"İnsanlar onlara: 'Düşmanınız olan insanlar, size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun' dediler. Bu onların imanını artırdı da: 'Allah bize yeter. O ne güzel Vekil'dir' dediler." Âl-i İmran sûresi, 173.
Bu hafta daha önce çizdiğim şeylerin altını birazcık sileceğim. Belki fazla yalın ifade ettiğim şeyler oldu. Onları bir parça yumuşatmak lazım. Öncelikle: Genç yazarlara hiçkimsenin aldırmadığını söylemiştim. O kısmen yanlış. Fakat nasıl söylesem? Mümkünse ilk el aldığınız yerden başka bir yere yüzünüzü dönün farkedilmek için. Yahut da farkedilmeyi aramayın. İkinci söylediğim biraz daha zor geldiğinden ve yeni yazarlarda en az bulunan şey 'sabır' olduğundan birincisine geri dönelim: Yüzümüzü başka yere dönmek ne demek?
Bir yazar adayı genelde içinde yetiştiği ortam tarafından en son farkedilir. Önce farkedenler ise neredeyse herkestir. Sizi evveliyatınızla tanımayanlar, eğer varsa, yeteneğinizi daha kolay gözlemlerler. Bu bir açıdan şuna benzer: Ebeveyniniz sürecin her aşamasını görebildikleri için yıllar sonra tekrar uğrayan bir yabancı kadar boyunuza şaşırmazlar. Canlandıralım: Selami amcalar geliyor ve "Aaa! Vaaay! Bu çocuk kocaman olmuş!" deyiveriyor. On santim uzamışsınız belki. Ebeveynde ise tık yok: "Ayol ne büyümesi. Aynı çocuk işte. Abartma!" Bu neden mi böyle? Çünkü yakınlarınız yavaşça ısınan sudaki kurbağaya benzer. Pişene kadar piştiğini anlamaz. Yabancılarsa kaynar suya atılan kurbağalar gibidir. Hemen ısı farklılığını algılarlar. Misalimiz Fransız mutfağındandı.
Bir yakınınıza yazı gönderip "Beni okur musun?" demek darağacında sıranızı beklerken cellada "Şu tabureyi azıcık iter misin?” demeye benzer. Yazıyı gönderdiğiniz anda 'olmadığınızı' ilan edersiniz çünkü. Karşınızdaki de size ‘olmuş’ muamelesi yapmaz. Daha doğru olan, eğer yapılmadan durulamıyorsa, karşıdakinin takdirini bekleme dürtüsüyle değil, yazıdaki düşünceyi istişare etme niyetiyle göndermektir. Bu sırada yazı zaten muhatapça okunmuş olur.
Belki şu usûl denenebilir: "Böyle birşey karaladım, ama bir baksana sen de, yanlış söylediğim veyahut ilave etmem gereken birşey var mı?" Görüldüğü gibi burada karşı tarafa değerlendirmesi için sunulan şey 'yazarlığınız' değil, ıskaladığınız veya eksik kalan şeydir. Bu muhatabınıza şu mesajı verir: "Adamım, yazabildiğimi biliyorum, sakın yeteneğimi sorgulama. Birşeyler katabileceksen, onu bekliyorum, tamam mı?" Çünkü zaten yazar adayları yazamadıklarına inanmaya yatkın değildirler. Ancak bunu açıktan söylemezler. Kendilerini doğru şekilde ifade edememeleri nedeniyle de teşebbüsleri genelde kırgınlıkla neticelenir.
Ancak, bir kardeşiniz olarak ben, hiçkimseye yazılarınızı göndermemeniz taraftarıyım. Şahsen ben gönderdiklerimden fayda görmedim. Emeğimize bağlı şeylerin yardımla hızlı aşılacağını düşünmek yanlış. Ne güzel. Teknoloji ilerlemiş. Blog kurabiliyor, sosyalmecralardan yazılarınızı çok daha fazla kişiye, üstelik isimlerine mail atmadan ulaştırabiliyorsunuz. O halde ümit maskesi takmış bir açgözlülükle daha fazlasına zorlamamak lazım. “İkincil niyetler birincil niyetleri öldürür!” demiştim serinin bir önceki yazısında. Bunu şimdi Bediüzzaman'ın 9. Mektup'taki bir izahıyla da detaylandırmak istiyorum. Diyor ki mürşidim:
"Hem mala ve câha karşı şiddetli bir hırs gösterir. Bakar ki, muvakkaten onun nezaretine verilmiş o fâni mal ve âfetli şöhret ve tehlikeli ve riyaya medar olan câh, o şiddetli hırsa değmiyor. Ondan, hakikî câh olan merâtib-i mâneviyeye ve derecât-ı kurbiyeye ve zâd-ı âhirete ve hakikî mal olan a'mâl-i salihaya teveccüh eder. Fena haslet olan hırs-ı mecazî ise, âli bir haslet olan hırs-ı hakikîye inkılâp eder."
Evet, birincil niyetiniz eğer dünya olursa, kaçınılmaz bir şekilde 'tiksintiyi' üzerinize çekiyorsunuz. Uğraştığınız da bu yüzden elinize daha zor geçiyor veya hiç geçmiyor. Fakat birincil niyetinizi fıtrî gelişim sürecine, yani bir açıdan ‘kimseye el açmadan farkedilme sürecine’ bıraktığınızda, hırsınız da doğru yere kanalize olduğundan sizi yarı yolda bırakmıyor. Çalışmaya devam ediyorsunuz.
Misal: Yazmanın gerek şartının güzel/faydalı şeyler yazmayı istemek, yeter şartının da bunları yazabilmek olduğunu düşünürseniz, bu düşünce sizi bir ömür verimli kılabilir. Seçiminiz kısa vadede maddi bir fayda getirmeyecek ancak uzun vadede 'yazmış olmayı başarmak'tan dolayı sizi iç huzura kavuşturabilecek birşeydir. Ve burada hırsınız 'kendi istidadınızı/yeteneğinizi isbat' olduğundan alacağınız lezzet de lezzet-i ruhaniyeye yaklaşır. Lezzet-i ruhaniye ile nefsî lezzetlerin birbirinden ayrıldığı yer: Ruhanî lezzetin tadı damaktan gitmez. Nefsî lezzet tattığın anda senden ayrılır, terkeder, geriye özlemi/sancısı kalır.
Bir fakire sadaka vermek anımsadığınız her anda size lezzet-i ruhaniye verir. Tadı hep damakta kalır. Ancak herhangi bir harama ayırdığınız, onunla ilgili his tatmin olduktan/doyduktan sonra, sancımaya başlar. Edilen masraf hatırlanır, harcanan vakit yüreği sıkar, elde kalanın hiçliği canı darlandırır, pişmanlığı vicdana baskı yapar, ruhunuz inim inim inler. Nefsî lezzetlerin ömrü helal dairesinde bile olsalar kısadır. Ama lezzet-i ruhaniye dediğimiz şeyin saadeti ruh gibi bakidir.
İşte, yazmanın hedefi olarak lezzet-i ruhaniyeye daha yakın birşey seçerseniz, onun gücü sayesinde daha devamlı çalışırsınız. Misal: Yazmanın amacı olarak rıza-yı İlahî'yi ararsanız elbette bu arayış sizi daha çok yazar kılar ve onay almak zorunda da bırakmaz. Çünkü Onun rızası amelin kalitesinden ziyade niyetteki ihlasa bakar. Varmayanı da yola çıktı diye kabul etme ihtimali vardır.
Bu semaya çıkması zor. Kabul. Fakat bari ‘fıtratınızın hakkını vermeyi’ merkezinize alsanız. Mesela: Sırf Yaradanınızın size yazmayı sevdirmesinden ötürü yazsanız. Başkalarından birşey aramadan, "Siz olmasanız da ben yazacaktım, evet, çünkü buna yaratılmışım!" diyebilseniz, o vakit bu da sizi verimli kılar. Hüzne de uğratmaz. Hadi, buna da çıkamadınız, keşke inatçı olsanız. Size: "Sen yazmayı beceremiyorsun!" diyenlerin inadına kalemi kovalamaya devam etseniz. Bu sefer de inat ile yazsanız. İnat da güzel yazdırır çünkü:
"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."
Yani yazmanın çok farklı motivasyonları da var. İnat, öfke, ihtiyaç, intikam, kendini gerçekleştirmek, işe yaramak, birşeyler üretmek, ihlas vs. Neden ‘beğenilmek’ veya ‘çok satmak’ isteyesiniz ki? (Tamam, para da tatlıdır, haklısınız.) Onların motivasyonu sizi bir yere kadar götürür. Doyumunda ise amaçsız bırakır. Hem yazarların bin tanesinden ancak bir tanesi gördüğü ilgi ile tatmin olur. Gerisi açıkta kalır. Dürüst olalım arkadaşım. Yazı piyasası öyle geçim sağlanacak bir yer değildir. Tutması ihtimali milli piyango bileti kadar uzaklarda bir hülya için çabalamaktansa, inadınızı kızıştırıp, farkedilmemenin intikamını bahtınızdan alsanıza! İnanın bana, intikam, ilham perilerinden daha çok yazdırır.
13 Kasım 2014 Perşembe
10 Kasım 2014 Pazartesi
İçimdeki ateiste mektuplar 4: Timsahın duası
Bir belgeselde izlemiştim. Vahşi hayvanlar, sürüler halinde bir su birikintisinin (göl demek biraz zor) çevresinde toplanıyorlardı. Bir şeylerden korktukları çok belliydi. Fazla beklememe gerek yokmuş neyse ki. Beş dakika bile sürmeden bu tedirginliğin hikmet-i vücudu ortaya çıktı. Bir timsah ansızın yerinden fırladı ve gaflette yakaladığı bir tanesini suya çekti.
Ölümler de en az 'hayat buluşlar' kadar organize ve gerekli. Belki bunu bana, her gün binlerce canlıyı öldüren dünya mezarlığı düşündürüyor. Zira bu dünyaya gelenler ve gidenler öylesine orantılı ki, birisi tarafından ayarlanmamış olması mümkün gözükmüyor. Böyle mükemmel bir intizam, gelir-gider dengesi olmadan korunamaz.
Şöyle enteresan bir şey okumuştum: İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerin erkek nüfusunda büyük azalışlar olmuş. Fakat burada enteresan bir şey var. Aynı ülkelerde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki doğumlara bakıldığında, erkek çocukların doğum oranı, kız çocuklarının doğum oranının neredeyse iki katına ulaşmış.
Sanki dünyaya gelen çocukların bu açıktan haberi varmış da eksikliği kapamışlar gibi. Ve bilim adamları şaşırmış. “Doğa yaşamak için yol buluyor...” diye düşünmüşler. Sanki doğa dediğimiz otun, böceğin aklı var da bunları düşünüyor.
Empati yapıyorum ve kendimi timsahların yerine koyuyorum. O ağır cüsseleriyle uzun kara koşuları yapamayacak olan biçareler, elbette rızkı ayaklarına bekleyecekler. Hem zaten suyun dışında, yanlış hatırlamıyorsam, üç günden fazla yaşayamıyorlar. Siz böyle sınırlarla yaratılmış olsanız, nasıl dua ederdiniz Allah’a? Mesela şöyle olabilir mi:
“Allah’ım, benim rızkımı kovalamaya gücüm yetmiyor. Vücudum ağır, suya muhtacım. Sen rızkımı bana gönder!” Galiba timsahlar da böyle dua ediyorlar. Zira belgeselin devamında öğrendiğime göre, o bölgede timsahların bulunduğu sudan başka içme suyu kaynağı yokmuş. Yani o vahşi hayvancıklar, korkarak da olsa, suya yanaşmaya mecburlar. Dahası var. Eğer timsahlar onların sayısına böylesi bir ayar çekmese, hızlı nüfus artışları nedeniyle ortalığı sararlarmış. Nesilleri çoğalır ve başka hayvanlar için sıkıntı yaratırlarmış.
Onlar böyleyse, peki ya diğerleri? Sahi, bir seferde binlerce yumurta bırakan balıklar ve on binden fazla tohum saçan haşhaşlar var. Eğer onlara da Allah böyle bir sınır koymasa, dünya nasıl bir yer olurdu? Bu yüzden hepsinin bir sınırı var arkadaşım. Ve herkesin bir duası var. Şuurlu ettiklerimiz bir yana, haberimiz olmadan ettiklerimiz de var. Kuşların da var. Ağaçların da var.
İnanmıyor musun? Hatta ağaçlarınki o kadar mucizevî ki, onların muhtaç olduğu su, ta başka okyanuslardan gökte taşınarak getiriliyor. Damlacık, damlacık yüzlerine serpiştiriliyor. Böyle hizmet nerede var? Şu dünyaya dikkat et! Her canlının arzusu, adeta duası işitilir gibi hiç ummadığı yerlerden karşılanıyor. Yavrular, annesinin sinesinden süt emiyor, insanlar tat bilmez bir böcekten bal alıyor ve elsiz bir böcekten ipek giyiyor. Hayat bir şekilde sürüyor.
Seni bilemem. Ama ben gördüğüm harikaları 'duaların sahibinden' başkasına veremem. Bu kadar farklı arzuların, bu kadar farklı canlıdan, bu kadar farklı şekillerde semaya yükseldiği bir kâinatta, Allah’tan başkasına bir zerreciğin yükünü yükleyemem. Zira bir ağaç için, bir güneş gerek. Bir güneş içinse, bir kâinat. Herkesin duası, bir diğerine bakıyor. Bunların hepsini işiten ve birbirine uygun cevaplar veren, ancak O olabilir.
Ölümler de en az 'hayat buluşlar' kadar organize ve gerekli. Belki bunu bana, her gün binlerce canlıyı öldüren dünya mezarlığı düşündürüyor. Zira bu dünyaya gelenler ve gidenler öylesine orantılı ki, birisi tarafından ayarlanmamış olması mümkün gözükmüyor. Böyle mükemmel bir intizam, gelir-gider dengesi olmadan korunamaz.
Şöyle enteresan bir şey okumuştum: İkinci Dünya Savaşı’nda ülkelerin erkek nüfusunda büyük azalışlar olmuş. Fakat burada enteresan bir şey var. Aynı ülkelerde, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki doğumlara bakıldığında, erkek çocukların doğum oranı, kız çocuklarının doğum oranının neredeyse iki katına ulaşmış.
Sanki dünyaya gelen çocukların bu açıktan haberi varmış da eksikliği kapamışlar gibi. Ve bilim adamları şaşırmış. “Doğa yaşamak için yol buluyor...” diye düşünmüşler. Sanki doğa dediğimiz otun, böceğin aklı var da bunları düşünüyor.
Empati yapıyorum ve kendimi timsahların yerine koyuyorum. O ağır cüsseleriyle uzun kara koşuları yapamayacak olan biçareler, elbette rızkı ayaklarına bekleyecekler. Hem zaten suyun dışında, yanlış hatırlamıyorsam, üç günden fazla yaşayamıyorlar. Siz böyle sınırlarla yaratılmış olsanız, nasıl dua ederdiniz Allah’a? Mesela şöyle olabilir mi:
“Allah’ım, benim rızkımı kovalamaya gücüm yetmiyor. Vücudum ağır, suya muhtacım. Sen rızkımı bana gönder!” Galiba timsahlar da böyle dua ediyorlar. Zira belgeselin devamında öğrendiğime göre, o bölgede timsahların bulunduğu sudan başka içme suyu kaynağı yokmuş. Yani o vahşi hayvancıklar, korkarak da olsa, suya yanaşmaya mecburlar. Dahası var. Eğer timsahlar onların sayısına böylesi bir ayar çekmese, hızlı nüfus artışları nedeniyle ortalığı sararlarmış. Nesilleri çoğalır ve başka hayvanlar için sıkıntı yaratırlarmış.
Onlar böyleyse, peki ya diğerleri? Sahi, bir seferde binlerce yumurta bırakan balıklar ve on binden fazla tohum saçan haşhaşlar var. Eğer onlara da Allah böyle bir sınır koymasa, dünya nasıl bir yer olurdu? Bu yüzden hepsinin bir sınırı var arkadaşım. Ve herkesin bir duası var. Şuurlu ettiklerimiz bir yana, haberimiz olmadan ettiklerimiz de var. Kuşların da var. Ağaçların da var.
İnanmıyor musun? Hatta ağaçlarınki o kadar mucizevî ki, onların muhtaç olduğu su, ta başka okyanuslardan gökte taşınarak getiriliyor. Damlacık, damlacık yüzlerine serpiştiriliyor. Böyle hizmet nerede var? Şu dünyaya dikkat et! Her canlının arzusu, adeta duası işitilir gibi hiç ummadığı yerlerden karşılanıyor. Yavrular, annesinin sinesinden süt emiyor, insanlar tat bilmez bir böcekten bal alıyor ve elsiz bir böcekten ipek giyiyor. Hayat bir şekilde sürüyor.
Seni bilemem. Ama ben gördüğüm harikaları 'duaların sahibinden' başkasına veremem. Bu kadar farklı arzuların, bu kadar farklı canlıdan, bu kadar farklı şekillerde semaya yükseldiği bir kâinatta, Allah’tan başkasına bir zerreciğin yükünü yükleyemem. Zira bir ağaç için, bir güneş gerek. Bir güneş içinse, bir kâinat. Herkesin duası, bir diğerine bakıyor. Bunların hepsini işiten ve birbirine uygun cevaplar veren, ancak O olabilir.
Yazmanın motivasyonları 1: Sana iltifat eden, seni esir almak ister
"Genelde olduğu gibi, bir kişinin kararlılığı, gücünü kalabalıktan alanların cesaretini kırmaya yetmişti." Christopher Hitchens, Genç Felsefeciye Mektuplar
Yazmanın onlarca motivasyon kaynağı içinde yalnız 'beğenilmeye' güvenmek, 'teveccüh-i nas'a müptela olmak, mantıksız iş. Elbette bu mantıksızlığın 'mantıksızlık' olduğunu anlamak için biraz törpülenmeniz gerekiyor. Görmezden gelinmeniz, bekletilmeniz, hatta birkaç kez; "Herkes de yazar oldu arkadaş!" hitabına maruz kalmanız hoş oluyor. Alaya alınmak bile faydalı olabilir bu noktada.
Her nedense, her yazan, ilk yazmaya başladığı günlerde enerji kaynağı olarak 'beğenilme ve farkedilme' arzusunu kullanıyor. Halbuki en marazlısı o. İnsanı kullanılmaya en müsait kılan; hakikati değil, teveccüh edileni söylemeye mecbur eden teveccüh-i nastır. Bediüzzaman'ın teveccüh-i nas ile arasına koyduğu mesafe, yani ondan kaçınmanın gerektiğine dair söyledikleri, sadece kibirden kaçınma merkezinde değil bence. Teveccüh, aynı zamanda yazının (ve öncesinde fikrin) kalitesini de mahveden birşey.
Şöyle ifade edeyim: Bir yazar, birşeyler karalıyorsa ve bu karaladıklarına özeniyorsa, bu, hakikate duyduğu saygıdan dolayı olmalıdır. Kalite veya sanat bu yüzden aranır. "Allah güzeldir, güzeli sever" sırrınca yaptığını güzel yapmak zaten 'yapmanın' omzuna yüklediği birşeydir. Sen bu birincil niyetin ardına ikincil bir niyet (ne bileyim 'insanların beğenisini' mesela) eklediğinde birincil niyetin gümleyip gidiyor. Her yazının bir merkezi oluyor çünkü. Etrafında dönebileceğin yalnız bir eksen var. Merkezine kimi alırsan, sözlerini o şekillendirir. Ya hakikatin kendisi yahut da teveccühün kendisi.
İnsanların teveccühünün ayrıca bir esir alıcı, bir de tembelleştirici yanı vardır. Size düzenli iltifat eden bir okurunuzu düşünün mesela. Ondan aldığınız her iltifatta sevindirik oluyor, bulutların üstüne uçuyorsanız, büyük problem; zira tattıra tattıra bağımlısı yaptığı şeyi çekip ücret talep etmesi yakındır. Para olarak düşünmeyin, ilk isteyeceği şey; söylediğinizi, onun doğru bildiği ile çelişmeyecek bir şekilde ifade etmeniz. Yani bükülmeniz. Dilenciliğe hazır olun.
Tamam, bu ilk evrede, sizden birebir düşündüğü gibi şeyler yazmanızı istemez, ama yazdıklarınızın düşünceleriyle çelişmesini de istemez. (Açıkça çelişmesin en azından.) Bu noktada sizi biraz evriltir kendine doğru. Bağımlılığın ilk alameti; hakkın hatırı dışında başka hatırların da 'âli' olmaya başlamasıdır. Onu kırmak istemezsiniz. Bazı cümleleri olması gerektiğinden, belki ilk yazdığınız halinden daha yumuşak söylemeye başlarsınız. Halbuki ilk dersi kaçırmışsınızdır: Hz. Musa'ya 'kavl-i leyyin'le söylettiren Allah'tır, Firavun'un iltifatı değildir. Ve Hz. Musa, kavl-i leyyin'i bükülmek değil; hakikati, hakikatten soğutacak bir damara basma ile söylememek olarak anlamıştır.
İltifatları neden seviyoruz? Eğer yaptığımız şeyin zaten gerçekten 'becerdiğimiz' birşey olduğunu düşünüyorsak, iltifatın varlığı veya yokluğu neyi değiştirir? Sanıyorum iltifat tâbi olma öncelikle yazarın özgüven eksikliğinin bir neticesi. Yani muhtaçsın, yaptığının iyi olduğunu bilmek için bir ikinci kişinin onayını arıyorsun. Zayıfsın. Yoksa yazdığının iyi mi, kötü mü olduğunu bilmiyorsun, o kadar başındasın bu işin. Acaba? Eğer buysa yalnız, böyleleri işte en çabuk yazmayı bırakanlar olur. Çünkü kendileri de kendilerine inanmazlar zaten. Kısa bir ilgisizlik onları bitirmeye yeter.
Yeni yazarların tamamı böyle değil. Bir kategori daha açalım. Zira, ilginç olarak, yazma yolculuğunun en başındaki diğer bir grup insanlar, yani bizler, birileri yazılarımızı beğenmediğinde onlara dil çıkarmaktan ve "Seni kim beğenmiş?" demekten geri kalmıyoruz. (Okusun diye gönderdiğimiz halde.) Demek ki, aslında yazdıklarımızın güzel olduğuna inanıyoruz. Eh, zaten inanıyoruz ki yazıyoruz. Peki, bu gösterme merakı nedir? En açık ifadesiyle: Zaaftır. Hamlıktır. İnsanlar beni sevsin, beni övsün, ben harikayım, ben muhteşemim şeysidir bu. Maskeye gerek yok. Yazılarını sağa sola gönderdikçe; "Öff, yapıştı bu da iyice. Her yazısını gönderiyor!" deyip insanların ardından güldüğü; haydi, gülmese bile sıkıldığı genç yazarlar böyle ortaya çıkar. Çünkü beğenilmeye niyet, beğenilmeyi öldürür.
Ben, bunun yerine, genç yazarlara farklı bir motivasyon kaynağı öneriyorum. Ve altın değerinde bir öneri olduğunu düşünüyorum bunun: Beğenilmek değil; rahatsız etmek, kızdırmak. Bunun beğenilmekten daha güçlü ve daha yazdırır bir güç olduğunu düşünüyorum. Birincisi; ezberbozan her düşünceniz, bir ezbere iliştiğinden dolayı zaten ister istemez 'okunulur' oluyor. Örneğin: Ezberi bozulmasın isteyen, size cevap verebilmek için, okuyor. Ezberinin bozulmasına açık olan ise; "Nihayet ezberimi bozacak malzeme ortaya konmuş!" diyerek sizi takip ediyor. Nasıl ama?
İnsanların aslında o kadar da ehemmiyeti ve samimiyeti olmayan kuru tasdikini almaktansa, 'insanları sarsmaya' ne dersiniz? Okur-yazar ilişkisi anlamında değişen rolleri ise şöyle ifade edebilirim: Onlar sizin sırtınızı sıvazlamasın, siz onları omuzlarından itin. Sarsılsınlar. Dünyanın kafalarının içindekinden ibaret olmadığını hissetsinler. Bu daha çılgınca ve yazdırır bir motivasyon kaynağı değil mi?
Teveccüh müptelası olursanız, insanlar tarafından beğenilmek istedikçe beğenilmeyecek ve soğuk düşeceksiniz. Yazınıza iltifat edenler bile muhtemelen hiç okumadan, hatta biraz sorgulasanız yazınızın başlığını bile hatırlamadan "Kalemin güzel!" diyecekler. Açık söyleyeyim: Aldatılıyorsunuz. İdare ediliyorsunuz.
Okurlar, özellikle kendileri de yazar olan okurlar, onları sarsacak ve tahrik edecek şeyler yazmadığınız sürece size dikkat etmezler. Size ihtiyaç duymazlar ki okusunlar! Zaten kendileri yeterince güzel şeyler yazıyorlar. Bir gencin daha yetişmesi falan. Peh! İnanın bana kimsenin umurunda değilsiniz. Her taraf kum gibi yazar kaynıyor ve bu kazandaki hiçbir dane diğerinin umurunda değil. (Piyasadaki tecrübelerimden bunu söylüyorum.) Ta ki, can yakana kadar. Can yaktığınız zaman "Ne diyor bu salak?" diye okumaya başlıyorlar. Önce sizi değiştirmeye çalışıyorlar. Değiştiremezlerse, anlamaya başlıyorlar. Ama o bile umurunuzda olmuyor. Çünkü artık aradığınız o değil.
Bu yazıyı yazmamın sebebi bana yazılarını gönderen genç arkadaşlardır. Bu arkadaşları anlayamıyorum. Belki ben de onlar gibiydim, bilmiyorum, serüvenimi bu yönüyle çok hatırlamam. Bana yazılarını göndermelerinden sonra, eğer yazdıklarında hata bulursam veya "Şunun altı boş kalıyor" gibi şeyler söylediğimde çok alınıyorlar. Sanki yapmam gereken sadece iltifat etmek. Ve ben bunu farketmiyormuşum gibi oluyor. "Ne yaptın sen? Rezil!"
İnanın bana, bir sonraki maillerinde üşenmeyip benim yazılarımdaki hataları bana yazanlar bile oldu. İyi de ben zaten ne mal olduğumu biliyorum. Bunu senin bana söylemene gerek yok ki. Yazılarını sana gönderen ben değilim, bana gönderen sensin. Ben birşey olduğumun iddiasıyla yazmıyorum o yazıları. Sadece kuyuya bir taş atmak istiyorum, yüz akıllı o taşı çıkarmaya çalışırken bilgi üretsin diye. Bu kadarcık olsa, bana yeter. Kuyuya taş atanla, kuyudan taş çıkarmaya çalışanın motivasyonları aynı değildir. Deli, iltifatın nasıl esir alıcı birşey olduğunu zaten bilir.
Yazmanın onlarca motivasyon kaynağı içinde yalnız 'beğenilmeye' güvenmek, 'teveccüh-i nas'a müptela olmak, mantıksız iş. Elbette bu mantıksızlığın 'mantıksızlık' olduğunu anlamak için biraz törpülenmeniz gerekiyor. Görmezden gelinmeniz, bekletilmeniz, hatta birkaç kez; "Herkes de yazar oldu arkadaş!" hitabına maruz kalmanız hoş oluyor. Alaya alınmak bile faydalı olabilir bu noktada.
Her nedense, her yazan, ilk yazmaya başladığı günlerde enerji kaynağı olarak 'beğenilme ve farkedilme' arzusunu kullanıyor. Halbuki en marazlısı o. İnsanı kullanılmaya en müsait kılan; hakikati değil, teveccüh edileni söylemeye mecbur eden teveccüh-i nastır. Bediüzzaman'ın teveccüh-i nas ile arasına koyduğu mesafe, yani ondan kaçınmanın gerektiğine dair söyledikleri, sadece kibirden kaçınma merkezinde değil bence. Teveccüh, aynı zamanda yazının (ve öncesinde fikrin) kalitesini de mahveden birşey.
Şöyle ifade edeyim: Bir yazar, birşeyler karalıyorsa ve bu karaladıklarına özeniyorsa, bu, hakikate duyduğu saygıdan dolayı olmalıdır. Kalite veya sanat bu yüzden aranır. "Allah güzeldir, güzeli sever" sırrınca yaptığını güzel yapmak zaten 'yapmanın' omzuna yüklediği birşeydir. Sen bu birincil niyetin ardına ikincil bir niyet (ne bileyim 'insanların beğenisini' mesela) eklediğinde birincil niyetin gümleyip gidiyor. Her yazının bir merkezi oluyor çünkü. Etrafında dönebileceğin yalnız bir eksen var. Merkezine kimi alırsan, sözlerini o şekillendirir. Ya hakikatin kendisi yahut da teveccühün kendisi.
"Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir. Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar, tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir."
İnsanların teveccühünün ayrıca bir esir alıcı, bir de tembelleştirici yanı vardır. Size düzenli iltifat eden bir okurunuzu düşünün mesela. Ondan aldığınız her iltifatta sevindirik oluyor, bulutların üstüne uçuyorsanız, büyük problem; zira tattıra tattıra bağımlısı yaptığı şeyi çekip ücret talep etmesi yakındır. Para olarak düşünmeyin, ilk isteyeceği şey; söylediğinizi, onun doğru bildiği ile çelişmeyecek bir şekilde ifade etmeniz. Yani bükülmeniz. Dilenciliğe hazır olun.
Tamam, bu ilk evrede, sizden birebir düşündüğü gibi şeyler yazmanızı istemez, ama yazdıklarınızın düşünceleriyle çelişmesini de istemez. (Açıkça çelişmesin en azından.) Bu noktada sizi biraz evriltir kendine doğru. Bağımlılığın ilk alameti; hakkın hatırı dışında başka hatırların da 'âli' olmaya başlamasıdır. Onu kırmak istemezsiniz. Bazı cümleleri olması gerektiğinden, belki ilk yazdığınız halinden daha yumuşak söylemeye başlarsınız. Halbuki ilk dersi kaçırmışsınızdır: Hz. Musa'ya 'kavl-i leyyin'le söylettiren Allah'tır, Firavun'un iltifatı değildir. Ve Hz. Musa, kavl-i leyyin'i bükülmek değil; hakikati, hakikatten soğutacak bir damara basma ile söylememek olarak anlamıştır.
İltifatları neden seviyoruz? Eğer yaptığımız şeyin zaten gerçekten 'becerdiğimiz' birşey olduğunu düşünüyorsak, iltifatın varlığı veya yokluğu neyi değiştirir? Sanıyorum iltifat tâbi olma öncelikle yazarın özgüven eksikliğinin bir neticesi. Yani muhtaçsın, yaptığının iyi olduğunu bilmek için bir ikinci kişinin onayını arıyorsun. Zayıfsın. Yoksa yazdığının iyi mi, kötü mü olduğunu bilmiyorsun, o kadar başındasın bu işin. Acaba? Eğer buysa yalnız, böyleleri işte en çabuk yazmayı bırakanlar olur. Çünkü kendileri de kendilerine inanmazlar zaten. Kısa bir ilgisizlik onları bitirmeye yeter.
Yeni yazarların tamamı böyle değil. Bir kategori daha açalım. Zira, ilginç olarak, yazma yolculuğunun en başındaki diğer bir grup insanlar, yani bizler, birileri yazılarımızı beğenmediğinde onlara dil çıkarmaktan ve "Seni kim beğenmiş?" demekten geri kalmıyoruz. (Okusun diye gönderdiğimiz halde.) Demek ki, aslında yazdıklarımızın güzel olduğuna inanıyoruz. Eh, zaten inanıyoruz ki yazıyoruz. Peki, bu gösterme merakı nedir? En açık ifadesiyle: Zaaftır. Hamlıktır. İnsanlar beni sevsin, beni övsün, ben harikayım, ben muhteşemim şeysidir bu. Maskeye gerek yok. Yazılarını sağa sola gönderdikçe; "Öff, yapıştı bu da iyice. Her yazısını gönderiyor!" deyip insanların ardından güldüğü; haydi, gülmese bile sıkıldığı genç yazarlar böyle ortaya çıkar. Çünkü beğenilmeye niyet, beğenilmeyi öldürür.
"Hayrat ve hasenatın hayatı niyetledir. Fesadı da ucb, riya ve gösterişledir. Ve fıtri olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyetle inkıta bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyetledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtri ahvalinölümüdür. Mesela, tevazua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izale eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hakeza, kıyas et."
Ben, bunun yerine, genç yazarlara farklı bir motivasyon kaynağı öneriyorum. Ve altın değerinde bir öneri olduğunu düşünüyorum bunun: Beğenilmek değil; rahatsız etmek, kızdırmak. Bunun beğenilmekten daha güçlü ve daha yazdırır bir güç olduğunu düşünüyorum. Birincisi; ezberbozan her düşünceniz, bir ezbere iliştiğinden dolayı zaten ister istemez 'okunulur' oluyor. Örneğin: Ezberi bozulmasın isteyen, size cevap verebilmek için, okuyor. Ezberinin bozulmasına açık olan ise; "Nihayet ezberimi bozacak malzeme ortaya konmuş!" diyerek sizi takip ediyor. Nasıl ama?
İnsanların aslında o kadar da ehemmiyeti ve samimiyeti olmayan kuru tasdikini almaktansa, 'insanları sarsmaya' ne dersiniz? Okur-yazar ilişkisi anlamında değişen rolleri ise şöyle ifade edebilirim: Onlar sizin sırtınızı sıvazlamasın, siz onları omuzlarından itin. Sarsılsınlar. Dünyanın kafalarının içindekinden ibaret olmadığını hissetsinler. Bu daha çılgınca ve yazdırır bir motivasyon kaynağı değil mi?
Teveccüh müptelası olursanız, insanlar tarafından beğenilmek istedikçe beğenilmeyecek ve soğuk düşeceksiniz. Yazınıza iltifat edenler bile muhtemelen hiç okumadan, hatta biraz sorgulasanız yazınızın başlığını bile hatırlamadan "Kalemin güzel!" diyecekler. Açık söyleyeyim: Aldatılıyorsunuz. İdare ediliyorsunuz.
Okurlar, özellikle kendileri de yazar olan okurlar, onları sarsacak ve tahrik edecek şeyler yazmadığınız sürece size dikkat etmezler. Size ihtiyaç duymazlar ki okusunlar! Zaten kendileri yeterince güzel şeyler yazıyorlar. Bir gencin daha yetişmesi falan. Peh! İnanın bana kimsenin umurunda değilsiniz. Her taraf kum gibi yazar kaynıyor ve bu kazandaki hiçbir dane diğerinin umurunda değil. (Piyasadaki tecrübelerimden bunu söylüyorum.) Ta ki, can yakana kadar. Can yaktığınız zaman "Ne diyor bu salak?" diye okumaya başlıyorlar. Önce sizi değiştirmeye çalışıyorlar. Değiştiremezlerse, anlamaya başlıyorlar. Ama o bile umurunuzda olmuyor. Çünkü artık aradığınız o değil.
Bu yazıyı yazmamın sebebi bana yazılarını gönderen genç arkadaşlardır. Bu arkadaşları anlayamıyorum. Belki ben de onlar gibiydim, bilmiyorum, serüvenimi bu yönüyle çok hatırlamam. Bana yazılarını göndermelerinden sonra, eğer yazdıklarında hata bulursam veya "Şunun altı boş kalıyor" gibi şeyler söylediğimde çok alınıyorlar. Sanki yapmam gereken sadece iltifat etmek. Ve ben bunu farketmiyormuşum gibi oluyor. "Ne yaptın sen? Rezil!"
İnanın bana, bir sonraki maillerinde üşenmeyip benim yazılarımdaki hataları bana yazanlar bile oldu. İyi de ben zaten ne mal olduğumu biliyorum. Bunu senin bana söylemene gerek yok ki. Yazılarını sana gönderen ben değilim, bana gönderen sensin. Ben birşey olduğumun iddiasıyla yazmıyorum o yazıları. Sadece kuyuya bir taş atmak istiyorum, yüz akıllı o taşı çıkarmaya çalışırken bilgi üretsin diye. Bu kadarcık olsa, bana yeter. Kuyuya taş atanla, kuyudan taş çıkarmaya çalışanın motivasyonları aynı değildir. Deli, iltifatın nasıl esir alıcı birşey olduğunu zaten bilir.
9 Kasım 2014 Pazar
İçimdeki ateiste mektuplar 3: Deprem ayeti
Bir deprem oldu, herşey birbirine karıştı. O zamanlar İstanbul’da olmasam da neler yaşandığını az çok biliyorum. İbret nazarıyla bakılınca her olaydan çıkarılabilecek dersler var. Buna (ne kadar korkutucu da olsa) deprem de dâhil. Örneğin: Deprem aynasında hazırlıksızlığımızı bir kez daha seyrettik. Herkes bocaladı, havlu attı. Başımız saydıklarımız ve/veya başımız sandıklarımız dahi bu hale şaştı. En hazırlıklı sandığımız kurumlar afalladı. Bir depremde oldu bu. Ve bazı kurumların (özellikle) felaketlere hazır olması gerekirdi. Zira bütün yatırımları işte böyle felaketler içindi. Varlık nedenleri bizzat buydu. Çadır yetişmedi; ilaçlar, araçlar yetmedi; battaniye bulunmadı, yiyecek/içme suyu bile kalmadı vs. Her yer bir depremde çaresiz insanlarla doldu.
Sadece bir deprem. Bir depremde insanoğlunun bütün tedbirleri berhava oldu! Hâlbuki bundan bin kez şiddetlisi her bahar olmakta. Her bahar, birden uyanışa geçen canlılar rızık diye varlık sahnesine koşmakta. Kıyafet diye bağırmakta. Barınak diye ağlamakta. Bir baharda, bir uyanışta, bütün canlılar kıştan kalkmakta ve kendi lisanlarıyla hayatlarını aramaya başlamakta.
Fakat ne gariptir, şu görünüşte kurumsuz, devletsiz, organizatörsüz(!) dünya şehrinde hiçbirisi aç veya açıkta kalmıyor. Her canlı kendine ait olan rızkı buluyor, buluşturuyor. Kendisi rızka koşamayanların gıdası köklerinden, yani bir nevi ayaklarından kendisine sunuluyor. Her ağacın bir zamanı var, o zamanda çiçek açıyor. Bir denge var, her bahar korunuyor. Bir sistem var, her bahar tıkır tıkır işliyor. Sahi, dünya şuursuz kafasıyla bunu nasıl başarıyor? Sözde bu âlemin en akıllısı sensin. Sen söyle arkadaşım. Sen bir depremde insan türünü hizaya getiremedin. Dünya bunu her bahar milyonlarca türde nasıl başarıyor?
Sadece bir deprem. Bir depremde insanoğlunun bütün tedbirleri berhava oldu! Hâlbuki bundan bin kez şiddetlisi her bahar olmakta. Her bahar, birden uyanışa geçen canlılar rızık diye varlık sahnesine koşmakta. Kıyafet diye bağırmakta. Barınak diye ağlamakta. Bir baharda, bir uyanışta, bütün canlılar kıştan kalkmakta ve kendi lisanlarıyla hayatlarını aramaya başlamakta.
Fakat ne gariptir, şu görünüşte kurumsuz, devletsiz, organizatörsüz(!) dünya şehrinde hiçbirisi aç veya açıkta kalmıyor. Her canlı kendine ait olan rızkı buluyor, buluşturuyor. Kendisi rızka koşamayanların gıdası köklerinden, yani bir nevi ayaklarından kendisine sunuluyor. Her ağacın bir zamanı var, o zamanda çiçek açıyor. Bir denge var, her bahar korunuyor. Bir sistem var, her bahar tıkır tıkır işliyor. Sahi, dünya şuursuz kafasıyla bunu nasıl başarıyor? Sözde bu âlemin en akıllısı sensin. Sen söyle arkadaşım. Sen bir depremde insan türünü hizaya getiremedin. Dünya bunu her bahar milyonlarca türde nasıl başarıyor?
8 Kasım 2014 Cumartesi
İçimdeki ateiste mektuplar 2: Bu nasıl tesadüf?
Gözleriniz neden başka bir yerde değil de burada, başınızın önünde, olması gereken yerde? Peki ya burnunuz, o neden iki tane değil de, sadece bir tane? Kulaklarınız neden avuçlarınızın içinde değil de, başınızın yanlarında duruyor? Saçlarınız uzar da, kaşlarınız neden uzamaz? Bütün kaslarınızın kontrolü sizde de, kalp kaslarının kontrolü neden sizden alınmış? Burnunuzun içinden bile kıl çıkıyor da, ağzınızın içinden neden çıkmıyor?
Bütün hücreler yenilenir de, sinir hücreleri neden yenilenmez? Bütün sıvılar donarken küçülür de, su neden aksine büyür? Bu kadar benzer organlardan oluştuğu halde (iki göz, bir ağız, bir burun vs.) yüzler nasıl bu kadar farklılaşır ve birbirinden ayrılır? Bir insan, bütün akrabalarına (yüzünün bir yönüyle) benzediği halde, nasıl tamamından başka bir fert olur?
Her insanın sesi neden bir diğerinden farklıdır? Her insanın parmak izi neden bir diğerinden başkadır? Her insanın retinası neden farklı kalınlıktadır? Bu kadar benzerlik içerisinde (her aşamada gerçekleşebilecek binler ihtimal varken) bizi birbirimizden kim ayırmaktadır?
Bence, modern bilimlerin hayata ve anlamına dair sorulara verdiği cevaplar; kurdun, Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği cevaplara çok benziyor. Neden mi? En iyisi misallendirelim. “Su donduğunda neden hacmi genişler büyükanne?” diye sorsanız; alacağınız cevap da şöyle oluyor: “Atomik yapısından dolayı yavrucuğum!”
Atomik yapısından. Hımm. “İyi de büyükanne, sen biliyor musun? Eğer su donduğunda hacmi diğer sıvılarda olduğu gibi küçülseydi, bir kış mevsiminde bütün nehirlerde ve göllerde canlılık biterdi? Dipten donarlardı ve canlılık da bir kış içinde yok olup giderdi. Sahi büyükanne, sen bunu biliyor muydun? Sen bilmiyorsan, su atomu, hayatın dengesi için lazım olan bu ayrıntıyı nereden biliyordu da böyle bir huy kazandı?"
Bir masalın kahramanı ettiler bizi. Yüzümdeki bu ayrıntılar, bu nakışlar ve incelikler bir usta tasarımcıya verilmezse, kime verilebilir? Kör tesadüfe mi? Akılsız evrime mi? Bu evrim denen şey, nasıl zeki bir şey ki, herşeyi olması gereken en uygun yere yerleştirebiliyor? Göz yakışıyor, kulak yakışıyor, burun yakışıyor. Yakışmayan da, her nasıl oluyorsa, eleniyor ama yok oluyor, izi de görünmüyor.
Bütün hücreler yenilenir de, sinir hücreleri neden yenilenmez? Bütün sıvılar donarken küçülür de, su neden aksine büyür? Bu kadar benzer organlardan oluştuğu halde (iki göz, bir ağız, bir burun vs.) yüzler nasıl bu kadar farklılaşır ve birbirinden ayrılır? Bir insan, bütün akrabalarına (yüzünün bir yönüyle) benzediği halde, nasıl tamamından başka bir fert olur?
Her insanın sesi neden bir diğerinden farklıdır? Her insanın parmak izi neden bir diğerinden başkadır? Her insanın retinası neden farklı kalınlıktadır? Bu kadar benzerlik içerisinde (her aşamada gerçekleşebilecek binler ihtimal varken) bizi birbirimizden kim ayırmaktadır?
Bence, modern bilimlerin hayata ve anlamına dair sorulara verdiği cevaplar; kurdun, Kırmızı Başlıklı Kıza verdiği cevaplara çok benziyor. Neden mi? En iyisi misallendirelim. “Su donduğunda neden hacmi genişler büyükanne?” diye sorsanız; alacağınız cevap da şöyle oluyor: “Atomik yapısından dolayı yavrucuğum!”
Atomik yapısından. Hımm. “İyi de büyükanne, sen biliyor musun? Eğer su donduğunda hacmi diğer sıvılarda olduğu gibi küçülseydi, bir kış mevsiminde bütün nehirlerde ve göllerde canlılık biterdi? Dipten donarlardı ve canlılık da bir kış içinde yok olup giderdi. Sahi büyükanne, sen bunu biliyor muydun? Sen bilmiyorsan, su atomu, hayatın dengesi için lazım olan bu ayrıntıyı nereden biliyordu da böyle bir huy kazandı?"
Bir masalın kahramanı ettiler bizi. Yüzümdeki bu ayrıntılar, bu nakışlar ve incelikler bir usta tasarımcıya verilmezse, kime verilebilir? Kör tesadüfe mi? Akılsız evrime mi? Bu evrim denen şey, nasıl zeki bir şey ki, herşeyi olması gereken en uygun yere yerleştirebiliyor? Göz yakışıyor, kulak yakışıyor, burun yakışıyor. Yakışmayan da, her nasıl oluyorsa, eleniyor ama yok oluyor, izi de görünmüyor.
Gözün veya kulağın vücutta yer alabileceği milyon tane yer varken, en uygun yere yerleştiren kim? Aç gözünü. Masal zamanı değil. Kurt seni kandırmak istiyor. Bu perdenin arkasında birisi var, bu pencereden bakınca bir zatın tecellileri okunuyor. Bir usta ressam, bir usta dekoratör, bir usta tasarımcı seni 'sen' kılıyor. Hem de öyle bir 'sen' kılıyor ki, dünyada tıpatıp benzerin bir kişi daha bulunmuyor. Buna ne dersin? Yüzbin maşallah demez misin? Peki, böyle yüzbin maşallah dediğini nasıl tesadüflere verirsin?
İçimdeki ateiste mektuplar 1: Zayıflığın dili.
Allah’a inanmak için başka hiçbir nedenimiz kalmasa; kâinat, içindeki bütün delillerle beraber yok olsa, yine de acziyetimizin bizi Ona döndüreceğine inanırım. Acziyet. Yani güç yetirememe. Her insan acizdir, fakat pek azı durumunu idrak eder. Pek çoğuysa inkâr etmekle yetinir. Yetinir, çünkü inkâr asla acziyetine bir çözüm değildir. Kanaatimce, var olmak için gereksinim duyduğu şeyi kendisi var edemeyen, en nihayetinde acizdir. Ve mutlaka, onu kendisine sunacak bir başkasına muhtaçtır.
Bir başkasına. Daha güçlü bir başkasına. O bir başkası da, daha bir başkasına. Daha bir başkası, daha bir başkasına. Bu tıpkı arka ayakları kırık sandalyeleri birbirine yaslamaya benzer. Bir tane dört ayaklı sandalye bulunmadığı müddetçe, hepsi bir diğerine yaslanmaya ve ancak bu sayede ayakta kalmaya mecburdur. Bir başkasına muhtaç olmayan birisi bulununcaya kadar hep yaslanır nesneler bir başkasına.
Gündelik hayatı yaşarken insanın bakışı işte böyle kısa olduğundan kendini çok uzun görür. Bazen bir kenenin ısırmasıyla, bazen bir grip mikrobunun vücuduna girmesiyle, bazen ansızın geliverecek bir kalp sekmesiyle meydana gelebilecek ölümünü pek uzağında hayal eder. Bu da doğal olarak, ondaki sonsuzluk vehmini körükler. Sonsuzluk konusunda aslında haklıdır, bir sonsuzluk olacaktır. Fakat şeklini bütünüyle yanlış tasavvur etmektedir. Ötelerde olabilecek bir şeyi, bu dünyanın sınırları içinde umarak kendine yazık etmektedir.
O kadar çok şeye ihtiyacımız var ki mutlu olabilmek için. O kadar çok şeye muhtacız ki. Mutlu olmamız imkânsızın da ötesinde kalıyor. Düşün ki, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuk açlıktan ağlıyor, bir anne feryat ediyor, nasıl mutlu olacaksın? Bir elin yağda, ötekisi balda olsa bile, olabilir misin? Ya da oksijen veya su tükense, bitse. Onları yaratabilecek gücün var mı? Bir yerden alabilir misin? Ya da düşünsene, bir yakının vefat etse, onu geriye getirebilecek gücün var mı? Bunun yerini dünyevi bir makam, mal tutar mı?
Ah arkadaşım! Böyle bir bilsen daha neler var? Biz öyle çok şeylere muhtacız ki mutlu olmak için. Eğer birisi onları bizim karşımıza çıkarmasa, bizim için yaratmasa, umut etmesek, mahvolurduk. Bir biz değil, dünya mahvolurdu. Başta dedim ya, “Bir insan başka hiçbir neden olmasa da sırf acziyetini görerek Allah’ı bulabilir.” Öyledir. Zira acziyet, insanı büyük bir güç sahibine yönlendirir. Bulacağından eminim. Zira vicdan öyle bir öğretmendir ki, yalan söylememiştir. Ve hiçbir nasihati de boşa gitmemiştir. Yeter ki, kendini fark edip, kulağının onun göğsüne ver. Zayıflığından Allah’a giden çok yollar bulacaksın.
Bir başkasına. Daha güçlü bir başkasına. O bir başkası da, daha bir başkasına. Daha bir başkası, daha bir başkasına. Bu tıpkı arka ayakları kırık sandalyeleri birbirine yaslamaya benzer. Bir tane dört ayaklı sandalye bulunmadığı müddetçe, hepsi bir diğerine yaslanmaya ve ancak bu sayede ayakta kalmaya mecburdur. Bir başkasına muhtaç olmayan birisi bulununcaya kadar hep yaslanır nesneler bir başkasına.
Gündelik hayatı yaşarken insanın bakışı işte böyle kısa olduğundan kendini çok uzun görür. Bazen bir kenenin ısırmasıyla, bazen bir grip mikrobunun vücuduna girmesiyle, bazen ansızın geliverecek bir kalp sekmesiyle meydana gelebilecek ölümünü pek uzağında hayal eder. Bu da doğal olarak, ondaki sonsuzluk vehmini körükler. Sonsuzluk konusunda aslında haklıdır, bir sonsuzluk olacaktır. Fakat şeklini bütünüyle yanlış tasavvur etmektedir. Ötelerde olabilecek bir şeyi, bu dünyanın sınırları içinde umarak kendine yazık etmektedir.
O kadar çok şeye ihtiyacımız var ki mutlu olabilmek için. O kadar çok şeye muhtacız ki. Mutlu olmamız imkânsızın da ötesinde kalıyor. Düşün ki, dünyanın herhangi bir yerinde bir çocuk açlıktan ağlıyor, bir anne feryat ediyor, nasıl mutlu olacaksın? Bir elin yağda, ötekisi balda olsa bile, olabilir misin? Ya da oksijen veya su tükense, bitse. Onları yaratabilecek gücün var mı? Bir yerden alabilir misin? Ya da düşünsene, bir yakının vefat etse, onu geriye getirebilecek gücün var mı? Bunun yerini dünyevi bir makam, mal tutar mı?
Ah arkadaşım! Böyle bir bilsen daha neler var? Biz öyle çok şeylere muhtacız ki mutlu olmak için. Eğer birisi onları bizim karşımıza çıkarmasa, bizim için yaratmasa, umut etmesek, mahvolurduk. Bir biz değil, dünya mahvolurdu. Başta dedim ya, “Bir insan başka hiçbir neden olmasa da sırf acziyetini görerek Allah’ı bulabilir.” Öyledir. Zira acziyet, insanı büyük bir güç sahibine yönlendirir. Bulacağından eminim. Zira vicdan öyle bir öğretmendir ki, yalan söylememiştir. Ve hiçbir nasihati de boşa gitmemiştir. Yeter ki, kendini fark edip, kulağının onun göğsüne ver. Zayıflığından Allah’a giden çok yollar bulacaksın.
6 Kasım 2014 Perşembe
Kör Nokta ve Lemaat üzerine...
Francis Fukuyama'nın editörlüğünü yaptığı; Kör Nokta: Gelecek Senaryolarını Öngörmek (Profil Yayınları) kitabını okuduktan sonra aklıma hemen Bediüzzaman'ın Lemaat isimli eseri geldi. 'Neden?' derseniz. Bildiğiniz üzere Lemaat içinde 'Bir Meclis-i Misalîde...' diye başlayan bir bölüm var. İşte o kısım, sanki bu kitabın işlevinin bir benzerini ümmet-i İslam adına yapıyor gibi geldi bana.
Bu kitabın işlevi neydi, onu izah edersem: Fukuyama, kendisi gibi pekçok akademisyeni, ABD'nin merkezi olduğu bir dünyada, gelecek adına felaket senaryolarını tahmin etmeye çağırıyor. Bunu, kimilerinden öngörüleri hakkında makale isteyerek yapıyor. Kimilerinin ise benzer oturumlarda yaptıkları tartışmaları deşifre ederek kitaba ekliyor. İlk bölüm daha çok kaçırılan/ıskalanan felaketler üzerine. Neden kaçırıldıkları sorgulanıyor. (Örneğin: SSCB'nin dağılması.) Devamı ise tüm dünya adına gelecek okumaları şeklinde. Kehanet denmez bunlara. Falcılık değil. Tamamen feraset çalışmaları. Hatta Mısır'da şu an yaşananları, Amerika'daki 2009 ekonomik krizi gibi pekçok şeyi, yıllar önce yapılan bu tahminler içinde görüyorsunuz. Tutanlar da var, ıskalananlar da.
Peki, benim bu kitapla Lemaat'taki o kısım arasında kurduğum benzerlik ne idi? Öncelikle o eserin başlarından bir parçayı alıntılayayım:
"Şu millet-i İslâmın felâket-i mâzisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musîbet istikbâlde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbâle tebdil eder, zîhimmet. Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesânüd-ü İslâmî hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet, tesri-i ihtizâzı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."
Gördüğünüz gibi Bediüzzaman da tıpkı Fukuyama'nın kitabında olduğu gibi, fakat bu sefer ABD'nin değil, âlem-i İslam'ın merkeze oturduğu bir düzlemde; gelecek adına öngörüde bulunuyor. Birçokları keramet veya keşf diyebilir bunlara. Fakat ben onun aklî yolunun esaslarını diğer eserlerinden de bildiğim için 'feraset' içinde görüyorum tahminlerini. Çünkü neyi söylese, altında gerekçesiyle beraber izah ediyor. Mesela; hazır medeniyetin çöküşünü haber verdikten sonra nedenlerini de madde madde yazıyor. "Bana öyle görünüyor..." deyip bırakmıyor. Nitekim sadece bu değil, İslam medeniyetinin tevakkufunun nedenleri de var aynı metinde. Bu yüzden meseleyi keşf ve kerametten uzak, feraset ve akla yakın ele alıyorum. Bu, üzerine konuşmayı da daha kolay kılıyor.
Peki, yukarıdaki metinde Bediüzzaman'ın gördüğü nedir? Öncelikle İslam'ın geleceğinin parlak olduğu. Çünkü yaşanan sıkıntıların eksik kalan yanlarımızı iyileştirme adına bizi gayrete sevkettiğini öngörüyor. Şefkat, uhuvvet, tesanüd. Onarılan şeyler...
Katılmamak elde mi? Mısır'da, Arakan'da ve Filistin'de yaşananlar üzerine, değil yalnızca sokaklarda yapılanlar, sosyalmedyada yapılanlara bakarsanız, Bediüzzaman'ın öngörüsünün daha da somutlaştığını görürsünüz. Artık âlem-i İslam'ın hiçbir köşesi birbirinden habersiz değil. Birisine vurulunca hepsinden ses geliyor. Herkes birbirini takip ediyor ve birisine yapılana hepisi karşı koyuyor. Devlet ve siyaset ekseninde bu başarılamadı henüz belki. İstibdatlar var. Ama toplumlar düzeyinde bir ortak vicdanın oluştuğu görmezden gelinemez.
Bu kısımda Bediüzzaman'ın cesaretle söylediği birşey daha var: "Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."
Doğrusu, önceleri bu 'evvel girme' meselesini pek anlayamazdım ben. "Yani neden yeni medeniyete müslümanlar daha hızlı girsin? Eğer birşeyde kazanç varsa, önce diğerleri saldırmıyorlar mı? İmkanları daha fazla değil mi? Yeni medeniyetin kazandıracaklarını da bizden evvel onlar görür herhalde. Evvel onlar koşar. Peki, bu şartlarda, müslümanların evvel uyanması nasıl olur..." diye sorguluyordum. İşte Fukuyama'nın kitabı içindeki bazı makaleler ve tartışmalar, bu noktada bakışaçımı yerinden oynattı. Altta alıntılarla da göstereceğim. Ancak özet geçersem:
Her medeniyet, üstünlük araçlarına bir noktadan sonra bağımlı hale geliyor. Terketmesi, topyekun kendini değiştirmesi anlamına geldiğinden, zorlanıyor. Statüko, yani geçmiş düzenin üstleri, direniyor. Örneğin; sanayi devriminin babası olan Almanya, bu sektördeki başarısı gözlerini kamaştırdığı için, bilişim devrimini ıskaladı. Yine petrol sanayinin babası olan Amerika, sırf ülkesindeki bu petrol lobileri zarara uğramasın diye alternatif yakıt projelerinde ağırdan alıyor. Yani bir medeniyeti güçlü kılan şeyler, vazgeçilmez olunca, bu sefer o medeniyetin ayağında ağırlık haline geliyorlar.
Bunun yanısıra iletişim ve ulaşım imkanları üzerindeki hızlı gelişmeler, bilgi paylaşımında küresel bir denge noktasına götürüyor bizi. Artık herkes aynı bilgiye aynı anda ulaşabilme gücüne sahip. Gregg Easterbrook'un kitaptaki ilgili ifadelerini alıntılarsam: "İnternet ve diğer ucuz iletişim yollarıyla bilgiye erişim imkanı genişlemektedir ve bilgi tıpkı dişmacunu gibidir: Bir defa sıkıldı mı tüpün içerisine bir daha asla geri konulamaz." Ayrıca Easterbrook'a göre II. Dünya Savaşı insanlığa büyük bir ders de vermiştir bu noktada:
"Ve Mayıs 1940'ın ortaya koyduğu ders (her zaman bilindiği gibi) özgürlüğün zorbalıktan yalnızca daha iyi değil, aynı zamanda daha güçlü olduğudur. Bu oldukça önemli bir derstir. Tarihçilerin 20. yy'lı değerlendirirken karşılarına çıkacak şeylerden biri, özgürlük ve zorbalığın savaş meydanındaki neredeyse her karşılaşmasında özgürlüğün galip geldiğidir." Ve özgürlüğün özgüveni bütün dünyayı sarmıştır.
Fakat değişimin hızı ile ilgili fikirlerimizi, kitapta, daha çok Walter Russell Mead'ın söyledikleri etkiler: "19. yüzyıl Çin'i çok sayıda farklı türden yeniliğe uyum sağlama konusunda bocalarken, Japonya'nın böyle bir sorunu yoktu. Bugün ise Çin, ne kadar zamandır olduğunu kimse bilmese de, çok daha iyi bir performans sergilemektedir. Sosyal tarih, değişimin hızı arttıkça dünyadaki pekçok toplumun buna ayak uyduramayacağını göstermektedir. Bu durum ABD için de geçerli olabilir."
Ruth Wedgewood onu destekler: "Harvard'da ekonomi tarihi okuduğum dönemde David Landes bize ekonomik rekabetlere sonradan katılanların teknolojik avantajlara sahip olabileceğini anlatıyordu. Bu durumda hızlanan değişim, yaşamı ABD gibi eski, yerleşmiş bir güç açısından daha güç hale getirebilir. Değişim, Amerikalıların pekçok sanayi kolunda birlikte yaşamaya alışmak ve dikkat etmek zorunda kalacakları birşeydir."
Bunun olabilirliğinin altını çizen üçüncü kişi Anne Applebaum'dur: "Şu an için dünyanın sonunun gelmesiyle ilgili endişelerimi dile getirmeyeceğim. Bunun yerine Amerikan dünyasının sonuna dair bir bakışaçısı sunacağım. Pekçok kişi ABD'nin daima dünyanın en büyük gücü olarak kalacağını düşünmektedir. Oysa I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden yalnızca bir gün önce bile Avrupalılar, imparatorlukların dünyaya sonsuza dek hükmedeceğini düşünüyorlardı."
Toparlarsam, alıntılar eşliğinde söylemek istediğim şey şuydu: Bir dönüşümün eşiğinde olabiliriz. Ve şu an geri olmamız, herşey tersine döndüğünde, bilakis önde koşmamıza neden olabilir. Âl-i İmran sûresinde denildiği gibi: "Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin." Bütün dizginler Allah'ın elinde. Türkiye'nin yalnızlığından, dış siyasette yanlış yerde durulduğundan vs. bahsediliyor. Küresel güçlerle aramızın bozulduğu söyleniyor. Kaybedeceğiz deniyor. Olabilir. Fakat değişmeyen şartlarda ve şartlar değişmezse bu doğru. Sadece Arap coğrafyasının uyandığını düşünün! Petrole dayalı ülkelerin (en başta ABD'nin) dizginlerini yitirmesi demektir bu. Ve o zaman, menfaatin değil uhuvvetin kazanacağı bir zemin olabilir. Bakalım kader ne gösterecek... Ancak ben yine de Bediüzzaman'ın öngörüsünün bir hakikatin altını çizdiği kanaatindeyim: Ümmet, parçalarını hatırlıyor!
Bu kitabın işlevi neydi, onu izah edersem: Fukuyama, kendisi gibi pekçok akademisyeni, ABD'nin merkezi olduğu bir dünyada, gelecek adına felaket senaryolarını tahmin etmeye çağırıyor. Bunu, kimilerinden öngörüleri hakkında makale isteyerek yapıyor. Kimilerinin ise benzer oturumlarda yaptıkları tartışmaları deşifre ederek kitaba ekliyor. İlk bölüm daha çok kaçırılan/ıskalanan felaketler üzerine. Neden kaçırıldıkları sorgulanıyor. (Örneğin: SSCB'nin dağılması.) Devamı ise tüm dünya adına gelecek okumaları şeklinde. Kehanet denmez bunlara. Falcılık değil. Tamamen feraset çalışmaları. Hatta Mısır'da şu an yaşananları, Amerika'daki 2009 ekonomik krizi gibi pekçok şeyi, yıllar önce yapılan bu tahminler içinde görüyorsunuz. Tutanlar da var, ıskalananlar da.
Peki, benim bu kitapla Lemaat'taki o kısım arasında kurduğum benzerlik ne idi? Öncelikle o eserin başlarından bir parçayı alıntılayayım:
"Şu millet-i İslâmın felâket-i mâzisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musîbet istikbâlde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbâle tebdil eder, zîhimmet. Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesânüd-ü İslâmî hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet, tesri-i ihtizâzı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."
Gördüğünüz gibi Bediüzzaman da tıpkı Fukuyama'nın kitabında olduğu gibi, fakat bu sefer ABD'nin değil, âlem-i İslam'ın merkeze oturduğu bir düzlemde; gelecek adına öngörüde bulunuyor. Birçokları keramet veya keşf diyebilir bunlara. Fakat ben onun aklî yolunun esaslarını diğer eserlerinden de bildiğim için 'feraset' içinde görüyorum tahminlerini. Çünkü neyi söylese, altında gerekçesiyle beraber izah ediyor. Mesela; hazır medeniyetin çöküşünü haber verdikten sonra nedenlerini de madde madde yazıyor. "Bana öyle görünüyor..." deyip bırakmıyor. Nitekim sadece bu değil, İslam medeniyetinin tevakkufunun nedenleri de var aynı metinde. Bu yüzden meseleyi keşf ve kerametten uzak, feraset ve akla yakın ele alıyorum. Bu, üzerine konuşmayı da daha kolay kılıyor.
Peki, yukarıdaki metinde Bediüzzaman'ın gördüğü nedir? Öncelikle İslam'ın geleceğinin parlak olduğu. Çünkü yaşanan sıkıntıların eksik kalan yanlarımızı iyileştirme adına bizi gayrete sevkettiğini öngörüyor. Şefkat, uhuvvet, tesanüd. Onarılan şeyler...
Katılmamak elde mi? Mısır'da, Arakan'da ve Filistin'de yaşananlar üzerine, değil yalnızca sokaklarda yapılanlar, sosyalmedyada yapılanlara bakarsanız, Bediüzzaman'ın öngörüsünün daha da somutlaştığını görürsünüz. Artık âlem-i İslam'ın hiçbir köşesi birbirinden habersiz değil. Birisine vurulunca hepsinden ses geliyor. Herkes birbirini takip ediyor ve birisine yapılana hepisi karşı koyuyor. Devlet ve siyaset ekseninde bu başarılamadı henüz belki. İstibdatlar var. Ama toplumlar düzeyinde bir ortak vicdanın oluştuğu görmezden gelinemez.
Bu kısımda Bediüzzaman'ın cesaretle söylediği birşey daha var: "Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek."
Doğrusu, önceleri bu 'evvel girme' meselesini pek anlayamazdım ben. "Yani neden yeni medeniyete müslümanlar daha hızlı girsin? Eğer birşeyde kazanç varsa, önce diğerleri saldırmıyorlar mı? İmkanları daha fazla değil mi? Yeni medeniyetin kazandıracaklarını da bizden evvel onlar görür herhalde. Evvel onlar koşar. Peki, bu şartlarda, müslümanların evvel uyanması nasıl olur..." diye sorguluyordum. İşte Fukuyama'nın kitabı içindeki bazı makaleler ve tartışmalar, bu noktada bakışaçımı yerinden oynattı. Altta alıntılarla da göstereceğim. Ancak özet geçersem:
Her medeniyet, üstünlük araçlarına bir noktadan sonra bağımlı hale geliyor. Terketmesi, topyekun kendini değiştirmesi anlamına geldiğinden, zorlanıyor. Statüko, yani geçmiş düzenin üstleri, direniyor. Örneğin; sanayi devriminin babası olan Almanya, bu sektördeki başarısı gözlerini kamaştırdığı için, bilişim devrimini ıskaladı. Yine petrol sanayinin babası olan Amerika, sırf ülkesindeki bu petrol lobileri zarara uğramasın diye alternatif yakıt projelerinde ağırdan alıyor. Yani bir medeniyeti güçlü kılan şeyler, vazgeçilmez olunca, bu sefer o medeniyetin ayağında ağırlık haline geliyorlar.
Bunun yanısıra iletişim ve ulaşım imkanları üzerindeki hızlı gelişmeler, bilgi paylaşımında küresel bir denge noktasına götürüyor bizi. Artık herkes aynı bilgiye aynı anda ulaşabilme gücüne sahip. Gregg Easterbrook'un kitaptaki ilgili ifadelerini alıntılarsam: "İnternet ve diğer ucuz iletişim yollarıyla bilgiye erişim imkanı genişlemektedir ve bilgi tıpkı dişmacunu gibidir: Bir defa sıkıldı mı tüpün içerisine bir daha asla geri konulamaz." Ayrıca Easterbrook'a göre II. Dünya Savaşı insanlığa büyük bir ders de vermiştir bu noktada:
"Ve Mayıs 1940'ın ortaya koyduğu ders (her zaman bilindiği gibi) özgürlüğün zorbalıktan yalnızca daha iyi değil, aynı zamanda daha güçlü olduğudur. Bu oldukça önemli bir derstir. Tarihçilerin 20. yy'lı değerlendirirken karşılarına çıkacak şeylerden biri, özgürlük ve zorbalığın savaş meydanındaki neredeyse her karşılaşmasında özgürlüğün galip geldiğidir." Ve özgürlüğün özgüveni bütün dünyayı sarmıştır.
Fakat değişimin hızı ile ilgili fikirlerimizi, kitapta, daha çok Walter Russell Mead'ın söyledikleri etkiler: "19. yüzyıl Çin'i çok sayıda farklı türden yeniliğe uyum sağlama konusunda bocalarken, Japonya'nın böyle bir sorunu yoktu. Bugün ise Çin, ne kadar zamandır olduğunu kimse bilmese de, çok daha iyi bir performans sergilemektedir. Sosyal tarih, değişimin hızı arttıkça dünyadaki pekçok toplumun buna ayak uyduramayacağını göstermektedir. Bu durum ABD için de geçerli olabilir."
Ruth Wedgewood onu destekler: "Harvard'da ekonomi tarihi okuduğum dönemde David Landes bize ekonomik rekabetlere sonradan katılanların teknolojik avantajlara sahip olabileceğini anlatıyordu. Bu durumda hızlanan değişim, yaşamı ABD gibi eski, yerleşmiş bir güç açısından daha güç hale getirebilir. Değişim, Amerikalıların pekçok sanayi kolunda birlikte yaşamaya alışmak ve dikkat etmek zorunda kalacakları birşeydir."
Bunun olabilirliğinin altını çizen üçüncü kişi Anne Applebaum'dur: "Şu an için dünyanın sonunun gelmesiyle ilgili endişelerimi dile getirmeyeceğim. Bunun yerine Amerikan dünyasının sonuna dair bir bakışaçısı sunacağım. Pekçok kişi ABD'nin daima dünyanın en büyük gücü olarak kalacağını düşünmektedir. Oysa I. Dünya Savaşı'nın patlak vermesinden yalnızca bir gün önce bile Avrupalılar, imparatorlukların dünyaya sonsuza dek hükmedeceğini düşünüyorlardı."
Toparlarsam, alıntılar eşliğinde söylemek istediğim şey şuydu: Bir dönüşümün eşiğinde olabiliriz. Ve şu an geri olmamız, herşey tersine döndüğünde, bilakis önde koşmamıza neden olabilir. Âl-i İmran sûresinde denildiği gibi: "Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın. Dilediğine de sayısız rızık verirsin." Bütün dizginler Allah'ın elinde. Türkiye'nin yalnızlığından, dış siyasette yanlış yerde durulduğundan vs. bahsediliyor. Küresel güçlerle aramızın bozulduğu söyleniyor. Kaybedeceğiz deniyor. Olabilir. Fakat değişmeyen şartlarda ve şartlar değişmezse bu doğru. Sadece Arap coğrafyasının uyandığını düşünün! Petrole dayalı ülkelerin (en başta ABD'nin) dizginlerini yitirmesi demektir bu. Ve o zaman, menfaatin değil uhuvvetin kazanacağı bir zemin olabilir. Bakalım kader ne gösterecek... Ancak ben yine de Bediüzzaman'ın öngörüsünün bir hakikatin altını çizdiği kanaatindeyim: Ümmet, parçalarını hatırlıyor!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...