonuna kadar açık bir hoşgörü ile yaklaşmamıştır farklı din mensuplarına. Belirli kurallar, sınırlar ve uygulamalar vardır ki; eş-Şurutu'l-Ömeriyye'ye bakanlar bile bu sınırların keskinliğini görürler. Ebubekir Sifil Hoca bir yazısında şöyle der:
"Sözgelimi: Müslümanların diğerleriyle 'içiçe' yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle 'içiçe' yaşamamak, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Herşeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Bilhassa 'şiar' özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir 'karışma'ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, 'kendileri olarak' var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle..."
Yılbaşı konusuna geri dönelim: Bu konuda gösterdiğimiz tepkilerde iğreti duran ikinci birşeyse miladi olarak aynı güne denk gelen Mekke'nin Fethi'ni kutlama formülüdür. Doğrusu bu formül bana çok ezik bir yöntem gibi geliyor. Zira, zaten o gün bir kutlama yapılması zorunluluğunu baştan kabul etmiş, hatta bu noktada mağlubiyet bayrağını sallamış gibi bir durum arzediliyor. "O çerez bir şekilde yenecek, kaçış yok, bari güzel bir niyetle yensin!" demenin başka şekli yani bir nevi. Bunun selef-i salihîn döneminden bugüne bir arkaplanı var mıdır bilemiyorum. Yani: Türkiye'de noel kutlanmaya başlayana kadar Mekke'nin Fethi'ni kutlamak kimsenin aklına gelmiş midir? Aleyhissalatuvesselam sene-i devriyelerinde birşeyler yapar mıydı? Sahabenin böyle bir âdeti var mıydı? Fıkıhta bir yeri var mıdır? Malumatım yok. Sadece 'duymadım ve okumadım' diyebilirim. Eğer varsa bana düşen çenemi kapamaktır.
Fakat yoksa şunu hatırlamak gerek: Mesele, Miladi takvime göre noele, yine miladi takvime göre Mekke'nin Fethi'yle karşı koymak meselesi değildir. Mesele, zamanı ‘hicri’ yerine ‘miladi’ takvime göre tayin etme meselesidir ki, işte, İslam'ın kimlik kodları diyebileceğimiz şeair ile temas eden yanı da budur.
Şunu kabul edelim: Zaman algımıza göre günlere, haftalara, aylara verdiğimiz değer de değişiyor. Bir anda olmuyor bu. Zamanla, nesil nesil, yavaş yavaş değişiyoruz. Misal: Zaten kendisi bir zaman ifadesi olan 'kurban bayramı'nı soruyor arkadaşınız: "Kurban bayramı ne zaman?" Acı birşeydir bu. Neden? Aslında sorduğu hicri takvime göre zaten belirli olan birşeyin miladi takvimde nereye isabet ettiğidir. Çünkü zaman algısı artık miladi takvime göre düzenlenmiş. Kodlanmıştır. Şekillenmiştir. Bunun nasıl feci birşey olduğunu anlatmak için şöyle bir karşı örnek vermek istiyorum: Bugün hiçbir genç "Çocuk bayramı ne zaman?" diye sorar mı? Sorsa buna gülünmez mi? İşte buna gülünüyor da "Kurban bayramı ne zaman?" diye soran gence gülünmüyor. Çünkü hakikaten biz de bilmiyoruz. Kurban bayramı bizim zamanımızda ne zamana isabet ediyor? Artık kurban bayramıyla aynı zaman diliminde değiliz ki.
Hicri ayları sayamıyoruz bile. Bildiğimiz meşhur üçlü: Receb, Şaban ve Ramazan. Ondan sonra teklemeye başlıyoruz. Halbuki dini yönden anlam ifade eden bütün zamanlar bu takvime göre. Dini günlerden (sanki dini olmayan gün varmış gibi) iyice yaklaşıncaya kadar haberdar olamıyoruz. Çünkü onlar miladi takvimde yoklar. Bekleyemiyoruz onları. Elbette o kağıt tomarının bir yerinde bunlara dair küçük notlar da yeralıyor ama mevzu o değil. Mevzu artık zaman tayininin kafamızda farklı bir takvim üzerine kurgulanmış olması. Birisi size soruyor mesela: "Mübarek geceler neden gündüzden başlamıyor?" Bilmiyor ki hicri takvimde günler geceden başlar. Çünkü ay takvimidir. (Perşembe akşamına cuma akşamı diye ayrıca hürmet eden kaç mübarek ihtiyar kaldı aramızda?) Sonra "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikere gülüyoruz. Spikerin ne suçu var? Zaman algısını yerinden o mu oynattı?
Bu konuda hepimiz kabulleniciyiz. Neden Türkçe ezan konusunda gösterilen tepki takvim konusunda gösterilmedi? Konuşmak lazım. Yarın için konuşmak lazım bunu. Çünkü hicri takvim de şeair-i İslamiyedendir. Bugün dinî cemaatler, vakıflar, gruplar, kurumlar dahi 'takvim sezonu' diye birşeye hazırlanıyorlar aylar önceden. Noele hazırlanmak değil bu. Ama aynı güne hazırlanmak. Dini mesajlar içeren miladi takvimler hazırlıyorlar. Hicri tarihler de var elbet bu takvimlerde, ama karınca duası gibi, küçük küçük. Eşiti bile değil miladi takvimin. Hangi kültürün hakim kültür olduğunu haber verir gibi. Dev puntolarla miladi, karınca duasıyla hicri...
Noelin ülkemizde giderek daha çok kişi tarafından kutlanmasıyla bu olayın çok ilgisi var. Yani gözünün önünde hergün namaz vakitleri için baktığın takvimin sayfaları azalıyor. Hutbelerde geldiği duyrularak camilerde dahi miladi takvim satılıyor. Sen de, ben de, hatta Mekke'nin Fethi'ni kutlayan dindar delikanlı da bir şekilde yılbaşına doğru kodlanıyoruz ve yeni yılın yaklaşmakta olduğunu biliyoruz. Yılın ilk gününden beridir hem de. Şimdi bütün bunları görmezden gelip salt noeli kutlayana çatmak ne kadar isabetli olabilir? Hasılı: Mesele, evvelemirde o gece neyi kutladığımız değildir, bir yıldır neyi bekliyor olduğumuzdur. Noel olmadan Mekke'nin Fethi aklımıza gelmiyorsa bizim de "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikerden farkımız yok. Sana daha acayibini söyleyeyim: Mekke'nin Fethi bu sene de noele denk geldi.
Bu insanların büyük bir kısmı dini eğitim almadan büyüdüler. Seküler eğiteçlerin/medyanın mutfağında pişirildiler. İçlerindeki İslam ateşi, bu topraklarda kaldığı kadarıyla kulaktan dolma, ebeveynlerinde kaldığı kadarıyla atalarından gelme. Belki bir pamuk ipliği kadar narinleşmiş. İncelmiştir. Kopabilir. Dikkatli olmalı. Tutmaya çalışmalı. "Yılbaşı kutlamak kafir olmaktır!" gibi sert çıkışlar yapınca bu insanlar dönüp müslüman olmayı mı, yoksa “Herçi bad abad!” deyip kafir olmayı mı seçerler, şüpheli. O yüzden eleştirilere empatinin/merhametin katık edilmesinin daha hikmetli olacağını düşünüyorum.
Fakat bu da 'Hassasiyetimizi yitirelim, eriyelim, sesimizi çıkarmayalım!' tavrı değildir. İlla istikametli olan yol bulunur. Hadiste buyrulduğu gibi ‘nefret ettirmeyen, sevdiren’ bir ihtar şekli mutlaka vardır. Biraz daha kollandığında kendisini bize gösterir. Allah arayanını muvaffak eder. Yanlış anlaşılmasın. Kesinlikle "Yılbaşı kutlamak neden İslam'a aykırı olsun ki? Sonuçta İsa aleyhisselamın doğumu. O da bizim peygamberimiz yahu!" diyenler gibi hafifmeşrep takılmıyorum. Çünkü biliyorum: İslam kodlarında hassas bir dindir.
Selef-i salihînden tutun bugüne kadar, ulemanın, sembolik anlam içeren hususlarda "Öyle de güzel! Böyle de güzel!" demeyen; hatta Bediüzzaman, İskilipli Atıf Hoca vb. gibi mübarekleri şapka-sarık ikileminde türlü çilelere göğüs germek zorunda bırakan duruşları; bu işlerin o kadar da 'domates biber herkese gider' tarzda olmadığını, yani üzerimize ‘liberal rahatlığı’ gelmemesi gerektiğini göstermektir. Evet. "İslam hoşgörü dinidir!" deyu İslamlığı kuş eden tavırlardan ben de rahatsızım. Üstelik hoşgörü ancak üstün asta gösterdiği bir durumdur. Ast üste hoşgörü gösteriyorsa bunu zılletle ayırmak güçleşir. Anglikan Kilisesi'nin sorularına cevap verirken Bediüzzaman'ın hiddetini anlamaya çalışalım:
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hattâ bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü, o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!'"
Şu an türlü finansal/teknik imkanlarıyla hegamonyasını neredeyse bütün dünyaya dayatmış ve epeyce kabul ettirmiş Batı'ya karşı hoşgörü, kılıcını çıkarmış düşmana, "Boynuma doğru vur da paşam kolun çok yorulmasın!" demek gibi birşeydir. Eskiler bir hassasiyet gösterdiyse biz üç göstermek zorundayız. Çünkü zaten fizikî, teknik veya kültürel işgalleriyle anamızı ağlatmış durumdalar. Mazlum zalime hoşgörü gösterir mi? Göstermemeliyiz.
Bir de bu hoşgörü söyleminin ıskaladığı şöyle birşey var: İslam hiçbir zaman ucu sonuna kadar açık bir hoşgörü ile yaklaşmamıştır farklı din mensuplarına. Belirli kurallar, sınırlar ve uygulamalar vardır ki; eş-Şurutu'l-Ömeriyye'ye bakanlar bile bu sınırların keskinliğini görürler. Ebubekir Sifil Hoca bir yazısında şöyle der:
"Sözgelimi: Müslümanların diğerleriyle 'içiçe' yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle 'içiçe' yaşamamak, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Herşeyden önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi temel ilkedir. Bilhassa 'şiar' özelliğindeki göstergeler titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir 'karışma'ya asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, 'kendileri olarak' var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle..."
Yılbaşı konusuna geri dönelim: Bu konuda gösterdiğimiz tepkilerde iğreti duran ikinci birşeyse miladi olarak aynı güne denk gelen Mekke'nin Fethi'ni kutlama formülüdür. Doğrusu bu formül bana çok ezik bir yöntem gibi geliyor. Zira, zaten o gün bir kutlama yapılması zorunluluğunu baştan kabul etmiş, hatta bu noktada mağlubiyet bayrağını sallamış gibi bir durum arzediliyor. "O çerez bir şekilde yenecek, kaçış yok, bari güzel bir niyetle yensin!" demenin başka şekli yani bir nevi. Bunun selef-i salihîn döneminden bugüne bir arkaplanı var mıdır bilemiyorum. Yani: Türkiye'de noel kutlanmaya başlayana kadar Mekke'nin Fethi'ni kutlamak kimsenin aklına gelmiş midir? Aleyhissalatuvesselam sene-i devriyelerinde birşeyler yapar mıydı? Sahabenin böyle bir âdeti var mıydı? Fıkıhta bir yeri var mıdır? Malumatım yok. Sadece 'duymadım ve okumadım' diyebilirim. Eğer varsa bana düşen çenemi kapamaktır.
Fakat yoksa şunu hatırlamak gerek: Mesele, Miladi takvime göre noele, yine miladi takvime göre Mekke'nin Fethi'yle karşı koymak meselesi değildir. Mesele, zamanı ‘hicri’ yerine ‘miladi’ takvime göre tayin etme meselesidir ki, işte, İslam'ın kimlik kodları diyebileceğimiz şeair ile temas eden yanı da budur.
Şunu kabul edelim: Zaman algımıza göre günlere, haftalara, aylara verdiğimiz değer de değişiyor. Bir anda olmuyor bu. Zamanla, nesil nesil, yavaş yavaş değişiyoruz. Misal: Zaten kendisi bir zaman ifadesi olan 'kurban bayramı'nı soruyor arkadaşınız: "Kurban bayramı ne zaman?" Acı birşeydir bu. Neden? Aslında sorduğu hicri takvime göre zaten belirli olan birşeyin miladi takvimde nereye isabet ettiğidir. Çünkü zaman algısı artık miladi takvime göre düzenlenmiş. Kodlanmıştır. Şekillenmiştir. Bunun nasıl feci birşey olduğunu anlatmak için şöyle bir karşı örnek vermek istiyorum: Bugün hiçbir genç "Çocuk bayramı ne zaman?" diye sorar mı? Sorsa buna gülünmez mi? İşte buna gülünüyor da "Kurban bayramı ne zaman?" diye soran gence gülünmüyor. Çünkü hakikaten biz de bilmiyoruz. Kurban bayramı bizim zamanımızda ne zamana isabet ediyor? Artık kurban bayramıyla aynı zaman diliminde değiliz ki.
Hicri ayları sayamıyoruz bile. Bildiğimiz meşhur üçlü: Receb, Şaban ve Ramazan. Ondan sonra teklemeye başlıyoruz. Halbuki dini yönden anlam ifade eden bütün zamanlar bu takvime göre. Dini günlerden (sanki dini olmayan gün varmış gibi) iyice yaklaşıncaya kadar haberdar olamıyoruz. Çünkü onlar miladi takvimde yoklar. Bekleyemiyoruz onları. Elbette o kağıt tomarının bir yerinde bunlara dair küçük notlar da yeralıyor ama mevzu o değil. Mevzu artık zaman tayininin kafamızda farklı bir takvim üzerine kurgulanmış olması. Birisi size soruyor mesela: "Mübarek geceler neden gündüzden başlamıyor?" Bilmiyor ki hicri takvimde günler geceden başlar. Çünkü ay takvimidir. (Perşembe akşamına cuma akşamı diye ayrıca hürmet eden kaç mübarek ihtiyar kaldı aramızda?) Sonra "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikere gülüyoruz. Spikerin ne suçu var? Zaman algısını yerinden o mu oynattı?
Bu konuda hepimiz kabulleniciyiz. Neden Türkçe ezan konusunda gösterilen tepki takvim konusunda gösterilmedi? Konuşmak lazım. Yarın için konuşmak lazım bunu. Çünkü hicri takvim de şeair-i İslamiyedendir. Bugün dinî cemaatler, vakıflar, gruplar, kurumlar dahi 'takvim sezonu' diye birşeye hazırlanıyorlar aylar önceden. Noele hazırlanmak değil bu. Ama aynı güne hazırlanmak. Dini mesajlar içeren miladi takvimler hazırlıyorlar. Hicri tarihler de var elbet bu takvimlerde, ama karınca duası gibi, küçük küçük. Eşiti bile değil miladi takvimin. Hangi kültürün hakim kültür olduğunu haber verir gibi. Dev puntolarla miladi, karınca duasıyla hicri...
Noelin ülkemizde giderek daha çok kişi tarafından kutlanmasıyla bu olayın çok ilgisi var. Yani gözünün önünde hergün namaz vakitleri için baktığın takvimin sayfaları azalıyor. Hutbelerde geldiği duyrularak camilerde dahi miladi takvim satılıyor. Sen de, ben de, hatta Mekke'nin Fethi'ni kutlayan dindar delikanlı da bir şekilde yılbaşına doğru kodlanıyoruz ve yeni yılın yaklaşmakta olduğunu biliyoruz. Yılın ilk gününden beridir hem de. Şimdi bütün bunları görmezden gelip salt noeli kutlayana çatmak ne kadar isabetli olabilir? Hasılı: Mesele, evvelemirde o gece neyi kutladığımız değildir, bir yıldır neyi bekliyor olduğumuzdur. Noel olmadan Mekke'nin Fethi aklımıza gelmiyorsa bizim de "Hac bu yıl da kurban bayramına denk geldi!" diyen spikerden farkımız yok. Sana daha acayibini söyleyeyim: Mekke'nin Fethi bu sene de noele denk geldi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...