17 Aralık 2014 Çarşamba

Ahirzaman illüzyonistleri...

Bediüzzaman, kuvve-i akliyenin ifratı için 'cerbeze' der ve ekler; "(...) hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur." Ahirzamanda Mürşidim kuvve-i akliyenin ifratı için ‘cerbeze’ der ve ekler: “(…) hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur.” Ahirzamanda deccal/süfyan karakterlerini anlatan hadisler de bu noktaya parmak basar. ‘Cennet görünümlü cehennem’ veya ‘cehennem görünümlü cennet’ ile anlatılmak istenen de işte biraz bu ilizyondur. Bazı olur cennet ‘uydurulmuş cehennem’ diye size sunulur. Cehennem ise ‘indirilmiş cennet’ olarak.

İllüzyonun fikirdeki haline ‘cerbeze’ desek herhalde yanılmış olmayız. Peki cerbeze denilen bu fırıldak nasıl çevrilir? Onun da izahını buluyoruz Risale-i Nur’da. Mesela: 14. Şua’da Bediüzzaman savcının iddianamesinde yaptığı bir cerbezeyi şöyle tarif ediyor: “Makam-ı iddia cerbezesiyle binler mesail içinde bir-iki meseleye hatırımıza gelmeyen bazı mânâlar vererek bizi itham ediyor.” Demek ki: Cerbeze ‘kişinin cümlelerine kendisinin yüklemediği anlamlar yüklenerek’ yapılır. Başka? Yine 14. Şua’da var: “Memleketimdeki biraderime yirmi senede hiç yazmadığım halde iddianamede beni emniyeti ihlâl suçu ile itham edip ve cerbeze ile eski nakaratı tazeleyerek ‘İnkılâba karşı geliyor!’ demiş.” Demek cerbeze ‘geçmiş iftiraları yeni yalanlarla/yöntemlerle yeniden piyasaya sürerek’ de yapılır. Başka? “Halbuki sarahat değil, o kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş.” Demek cerbeze kelamın açıkça kastetmediği birşeyi tek kastı oymuş gibi göstererek de yapılır. Başka?

“İddiacı, bin dereden su toplamak gibi, Nur şakirtlerinin birbirlerine karşı muhabbetkârâne ve hususî hissiyatlarını ve Nurlardan istifadelerini, samimâne ve bazen müfritâne gösteren mektuplarını bir esas yaparak cerbezesiyle onlardan medar-ı itham çıkarıp bizi irtica ile itham etmeye çalışması öyle bir hatâdır ki, kabrinde onun çok azabını çekecek.” Demek cerbeze ‘müfritane tavırların derlemesiyle ve umumun ondan ibaretmiş gibi sunulmasıyla’ da yapılır. Başka?

“(…) insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tadil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’ edip, bir zaman-ı vahidde, bir şahs-ı vahidden sudûrunu tevehhüm ederek, şedid cezaya müstehak görür. Halbuki, bu tarz, bir zulm-ü şediddir.” Demek; cerbeze, farklı zamanlarda meydana gelen kusurları bir anda ve bir kişiden ortaya çıkmış gibi göstermekle de yapılır. Başka?

“Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve mukteza-i hali düşünmemekten çıkar. Ben ki ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalatalı ve ağrazlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim.” Demek cerbeze ‘tatbik-i nazariyatı ve mukteza-i hali görmezden gelerek’ de yapılır. Başka? “Cerbezenin şe’ni, bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmektir.” Demek cerbeze bir tek günahı abartarak bütün iyilikleri örtmekle de yapılır. Başka? “En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkittir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse!” Demek cerbeze gurura yaslanmış bir eleştiri aşkıyla da yapılır. Başka?

“Cemaat itibarıyla görüyoruz ki, bir şahs-ı muhteris, bir intikamla veya muntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikirle demiş ki, ‘İslâm parçalanacak veyahut hilâfet mahvolacak.’ Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini, tatmin. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister.” Demek cerbeze ‘ihtirasla, intikamcı bir muhalefetle, öyle olmasını arzulayan bir arayışla, enaniyetini tatmin isteğiyle teviller/yorumlamalar ve bunu adalet şeklinde sunarak’ da yapılır. Başka?

Neyse, çok alıntı yaptık, uzatmayalım. İşte arkadaşlar, size akıl aşırılığının Risale-i Nur’un diliyle bir resmini çektim. Şimdi alın Mustafa İslamoğlu’nun, Caner Taslaman’ın, Abdulaziz Bayındır’ın, Mehmet Okuyan’ın, Emre Dorman’ın, Mustafa Öztürk’ün vs.’lerin iddialarını, ahlakını, tenkidini, gururunu, iftiralarını koyun bu metinlerin içine. Hepsi nasıl tıkır tıkır tutuyor görün. ‘Avrupa’ya şedit meftuniyet‘iyle oradan ne bilgi alıntılasa ona vahiy gibi sorgulanmaz davranan ama Buharî’den bir hadis işitse yüzünü eşkiten; Bediüzzaman’a ve diğer âlimlere söylemediklerini söylettiği gibi söylediklerine de kendince ‘hatırımıza gelmeyen bazı mânâlar vererek’ kamuya öyle lanse eden; ‘sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini, tatmin’ için Risale-i Nur’da olmayan beyanları uydurup eserine katan ve tashihi istendiğinde de çarpıtmaya çalışan; başka türlü anlamak mümkünken ‘sarahat değil, o kendi cerbezesiyle küllî beyanatımızı ona tatbik etmiş’lerden olmayı tercih eden; cümle İslam ulemasının yalnız bir kusurunu bulmakla veya uydurmakla ‘bir seyyieyi sümbüllendirerek hasenata galip etmek’e çalışan ve o yolla tüm ehl-i sünnet geleneğini çürütmeye gayret eden; ‘O müthişin en müthişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye’ bile aynı seviyesizlikle girmekten çekinmeyen…

Bir eserin içindeki eleştirileri haklı çıkarmayacak metinleri görmezden gelip suçlamasına yarayacak malzemeyi seçerek ‘cerbezesiyle onlardan medar-ı itham çıkarıp’ insanların aklını karıştırmaya çalışan; ‘uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tadil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem’ edip, bir zaman-ı vahidde, bir şahs-ı vahidden sudûrunu tevehhüm ederek’ oradan Nur talebelerinin veya ehl-i sünnetin topyekûn dinden çıktığına/çıkacağına imanlarda bulunmaktan utanmayan; ‘en müthiş maraz ve musibet’ olan, ‘cerbeze ve gurura istinad eden tenkiti’ akaid-i imaniyenin en derin meselelerinde ve en muhterem şahıslar hakkında bile kullanmaktan hayâ etmeyen vs… Yani dostlarım, cerbeze ile ilgili hangi metne koysanız uyan bu adam, Mr. Cerbeze: Mustafa İslamoğlu, daha bizi ‘bizden görünerek’ kandırmasın.

Uyanık olalım. Ne olduğunu bilip öyle dinleyelim. Ne olduğunu görüp öyle konuşalım. Risale-i Nur’un içinden bir fotoğraf çektim size. Böylesi insanların yazdığı, söylediği, eylediği ‘hikmet’ değildir. Hikmet istikamettedir. Tastamam cerbeze yapıyor adamlar. Akıllarının ifratıyla hakikati bükmeye çalışıyorlar. Nakil karşısında gözetmeleri gereken dengeyi kollayamıyorlar. Aforizmalarla avlıyor itikadımızı. Şu yukarıdaki ifadeleri kendiniz inceleyin ve sonra isterseniz sohbetlerini de bu gözle dinleyin. Kitaplarını da bu gözle okuyun. Hepsinin şıkır şıkır, tıkır tıkır, patır patır teşhislerle tuttuğunu göreceksiniz.

Allah böyle hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterenlerin cerbezelerinden cümlemizi muhafaza eylesin. Ağızlarında ‘Allah kelamı’ olduğu halde, ‘cennet suretinde cehennem’ veya ‘cehennem suretinde cennet’ler sunulabilen ahirzaman fırıldaklarından korusun. Artık kimse de bizi ehl-i sünnetin hak dairesinden kendi uydurduğu dine “Kur’an müslümanlığı budur!” diyerek çağıramasın. Çağırsa da karşılık bulamasın. Çükü feraset mü’minin şiarıdır.

16 Aralık 2014 Salı

Kalp dediğin içerden kırılır

Sahibi, kalplerimizin haritası Furkan’ında, bizi 'ahsen-i takvimde yarattığını’ buyuruyor. Yani? Yani ‘kıvamların en güzeli’nde. Kemalinde. Elhamdülillah. O Güzeller Güzelinin yarattığı güzeller sayısınca elhamdülillah. O Güzeli güzel bilen güzeller sayısınca elhamdülillah. Güzel olmak bir nimet mi peki? Evet, elbette, öyle. Çünkü güzellik uyumdur. Fakat imtihanı da çetin olur güzel olanın. Kıvamının ölçüsü benzersizleştikçe nesnesi nadirleşir, eşsizleşir, doğru. Lakin tadını kaçırmak da başkalarından kolaylaşır. Çünkü güzelin güzelliği, sadece güzelliği değil, çirkinliği de gösterir teninde. Beyazın beyazlığında şiddetlendikçe lekesine karanlık katması gibi. Onu ziyade göstermesi gibi.

Güzelsin arkadaşım. Yalnız cismen değil manen de güzelsin. Bedeninden çok kalbinde güzelsin. Ama basitlikte bir güzellik değil seninkisi. Karışıksın. Karmaşıksın. Karıştırırsın. Onlarla kıvamın güzel. Hassas ölçülerle yapılmışsın. İnce mizanlarla tartılmışsın. Zarif nakışlarla dokunmuş herbir yerin. Yine dokanır olmuş herşey sana işte bu yüzden. Sanırsın bin gurmenin dilinde, damağında, kaşığında, bakışında denkleştirmişler lezzetini. Şimdi, azıcık biber atsalar veya keder katsalar, ağlayan bir yüze denk gelsen yahut yarım bir tebessüme nazar etsen, için acır. Kıvamın bozulur. Yalnız sevdiklerin için değil arkadaşım. Sevdiklerinin sevdikleri için bile canın yanar. Hasmına bile garip gönül dertlenir. Gam yaprağın havadan bile nem kapar. Sen ki kalbiyle herşeye dokunansın. Fakat dikkat et: Aynı zamanda dokunulansın. Gece yastığına ağlayan başka mahluk var mı?

Bak mürşidim senin hakkında ne diyor: "İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir."

Herkese kalbini açıyorsun. Herkese ışığından saçıyorsun. Herkese neşenden kesmişsin koca bir dilim. O kadar çok var ki orada. ‘Tüm dünyaya yeter’ gibi geliyor. ‘Herkes sen gibi sever’ geliyor. Yanılıyorsun. Öyle değil. Şefkatin hem gücünü hem güçsüzlüğünü arttırıyor. İnsana Allah'ı en çok şefkati arattırıyor. Çünkü şefkat ettiğin kadar üzülüyorsun. Acıdığın kadar acıya da talipsin. Yaraların büyüyor sevmekle. Yâr çiçekleri sayısınca solgunluğun artıyor. İşte aynı nedenden: Ancak sevdiğin kadar üzüyorlar seni. Zamanla sen de sevmekten yoruluyorsun. Kapanıyorsun. Kapanıyorsun. Ve katılaşıyorsun.

"Allah kalbin bâtınını iman ve mârifet ve muhabbeti için yaratmıştır. Kalbin zahirini sair şeylere müheyya etmiştir. Cinayetkâr hırs kalbi deler. Sanemleri içine idhal eder. Allah darılır. Maksudunun aksiyle mücazat eder."

Kalp kırıklığı biraz da Sahibinin dargınlığı. Öyle ya. Kalp dediğin içerden kırılır. Sokmasaydın kalbine hiçbirisi seni kırmaya güç yetiremezdi. Sahibi izin vermezdi. Kale Sultanıyla muhkemdi. Sen Sultanı bıraktın. Avluya daldın. Yetmedi. Kapıdan geçen serserilere altın tahtlar yaptın. Dünyaya çok fazla hüsnüzan ettin arkadaşım. Zannettin. Halbuki Kur'an "Zannın fazlasından kaçın!" emretmişti. Zan yanıltıcıydı çünkü. O kadar pembe düşler gördün ki onun hakkında. Sonun hakkında. Sonlular hakkında. Senin hakkında. Gülümsedikçe dünya da sana tebessüm edecek sanıyordun. Umuyordun. Bekliyordun. Fakat âlem aynandan ibaret değildi. Hayallerini âlemin sandın. Kendine fena aldandın. Keşke işitseydin: "Kalb ve mahiyet-i insaniye zişuur bir aynadır. Onda temessül edeni şuur ile hisseder. Aşk-ı bekâ ile sever." 

Herbirimiz birer aynayız. Herbirimizin kalbi bu dünyayı bir renge büründürüyor. Keşke rengin galip olsaydı ama imtihan dünyası: Renkler kapışıyor. Kıvamlar karışıyor. Zıtlar yarışıyor. Şeytanın alevi Âdem'in toprağına sataşır. Gecenin karası gündüzün beyzasına sataşır. Sen gülümsersin de başkası kaşlarını çatar. Seni kıran da bilmiyor ki kalbini. Bencile kendinden başka âlem var mı? Halbuki her namazda Fatiha şunu tekrar öğretiyor: "Âlemlerin Rabbine hamdolsun!" Yani şunu hatırlatıyor: "Bu dünyada sen biricik değilsin, senden başkaları da var, onları da Allah yarattı. Kırmadan kalplerini yürü bu yolu. Bencilleşme, âlemleri ‘ben'inden ibaret görme, haddini bil!" Her namazda tekrar tekrar okuruz bunu. Çünkü insan en çok unutur bunu. Yoksa kalp kırmaya nasıl cüret edebilirdik?

15 Aralık 2014 Pazartesi

Ayna manzarayı çoğaltır

Artık meşhur oldu ya gerçi. Yine de başlarken altını tekrardan bir çizelim: Newtoncu fizikten Kuantuma geçiş, belirli nedenler/sonuçlardan, gözlemcinin de gözleneni etkilediği (en azından bir iddia olarak) bir alana geçiştir. ‘Çift Yarık Deneyi'ni[1] duymuşsunuzdur. Dalga gibi davranan elektron taneciklerinin gözlemlenmeleriyle birlikte davranış şekillerini değiştirip tanecik gibi hareket ettiği o ilginç deney. Bu deneyin öğrettiği şeylerden birisi de; maddenin, en azından atomaltı düzeyde, o kadar da deterministçe/tekdüze hareket etmediğidir. Yani, fiziksel şartlar aynı olduğunda bile, gözlemcinin nazarıyla eylemin şekli değişebilmektedir.

Gözleyen sadece gözlemlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? (Nazara inanmayanları sarsan bir soru.) Esas müşkül burada yatmaktadır. Fizikçi değilim, fazla malumat veremeyeceğim, ama 'olasılık hesapları' dediğimiz şey Kuantumculuğun bu tarafına bakıyor biraz. Yani biz ihtimallere kafa yorarak taneciğin orada tam olarak ne yaptığını, neyi yapmadığını veya ‘neleri birlikte yaptığını’ anlamaya çalışıyoruz. Çünkü, deney izlenince görülecektir ki, tanecik aynı anda hem hepsini yapmakta hem de hiçbirisini yapmamaktadır. Yarıklara giderken tanecik olan tanecik yarıklardan geçerken adeta potansiyeller dalgasına dönüşmektedir.

Kuantum fiziğin sonu değil. Belki ileride çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Belki Kuantumun da bazı şeyleri eksik/yanlış söylüyor olduğunu farkedeceğiz o zaman. Ancak yine de bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sanıldığı kadar kesif olmadığını gösteriyor. Demek: Neden-sonuç ilişkileri de sanıldığı kadar sarsılmaz değil. Yani: Bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Hem arızî olan vücudu anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum'un karşısında varlığımın ne denli 'rüzgâr önünde yaprak' bir varlık olduğunu kavrıyorum. Tabii yine de aklımızda tutalım: Bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, 'tam'ı, hakikate daha yakın manaları anlamamıza yardımcı olabilir.

Aslında olasılık hesapları bilmediğimiz şeyler değil. Hatta, bırakınız matematiği, edebiyatta bile malumumuz birşeydir ihtimaller. Örneğin: Bazen tek cümle bir dalga hareketi yapabiliyor. Her duyanda farklı bir tesir uyandırabiliyor. Bazen aynı kelime, aynı cümle, muhatabın dünyasına göre farklı etkilerde bulunuyor. (Kompozisyon ödevlerindeki çeşitlilikten hatırlarız.) Farklı karşılıklar buluyor. Hatta söyleyenin zekavetine bağlı olarak belagatın da şiddeti artıyor. Aynı cümleyi duyan birçok insan, ihtisas alanlarına göre, cümlenin içinden hakikat devşirebiliyorlar.

Elbette insanî olanın özgü sınırları var. Bir insan tek cümlede kaç mana murad edebilir? Bir, iki, üç... "Oku oğlum baban gibi eşek olma!" derken virgülün yerine göre yaşanan anlam kaymasını veya eşsesli kelimelerle yapılabilen sanatları biliyoruz. Fakat insanın ağzından çıkan yine de insanîdir. Sınırlıdır. Vahy-i ilahîye yetişemez. Esmasında sınır bulunmayan Allah bir kelamında kaç mana murad edebilir?

Cevabını aradığımızda 12. Lem'a bir yönünü gösterir bize. 33. Söz'ün 19. Penceresi ise diğer bir vechini. İkisi de aynı ifadenin tefsiridir. Fakat birisi afakî/dışsal bir 'yedi sema' anlatımında bulunur, diğeri bir varlığın katlarını açar gibi daha enfüsî/içsel bir daireye yönelir. Ancak her ikisinde de Bediüzzaman "Yedi sema ancak bu manalardan ibarettir!" inhisarında bulunmaz: "Ve hâkezâ, bu âyetin külliyetinde, mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz'î mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semâviyeden herkes rızkını bulur."

Demek, isimlerine sınır koyulamayan Allah'ın murad ettiği mana sayısı, rızkını arayan mahlukatın sayısıncadır, hatta sonsuzdur. Zâhiri manası genel-geçer, ilk murad olunan, çerçeveyi belirleyen olmakla birlikte; rızkını arayanın nazarı, ihtiyacı ve ihtisası sayısınca da Kur'an bizimle konuşmaya devam eder. Daha özel bir dairede konuşmadır bu. Daha hususidir. Evet. Doğru. Lafzen nüzul bitmiştir. Fakat manaca keşfimiz sürmektedir. Gözlemcilerin değişimi gözlenenin sonsuzluğunu ortaya çıkarır. Aynalar mekanı çoğaltır. Bakış açıları fotoğraflamalarla anları zenginleştirir. Ve biraz da bu yüzden zaman eskirken Kur'an gençleşir. Çünkü Kur'an, zaman ötesi bir makamdan, ezelden gelmiş bir kelamdır.

İlginçtir. Bediüzzaman, kendisine ebced/cifir veya Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde ifade ettiği işarat-ı Kur'aniye meselelerinde itiraz edenlere de Kur'an'ın bu küllî nazarını vurgulayarak cevap verir:

"Bunun, bu yanlışında beş vecihle hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselere, hatta nefsin cüz'î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsî fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder."

Yani, ebced/cifir meselesinde veya işarat-ı Kur'aniye mevzuunda yapılan itirazlarla aslında söylenmek istenen, Kur'an'da belirli birilerinin işareten kastedilmediği değil, Cenab-ı Hakkın bütün zamanlara uzanır kasıtlarının, hâşâ, olamayacağıdır. Bu yönlü itirazların arkaplanındaki temel arıza buradadır. Bu tasavvur daralmasındadır. Halbuki "Gayb'ın anahtarları Allah'ın katındadır. Onu yalnız O bilir. Mutlaka Onun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır..." buyuran En'am sûresi, aslında Cenab-ı Hakkın nasıl bir ‘manzar-ı âlâ'dan ve nasıl bütün mahlukatın geçmiş/gelecek bilgisini kuşatarak kelam ettiğinin de delilidir. Yeter ki bu manalara dair tefekkürler, bir usûlle, elbette ehl-ü sünnet ve’l-cemaatin usûlüyle geliştiriliyor olsun. Onlara bağlı kalsın. Sınırlarını aşmasın.

Ben şimdi, tam da bu noktada, derslerinde Kuantumu pek seven, Batı kaynaklarında duyduğu her bilginin âşığı, ama İmam Buharî rahmetullahi aleyhe dahi güvenmez Mustafa İslamoğlu ve benzerlerine birşey sormak istiyorum: Allah bir ayetiyle kaç manayı birden murad edebilir?

Buna nasıl bir sınır çizebildiğinizi cidden merak ediyorum. Çünkü öyle bir rahatlığınız var ki bu konuda, değil mana-i sarihî yönüyle, mana-i işarî yönüyle yapılmış her arayışı sapkınlıkla suçlayabiliyorsunuz. Kur’an’ın hakikati gösterir parmaklarının sayısını kendi parmağınız kadar daraltabiliyorsunuz. Ya ‘mana-i sarihî’ ile ‘mana-i işarî’yi ayıramıyorsunuz yahut da Allah'ı, tek cümlede ancak bir manayı murad edebilir (o da mutlaka sizin anladığınız olmak zorunda), hâşâ, bütün zamanlara/fertlere kuşatıcı kelam edemez gibi bir sınırlılıkta tasavvur ediyorsunuz.

Ortası yok gibi geliyor bana. Zira kelam-ı İlahî'de, hem de gayet de makul manalarla, kendi zamanına işaretler bulunabileceğini; bunun Kur'an'ın hem ihbarat-ı gaybiyesine, hem ezel külliyetinin şanına yakışır olduğunu söyleyen bir âlimi, "Kur'an'da öyle birşey yoktur!" der gibi bir üslupla, hatta "Ayet benim için indi!" demiş gibi yalanlayabiliyorsunuz? Yalanlamak yetmiyor bir de sapkınlıkla suçluyorsunuz. Ayıp değil mi?

Allah azze ve celle, bir kelamda kaç mana, kaç kişi, kaç zaman işaret ettiğini/edebileceğini size mi danışıyor kuzum? Size mi danışıyor ki, bu kadar rahat "Yoktur!" diyebiliyorsunuz? Hem nedir öyle Kuantumdan dem vurup vurup Kur’an okurken Newton’a dahi rahmet söyletmek? Varlıktaki hikmetine ne ara tahdit koyabildiniz ki, kelamındaki kastına aklınızca tahditler koyabiliyorsunuz? Gittiğiniz yolun tehlikesinin farkında bile değilsiniz. Bu yol, öyle tekfire koşan bir yol ki, yakında değil işarî manayı, sarih manayı sizin gibi yorumlamayanları bile reddedeceksiniz. Belki ediyorsunuz da! Siz ne konuşursanız konuşun. Bizim yolumuz ehl-i sünnet ve’l-cemaatin yoludur. Kur’an’ı anlayışımız da şöyledir: “Lâfzı tazammun eder pek vâsi ihtimâlât, hem vücuh-u kesire ki, herbiri nazar-ı belâğatte müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşrii lâyık görüyor anı.





[1] Faydalı bir kısa bilgi için: http://www.youtube.com/watch?v=q3H7wR_IR3ww

11 Aralık 2014 Perşembe

Güya Allah'ı takdis ederken...14: Science dergisine imanı, Buharî'den fazla

Bence Mustafa İslamoğlu kasıtlı bir şekilde iki şeyin ayrımını yapmıyor ve yaptırmıyor. Bir ilmin suistimali başkadır, o ilmin hakikatini inkar etmek başkadır. Örnek verirsem: Bir insan, yıldızlara bakarak, ona göre kartlar açarak işkembe-i kübrasından size kaderinizi haber veriyormuş gibi sözler söyleyebilir. Bu onun şarlatanlığıdır. Ama diğer taraftan, astronomi diye bir ilmin varlığını, sırf birisi yıldızlara bakıp şarlatanlık yapıyor diye inkar edemezsiniz. (NASA kadar kafanıza taş düşer.)

Yine mesela Jim Carrey'nin başrolünde oynadığı 23 Numara filminde olduğu gibi, matematik eksenli bir psikolojik takıntı, bir hastalık olarak, hayatın tamamını o rakam ekseninde açıklamaya itebilir sizi. Ama bu da matematik diye bir ilmin varolduğunu ve Kamer sûresinde buyrulduğu gibi 'herşeyin bir ölçü ile yaratıldığı/indirildiği'ni inkara götür(e)mez. Evrim teorisine, zaten ispatlanamıyor olduğu için, inanmayabilirsiniz. Evrimi kabul ettirmek için kırk takla atan bilimadamlarını şarlatan görebilirsiniz; fakat bu da biyoloji ilminin bühtanlığına karine olmaz. Ne simyacılar kimyayı iflas ettirir, ne sahte doktorlar tıbbı, ne de evrimciler biyolojiyi ilim olmaktan çıkarabilirler. Yani özetle: Birşeyin suistimali, onun hakikatinin olmadığı anlamına gelmez.

Birşeyin hakikatinin olmadığı ise, o ilmin üzerine inşa edildiği şeyin hak olmadığını göstererek ancak isbat edilebilir. Bediüzzaman'ın kullandığı bir örnek olarak, hindistancevizi misaline gelelim. Hindistancevizi diye birşeyin varlığını isbat etmek, onun yokluğunu isbat etmekten kolaydır. Çünkü ondan bir taneyi getirip gösterdiğinizde, muhatabınız onu görmekle zaten varlığı isbatlanmış olur. Ama yokluğunu isbat etmek için bütün dünyayı dolaşmak, her ağacın meyvesine bakmak, her taşı kaldırmak ve hiçbir yerde olmadığını kesinkes delillendirebilmektir mecbur olduğunuz. İnkarınız mutlaktır çünkü. 'Şurada yok, burada yok!' değildir, 'Dünyada yok'tur. Ha bir kolayı var: Yahut da zatında muhal olduğuna elinizde bir delil bulunmalıdır. (Mesela, kulaklarını çırparak uçabilen bir fil iddiası gibi. Mantık bunun olamayacağını fiziğe bağlı olarak hemen söyler zaten.) Bu noktada "Nazarımda yoktur!" demek ancak sizin o noktadaki körlüğünüze işaret eder. Olmadığını göstermez. Çünkü onun olması için sizin görmeniz gerek-şart değildir. Görüşünüz o şeyin 'lazım'ı olmadığından yokluğuna da tek başına delil olamaz.

Şimdi, Bediüzzaman'ın ulum-u hafi tabir ettiği, ancak şarlatanların da istimal ettiğini görmezden gelmediği ebced/cifir meselesine gelelim. Bir kere, öncelikle şunu öğrenmiş olduk: Birilerinin suistimal etmiş olması, o ilmin olmamasına delil olmaz. O halde kendimizi bir süreliğine Mustafa İslamoğlu olarak hayal edip, tabii hakikatte hazretin aklına erişebilmemiz mümkün değil, bu ilmin olmayışına delil arayalım. Metodumuz ise 32. Söz'den alınmış olsun. Müddeimiz kendine inkar kapısı arasın.

Öncelikle "Allah sayısal mesaj vermez!" deyip en geniş daireden inkara başlayalım. Fakat o da ne? Bilakis, Kamer sûresinde belirttiği ölçülülük hakikatiyle, Kur'an'da; bütün fennî ilimlerin içinde yer alan matematiksellikle, kainatta; iki kitabıyla birden bizim bu iddiamızı yalanlıyor Cenab-ı Hak. Ölçüyle indirdiğini/yarattığını vahyinde sarahaten söylüyor ve ayrıca bütün varlığı da böylesi ölçülerle yaratmış. Nizamı, tedbiri, ilmi, sanatı hep bu ölçülerle okuyoruz. Demek "Allah sayısal mesaj vermez!" hükmümüzün altı boş.

Onu aştık. Bu sefer Kur'an'a yüzümüzü dönüyoruz. Diyoruz ki: "Allah vahyinde sayısal mesaj vermez." Bu sefer de ayetlerde geçen kelime ve kavramların sayısındaki oran, bunun yanısıra Cenab-ı Hakkın yine vahyin içinde yer verdiği 'yedi, bin vs...' gibi rakamsal ifadeler gösteriyor ki; Allah, vahyin içinde de sayısal ifadeler kullanıyor ve sayısal bir ölçülülük var. Yani pekala verebilir ve veriyor. Hatta bunun bir kısmını, geçmiş yazılarımdan birisinde, Niyazi Beki Hoca'nın bir makalesinden alıntılayarak nakletmiştim. Uzatmamak için tekrar alıntılamıyorum. Zaten nette de aratılınca kolay bulunan birşey.

O zaman geriye kalıyor, tıpkı bizim zekavette alemdarımız Mustafa İslamoğlu gibi 'harf düzeyinde' böylesi bir hikmetin varlığını inkar... Yani iddia makamında şu cümleyi deyivereceğiz artık: "Allah harf düzeyinde sayısal mesaj vermez!" Öncelikle karşımıza şu duvar çıkıyor. Varlığın her yerini en ince ayrıntısına kadar sayısal mesajlarla, daha doğrusu 'ölçülülükle' donatan Allah; vahyinin içinde böyle ölçüler kullanmaktan çekinmeyen Allah; hatta tesbihat gibi, zikrullah gibi şeylerde de 33 gibi özel adetlerin istimalini Allah Resulü'nün diliyle emreden Allah; neden harf düzeyinde böylesi bir hikmeti, ölçülüğü kullanıyor olmasın? Olmamasına delilimiz var mı? Kainattan yok. Vahyin içinden de bize destek veren bir ayet yok. Allah Resulü'nün de böyle bir ifadesi yok. Hatta onun olduğu yönünde, eğer İslamoğlu inkar etmese, hadisleri var. Eee? Ne kaldı geriye? Geriye kalan tek yol, bütün Kur'an'ı böyle bir hesaba vurup; olmadığını her ayetin, her kelimenin, her harfin altında göstermek mecburiyetindeyiz.

Fakat dur bir saniye! Bizden önce kaldıranlar olmuş ve onlar hakikaten olduğuna dair şeyler de bulmuşlar. Kim? Mesela Necmeddin-i Kübra, mesela Muhyiddin-i Arabî, mesela Bediüzzaman. Allah hepsinden razı olsun. Yani bu insanlara baksan, onlar da ümmetin sevimlisi, zekisi, akıllısı; tabii bir İslamoğlu olamazlar ama hani az da âlim değiller. Onlar var diyorlar ve hatta yaptıkları hesapların sonuçlarını da takır takır delil diye gösteriyorlar. Peki, bunca isbattan sonra tefsir külhanbeyi hocamızın elinde kesecek ne racon kalıyor? Suistimal. Suistimalden başka delili yok İslamoğlu'nun olmadığına dair. Ha var, bir de karıştırdığı Batı kaynakları var. Kendisinin Science dergisine imanı, Buharî ve Müslim'e olan imanından kuvvetli olduğu için, bütün İslam geleneğini silebilecek bir güç veriyor bu imanı, enesine. Hey yavrum hey! 'Müslüman mahallesinde salyangoz satmak'ın günümüz Türkçesi: Mustafa İslamoğlu olmak!

10 Aralık 2014 Çarşamba

Güya Allah'ı takdis ederken...13: Kurt, kızı yemeyi aklına koymuş

Aramızda külliyat metni gibi 'somut' birşey varken, Mustafa İslamoğlu'yla biz neden anlaşamıyoruz? Neden 'alıntıladığı' ifadelerin külliyatta bulunmadığını tekrar tekrar kendisine gösterdiğimiz halde İslamoğlu iftiralarından vazgeçmiyor? Neden "Evet, benim Risale falan okuduğum yok. Kur'an'a arzettiğim de yalan. Kitaba koyduğum kısmı da başka birisinin makalesinden arakladım. O nedenle alıntıladığım kişinin yaptığı tahrif ve uydurmaları da olduğu gibi kitabıma kattım. Kontrol de etmedim..." gibi, değil bir âlimin, dürüst ve sıradan herhangi bir insanın bile rahatlıkla sarfedebileceği cümleleri henüz onun dilinden duymuş değiliz? Neden mümine ve Hz. Âdem'in mirasına yakışır bir itiraf ve istiğfar henüz taraf-ı şahanelerinden dile getirilmedi?

Bütün bu sorulara bir yanıt aramadan önce size tanıdığımın başından geçmiş bir hatırayı nakledeceğim:

Rabbim türlü türlü imtihan yaratıyor biz kullar için. Kimisi bedensel rahatsızlıklarla imtihan olunuyor, kimisi de psikolojik olanlarla. Tanıdığımın başına da ikinci türden birşey denk geldi. Hem de çok sevdiği bir arkadaşları eliyle. Elimden geldiğince özet geçeyim: Arkadaşı, önce zehirlendiğini söyleyip onu hastane hastane dolaştırdı; sonra müteaddit doktorlar, yaptıkları testler sonucunda "Zehirlenmiş falan değilsiniz!" deyince işbirliği halinde zehirleyenlerin onlar (doktorlar ve arkadaşı) olduğunu söyledi. Şaştı kaldılar bu işe. Ancak doktorlardan birisinin kenara çekip; "Arkadaşınız zehirlenmemiş, ama psikolojik bir rahatsızlığı olabilir. Obsesif Kompülsif Bozukluk gibi birşey..." şeklinde akıl vermesiyle olanları anlayabildiler. Sonra zaten meselenin hakikaten böyle olduğu ortaya çıktı. Arkadaşları rahatsızdı ve düzenli kullandığı ilaçları almaya bırakmıştı. Bu kriz ondan dolayı yaşanmıştı.

Takıntı Hastalığı da denilen bu durumun birçok türü ve belirtisi var. Özetle mahiyeti ise şu: Vehminiz, artık kontrol edemediğiniz bir şekilde ve derecede dünyanıza hükmetmeye başlıyor. Temizlik konusunda olabilir, ibadet konusunda olabilir veya başka başka bir nedenden kaynaklanabilir. Hayatınızın dengesi vehmle bozuluyor. Örneğin: Birisi yanınızda diyor ki; "Bu şirkette yediğimiz yemekler bir gün bizi zehirleyecek!" Normalde arkadaşların gülüp geçtiği böyle bir espriye siz gülüp geçemiyorsunuz. Onu içinizde işlemeye başlıyorsunuz. Ve en nihayet o vehme siz de inanır hale geliyorsunuz. Bu da tıpkı yukarıda olduğu gibi doktor raporlarını, arkadaşlarınızın size gösterdiği yakın ilgiyi ve yıllardır devam edegelen aranızdaki dostluk hukukunu bile inkâr edip; "Beni sizler zehirlediniz. Doktorlarla da işbirliği yaptınız!" diyebilecek bir noktaya geliyor. Karamsarlık da bunun ilk adımlarından birisi belki.

Yani sorun eşyada olmuyor da nazarda oluyor. Fakat siz 'nazarınızda' görünenle öylesine körleşmiş oluyorsunuz ki, eşyanın bin dille haykırdığı hakikati dahi inkâr edebilecek noktaya gelebiliyorsunuz. Hatta size maddî anlamda inkâr edilmez deliller sunulduğunda bile sırf kafanızdaki tevehhümün ateşiyle onları inkâr ediyor veyahut "Doktorlarla işbirliği yaptınız!" gibi ardıl okumalarla cerh etmeye gayret edebiliyorsunuz.

Ben, Mustafa İslamoğlu ile aramızdaki sorunun da buna benzer birşey olduğunu düşünüyorum. Tabii yanlış anlaşılmasın, İslamoğlu'nun hasta falan olduğunu söylemiyorum. Bu temsil fehminize yaklaştırmak için yaşananları. Bediüzzaman'ın da ta Muhakemat'tan itibaren altını çizdiği birşeydir: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir." Ki, aynı eksende, yıllar sonra yazdığı 2. Söz'de şöyle der: "Hodbîn adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan; bedbînlik cezası olarak, 'nazarında' pek fenâ bir memlekete düşer." Yani memleket aslında fena değildir, varlık hayırdır; hodbîn'in nazarında, onun bakışaçısı probleminden dolayı, varlık fena görünür. "Arı su içer, bal akıtır; yılan su içer, zehir akıtır." Kur'an'ın mümin ile kafir halet-i ruhiyelerine dair yaptığı tasvirlerdeki zıtlık da buna dikkat çeker. Aynı âlemde yaşayan, ama birbirinin zıttı iki âlem. "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden geri dönemezler." (Bakara, 18) Halbuki maddeten ne kafirler ne münafıklar kör değildir, körlükleri bir 'bakış açısı' körlüğüdür. Hakka ihtimal vermeyişleridir.

Bence işte biraz da bu yüzden İslamoğlu inadından vazgeçmiyor. (Yine bir uyarı notu: İslamoğlu hakkında kafir veya münafık ifadesi kullanmaktan Allah'a sığınırım.) Zira daha Kur'an'a arzetmeden (ki arzettiği de tartışmalı), hatta Risale-i Nur'un kapağını açmadan (ki bu da alıntıladığı metinlere bakılınca gerçekten tartışmalı) onun kafasında verilmiş bir karar vardı. Vehmi ile, bugün olmadığını kendisinin de kabul ettiği, ama bir asır sonrasına 'mümkün' gördüğü bir dalalete sapışla itham ediyordu bizi. Nur talebeleri, yaptığı alıntıların Risalelerde bulunmadığını, Bediüzzaman'ın öyle hiçbir söz söylemediğini isbat ettiklerinde de iftirasından vazgeçmiyordu. Cemaatin içindeki uygulamalara getiriyordu lafı. "Sadeleştirmeye müsaade etmiyorsunuz, demek kutsuyorsunuz." Nur talebeleri; "Hayır, kutsadığımızdan değil, Kur'an'la terminolojik bağı kopmasın hem anlam kayması yaşanmasın diye metnin sıhhatine, hem her edebî eserde olduğu gibi taraftarız..." deseler de vazgeçmiyordu:

"Eee, derslerinizi hep ondan yapıyorsunuz, Kur'an'dan yapmıyorsunuz, demek eşiti görüyorsunuz?" Nur talebeleri buna cevaben de diyorlardı ki; "Biz Risaleyi de zaten 'Kur'an ne diyor?' diye okuyoruz. Kur'an'a çıkan merdivenimiz o bizim. Zaten hepimiz hem medreselerimizde hem hususi âlemimizde Kur'an'la meşgul insanlarız. İçimizde bir sürü ilahiyatçı, müfessir, ilm-i kelamcı da var. Sadece esnaf, memur, işçi değiliz ki. Kur'an'ı tefekkür etmeyi Bediüzzaman'dan öğrendik biz. Kaldı ki, bugün hangi ilim dalı yardımcı kitapları olmadan öğreniliyor?"

Bu, sorulu/cevaplı kurt büyükanne ve kırmızıbaşlıklıkız muhabbetini daha sürdürebilirim. Ama netice değişmeyecek. Kurt, kızı yemeyi aklına koymuş. Elbet ellerine, dişlerine, kıllarına, kulaklarına vs. bir tevil getirecek. Eşyada olmadığını gösterseniz de tevil ile inkârına girişecek. Çünkü onun aklı karar vermiş zaten doğruya. Fakat insanın vahiy karşısındaki en büyük imtihanı da budur bence: Aklını mutlak doğrunun sahibi gibi görmemek. Onu eşyayla, fıtratla ve vahiyle sınamak. Ve şeriat onu yalancı çıkardığında, söylediği gibi olmadığını gösterdiğinde, yanlışını kolay terkedebilmek. İmtihanın aslı bu değil mi zaten? Hem şeytanla Hz. Âdem efendimi ayıran da; insanın, hatasını görünce kabul ve tevbe edebilmesi değil mi? Aklını değil, akla yaslanmış inadını terkedebilmesi. Hey vehmini itikattan ayıramayan hoca hey! Eğer sınamıyorsan hak ile; hakikati, hayalden nasıl ayıracaksın? Herkesin imtihanı başka oluyor işte.

9 Aralık 2014 Salı

İslamoğlu'na Allah yazdırmıyor mu?

"Bir kimsede bid'at gördüğünüz zaman ondan sakının. Çünkü gizlediği açığa vurduğundan fazladır." Abdullah b. Mübarek (r.a.), el-Akide Risalesi'nden.

Seri uzadı ama bitiremiyorum. Çünkü yazacak çok şey var. 'Yazmayayım, yazmayayım' desem de hazret yazdırıyor. Ah ben ne dedim? "Yazdırıyor!" dedim. Eyvah! Şimdi atanmamış müçtehid, müceddid, hatta dittiriditdit İslamoğlu beni de 'şirk koşmakla' falan suçlamasın? Yahut şu yazdıklarımı Kur'an yerine koymakla falan? el-Aman! el-Aman! Hata ettim. Kendisinin kulağı pek hassas tekfir radarına yakalanmamak için "Yazdım!" demeliydim.

Fakat bir saniye, durun, doğrusu gerçekten bu mu? Yazdığım şeyleri gerçekten ben mi yazıyorum? Sebepler dairesinde bakarsan, evet, sorumlusu benim. Fakat hakikat dairesinde bakarsan, hayır, yaratıcısı ben değilim. "Ne demek hayır?" dediğini duyar gibiyim. O halde mevzuu biraz daha açalım arkadaşım: Benim ve bizim bütün fiilerimizin sahibi aslında Allah'tır. Kullar ancak iradeleriyle kesbederler onları. Kazanırlar. Talepleriyle yaratılmasına vesile olurlar. Ama yaratamazlar. İslamoğlu'nun yüreğine insin istemem ama aslında 'yazdıran' da 'konuşturan' da (ve dahi her fiili yaratan da) Allah'tır. Herhalde bunu kendisi de az-çok bilir. Bilmelidir. Çünkü, malumun, müslüman olabilmek için asgarî bu şartı arıyoruz. Adına da tevhid diyoruz.

Peki "Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!" buyuran Kur'an bize ne anlatmak istiyor? Eğer İslamoğlu kafasıyla düşünecek olursak burada (haşa) bir ikircik var. Hem 'attın' diyor Kur'an hem de 'Sen atmadın ancak Allah attı!' diyor. Eğer mecaz nedir bilmeyenlerdenseniz, Uluhiyet ve Rububiyet dairelerini ayıramayanlardansanız, daire-i itikad ile daire-i muamelat farkını sezemeyenlerdenseniz bu ayetin içinden çıkamamanız normaldir. Fakat, standart bir müslüman olarak ben, bu ayete bakmakla Cenab-ı Hakkın bize ne büyük bir ders verdiğini görebiliyorum. "Bu dünyada, bu hayatta, bu şehadet âleminde neyi 'yaptın' sanıyorsan, aslında yapanı sen değilsin, yapan-yaratan ancak Allah'tır!" sadasını işitebiliyorum. Çünkü mahluk olarak gücümüz, değil bir file, bir fiile bile yetmez. Herbir fiil ardında 'yoku vara çıkarabilecek' bir sonsuz kudret sahibi gerektirir. Bu nedenle fiilleri yaratan ancak Allah'tır. Lakin sebepler dairesindeyiz. Mecazlarımız, 'mış gibi'lerimiz, kurgularımız olmadan Allah'ı bilemeyiz.

Evet. Sadede gelelim. Birinci 'atmak' sendeki mecazı kasteder. Yani zahiren atan sen görünüyorsun. Varoluşa böyle şahit oluyorsun. Tamam. İkinci 'atmak'sa o fiili yaratmaya gereken kudrete-hikmete dikkat çekmer. Ve seni bu farkındalıkla 'yaratıcı' olmaktan azleder. Aslında atan sen değildin. Çünkü atmanın tüm detaylarına erişir bir ilim, irade, kuvvet sende yok.

Mürşidim bu sadedde der ki: "Hem bilmüşahede sabittir ki, bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve in'idâmı, bir rüknün ademiyle hasıl olur. Hem vücut, herhalde mevcut bir illet ister, muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir; ademî birşey, mâdum bir şeye illet olur."

İşte her fiil böyle bir vücuda bakar. Her yapmak, bizim yapmayı arzu etmemiz dışında, büyük bir organizasyon işidir. İnsan yapmayı her arzu ettiğinde, eğer kainat hepbir olup ona eşlik etmezse, hiçbir şeyi başaramaz. Yalnız insan mı böyledir? Hayır. Aslında bütün varlık 'ismiyle' hareket edip kuvvetine dayanacağı bir ilaha muhtaçtır.

"Nasıl ki, görsen; bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi nâmiyle, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet nâmına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder. Öyle de, herşey Cenab-ı Hakkın nâmına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar."

Şimdi hakikaten bana komik gelen birşeyi anlatacağım: 'Bedii' gibi, 'Mevlana' gibi kelimelerde mecaza müsaade etmeyen, edenleri hatta tekfire yeltenen Mustafa İslamoğlu, her nedense iş 'yazmak' gibi bir fiile geldiğinde bu sefer mecaz yapılmamasını bir kusur gibi görmeye başlıyor. Mesela diyor ki Kur'an'ı Anlama Yöntemi kitabında: "Bu iddiaların en acayibi de, Risaleler için kullanılan 'yazdırıldı', 'izin olmadığı için yazılmadı', 'manen icbar ediliyorum' yollu beyanlardır. Risalelerin Kur'an'la kıyaslanması ise bir başka fecaattir. Buna göre nasıl ki, Kur'an Allah Resulü'nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî'nin eseri değilmiş. O, sadece Nur Risaleleri'nin tercümanı, tebliğcisi imiş..."

Öncelikle: O senin kem dilin tutulsun ki böyle iftirayı atıyorsun. 'Nasıl ki, Kur'an Allah Resulü'nün eseri değilse, Risaleler de Said Nursî'nin eseri değilmiş...' diyorsun. Bu ifadeyi/iddiayı Risale-i Nur'da gösteremiyorsan, geçtiği cümleyi paylaşıp bizi ilzam edemiyorsan müfterisin, yalancısın! Zira, biliyoruz, Risalelerin hiçbir yerinde böyle bir kıyaslama geçmiyor. Ama senin zanaatin böylesi demagojiler, uydurmalar, ebele-hübeleler olduğu için şaşırmamak da gerekiyor. Aynı kitapta bunun gibi neler neler yapıyorsun. Ne haltlar yiyorsun. Bu meselede bana asıl komik gelen: Normalde kelimelerde mecaza müsaade etmeyen sen bu sefer de Bediüzzaman'ı mecaz kullanmadığı için suçluyorsun. Demek, "Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı!" sırrınca bir âlim 'yazdım' değil 'yazdırıldı' dese, 'canım istemedi' değil 'izin olmadığı için yazılmadı' dese, 'kendimi yazmaya mecbur biliyorum' değil 'manen icbar ediliyorum' dese hemen kelamını Allah kelamı yerin koymuş oluyor, öyle mi?

A şaşkın! Uluhiyet dairesinden bakınca hangi fiili aslında sen yapıyorsun? Sen ki, güya mecaz beğenmezsin, asıl Bediüzzaman 'yazdım' dese "Haşa, ne yazması? Yazdırıldı. Hepimize Allah yazdırıyor. O yazdırmasa biz yazamaz, o konuşturmasa biz konuşamaz, o atmasa biz atamazdık!" demen gerekmez mi? O evvelki hassasiyetin sahiciyse burada bu temkini iktiza etmez mi?

Hey şaşkın! Kur'an okuyorsun ama nasıl okuyorsun? Nasıl bir kafayla, nasıl bir gözle, nasıl bir kem niyetle hatmediyorsun? Tahlilin nasıl bir keyfî kaideye bağlı ki, işine gelince mecaz kullanmak suç oluyor, işine gelince de kullanmamak? Bedii'de, Mevlana'da mecaza müsaade etmeyen sen, aynı sen, 'yazdırıldı'yı görünce de 'İlla mecaz kullanacaktı, üzerine alacaktı, yoksa kelamını Allah kelamı yerine koyuyor' deme cüretini gösterebiliyorsun? Yazık senden, senin bu ikircikli dilinden, cerbezenden Kur'an dersi alanlara. Kendi aklının yoluna getirmek için kimbilir daha neleri eğip bükeceksin! Ve yine de sana âlim mi diyecekler ha? En nihayet gazeteci-yazar Mustafa Özcan abinin sözüne geliyorum ben de: "Tutarsızlıklar bir meşrep veya mezhep olursa bu 'İslamoğlu mezhebi veya meşrebi' olabilir.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Güya Allah'ı takdis ederken...11: Yalnız sana mı caiz spesifik?

Tamam, elbette müctehid-i izamı, muhaddisin-i kiramı bir nefesiyle yerle yeksan edecek bir Mustafa İslamoğlu, bir Abdülaziz Bayındır, bir Yaşar Nuri Öztürk değiliz; ama az buçuk eğitim almış insanlarız. Mürekkebi, kalemi, defteri, ders kitaplarını, fiziki, kimyayı, biyolojiyi vs. görünce tanıyabiliyoruz. Bilim dünyasında işler nasıl yürüyor biliyoruz. Örneğin, şöyle birşey olmadığını biliyoruz en azından: "Hey, ben Graham! Dostum bugün birşey oldu, anlatsam aklın durur. Dinle: Elimde birkaç elektronik şey vardı, 'Canım sıkılıyor, biraz oyalanayım!' dedim, onları birleştirdim, bil bakalım ne oldu? Telefon! Evet, bir telefonum var artık! Muhtemelen birinde daha telefon olsa, ben konuşunca o da duyacak; ama şimdilik birtek bende var. O yüzden test edemiyorum."

Bilim dünyasında işler böyle yürümüyor. Birşey önce teori düzeyinde varoluyor, sonra iş sahada olurluğu/olmazlığı seviyesinde tartışılıyor. Ardından da deney aşaması geliyor. Deneylerde de öyle olursa ne âlâ. Bediüzzaman'ın Lemaat'ta belirttiği şekilde maddelendirirsek, daha sahaya inmeden, dimağdaki meratip şöyle: Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikad.

"Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir."

Yani diyelim bilimsel birşey ortaya çıkıyor. Mesela ne olsun? Televizyon olsun. Olsun dediğiniz anda Telefunken evinize bir dev ekran televizyon bırakmıyor. Ya? Şöyle: Önce görüntünün nakledilebileceğini hayal ediyorsunuz. Sonra bu hayalin detaylarını biraz daha derinleştirip tasavvura dönüştürüyorsunuz. Sonra aklın kalıplarından geçiyor. Sonra aklınız da bunu onaylıyor. Sonra kalbiniz de buna inanıyor, iz'an ediyor. Sonra bu sizde muhkemleşiyor, artık bunun olabileceğine kesinkes inanıyorsunuz, iltizam ve itikad dairelerine geçiliyor. Beynin işleyişi birazcık böyle.

Doğal olarak bilimsel olan ne varsa, böylesi eşiklerden geçmek zorunda. Kanun olarak keşfedilen veya teknoloji olarak kullanılan birçok şey (herşey demeyeyim, genelleştirmeler hep hatalıdır) bir zamanlar birilerinin hayaliydi desek yanlış olmaz. Yani sahada bunlar gerçekleşmeden ve sonuçları kullanılır hale gelmeden önce birileri böyle birşeyler olabileceğini umut etti, sonra zannetti, sonra hayal etti ve gereğince akletti. Ta, ta, ta, taaaa: Ve artık ben bir 'bilgisayar' kullanarak size yazılarımı 'internet' vasıtasıyla ulaştırabiliyorum.

Bütün bu gevezeliği niye yapıyorum? Oraya geleceğim. Biliyorsunuz, Jules Verne (1828-1905) bilimkurgunun babası olarak bilinir. Neden böyle söylenir? Çünkü hayal edip olabileceğini düşündüğü çoğu şey hakikaten onun ölümünün ardından icad edilmiştir. Denizaltı, hava taşıtları, vs. Bunlar Jules Verne'nin hayalleriydi/romanlarıydı bir zamanlar ve sahada yoktu. Ama onun bu hayallerini bugün somut birer gerçek olarak görüyor ve yaşıyoruz. Demek onun hayalleri bizim için itikad oldu. Belki de bizim hayallerimiz de birilerinin itikadı olacak.

Buradan 'spesifik' kelimesine gelelim. Aslında 'kendine özgü, özellikli, özel, kendine has' gibi anlamları barındıran spesifik kelimesi bizde biraz daha subjektifliğe yakın kullanılır. Bizim terminolojide tam karşılığı olamaz belki ama 'keşf' gibi birşeydir aslında. Yani umuma gösterilemeyen ve belki umuma kabul ettirebilinecek kadar somut ifade edilemeyen şeydir spesifik. Belki 'kaziye-yi makbule' dahi bir yönüyle spesifik diyerek adlandırılabilir. Yani bir meslekte uzman olan kişinin, size deney sonuçları sunmadan "Bence bu iş şöyledir" demesi ve sizin de kabulünüz, bir nevi makbul söze ve spesifik bilgiye girer. Çünkü ona olan itimadınızdır söylediğinin delili. Onun dışında somut başka bir delil henüz gösterememiştir size.

Peki, spesifik bilgi sırf böylesi bir sınırlı isbatı içerdiği için aşağılanmayı hakeder mi? Kesinlikle hayır. Elbette ve mümkünse bir burhan-ı yakîni ile meselenin vuzuha kavuşturulması ve herkes görecek derecede gösterilmesi makbuldur. Herkes görebilecek derecede gösterilebilen hakikate daha yakındır. Ancak yine de sırf herkese gösterilemediği için bir bilginin yanlışlığına hükmedilmez. Ancak teori düzeyinde kaldığına hükmedilir. Ve teoriler yalan değillerdir, isbat edilememiş görüşlerdir daha çok. Bazı teoriler vardır ki, isbatı ile ortaya atılışı arasında yıllar vardır. Her teori İslamoğlu'nun spesifik çöplüğüne atılsaydı, şu an bilim denilen şey olmazdı. Çünkü her bilimsel olan başta spesifiktir. Kişinin kendi hayali, zannı, umudu ile ortaya çıkar; sonra herkese gösterebildikçe, isbat edebildikçe hakikate yaklaşır. Verne'nin hayali o gün için gerçek bulunmasa da mutlak bir şekilde gerçeklikten azledilemez. Onun subjektifi, bir nevi bizim objektifimizdir artık.

Umuma gösterememek meselesi mühim. Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girmezden önce, bazı işaretler hissettiğini ancak bunu umuma gösteremediğini ifade eder. 28. Mektup'ta geçen bu ifadeler, yanlış anımsamıyorsam, Sikke-i Tasdik-i Gaybî'de yer alan ebced/cifir hesaplarından önce telif edilmiştir. Burada hassas olan nokta, Bediüzzaman'ın umuma gösterememekten dolayı beyanından çekindiğini ifade etmesidir:

"İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'ân'da arkadaşlarım! Bir kal'ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganîmeti vermek, nasıl zulümdür, bir hatadır; öyle de, şahs-ı manevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hâsıl olan fütuhâttaki inâyâtı, benim gibi bir bîçareye veremezsiniz! Elbette, böyle mübârek bir cemaatte, tevafukat-ı gaybiyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiye var ve ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum."

Ve yine Bediüzzaman'ın bir mektubunda, meslekçe, burhan-ı yakîni yolunu, kazıye-yi makbuleye tercih ettiğini de okuyoruz:

"Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve katiyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır."

Peki, ne olmuştur da Bediüzzaman ebced/cifir meselesine girip böylesi spesifik ve kendisinin de 'şarlatanların suistimal ettiklerini' beyan ettiği bir dalda bilgi üretmiştir? Bunun cevabını da verdiğini görüyoruz:

"Bilirsiniz ki; Ankara ehl-i vukufu, Risale-i Nur'a ait kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri inkar edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde hissedar zannedip, itiraz ederek, 'Böyle şeyler kitaba yazılmamalı idi; keramet ihzar edilmez' diye hafif bir tenkide mukabil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki: Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki, Kur'an'ın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem'alarıdır ki, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur'da kerametler şeklini alarak, şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için ikramat-ı İlahiye nevindedir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür."

Bu metinden ve devamından da anlıyoruz ki; bu alanda çalışmasındaki maksad, bu işaretlerin veya hesapların bütün müslümanlarca kabul edilir olması değil. Ya ne? Etrafındaki müminlerin kendisine saldırı olan bir dönemde onların kuvve-i maneviyelerini takviye etmek, ağızlarına bir parmak bal sürmek. Hatta devamında daha da detaylandırıyor izahını:

"Risale-i Nur'un, hizmet-i imaniyede bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçı lazım gelirken, hem benimle laakal yüzer katip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare ile ve teşvik ile yardım ve temas etmek zaruri iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bakiyeye baktığı için, hayat-ı faniyenin meşgalelerine ve faidelerine tercih etmek ehl-i imana vacip iken—kendimi misal alarak derim ki—beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan menetmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur'dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garip, kimsesiz, biçareye binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde—maddi bir hastalık nevinde—insanlarla temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmekle kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle ihtiyarım haricinde ve bütün o manilere karşı Risale-i Nur şakirdlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur, kendi kendine, tek başıyla başkalarına muhtaç olmayarak bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle, bu çeşit şeyler bana yazdırılmış."

Ve hemen akabinde bir uyarı daha ekliyor Bediüzzaman. Bunu yazmaktaki amacı kendisine veya talebelerine bir elitizm, bir seçilmişlik, bir farklı konumlandırma veya bunlarla insanları kendine çekip talebelerinin sayısını arttırmak falan değil.

"Yoksa, haşa, kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise, Risale-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır. İnşaallah, Risale-i Nur, kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır."

En başa dönelim. Neden bu yazıyı yazdım? İslamoğlu ve benzerleri 'spesifik' şeyleri pek sevmiyorlar. Hatta ne ki ulemanın veya evliyanın keşfine (veya onun süper aklının kabul etmediği bir deliline) bakar, üzerine 'spesifik' kaşesini vurup çöpe atmayı pek beğeniyorlar. Bu yönleriyle engizisyona çok benzetiyorum onları. Onlar da bu ümmetin engizisyon mahkemesi gibiler. Galileo gelse ve "Dünya güneşin etrafında dönüyor!" dese isbatına nefes aldırmadan boynunu vuracak gibiler. Neden? Çünkü bu bilgi onlarca spesifik. Galileo veya Graham Bell veya Edison veya bir başkası... Her bilim veya bilimsel bilgi, deney aşamasına gelmeden önce birilerinin hayali, zannı, teorisi, taakkulu, yani spesifik bilgisiydi. Nasıl yapılacağı bilinmiyordu ama olabileceği biliniyordu. Sahada sınanmamıştı henüz. Sadece o öyle düşünüyor veya o öyle olduğunu tahmin ediyordu. Herkese ve umuma gösteremiyordu o an için.

O aşamanın ve o tarz bilginin sorumluluğu bu değildi çünkü. Mertebesinin hakkı "Bana öyle geliyor" demekti, kanaat etmekti. Ona öyle gelmeden, öyle olabileceğinin adımları atılamazdı. Kainatta ve insanda bilgi böyle ilerliyordu. Peki, şimdi İslamoğlu'nun spesifik lanetlemesini bu bilimsel ve bir o kadar fıtrî halin içinde nereye koyacağız? İnsanlara 'ona öyle gelmesini' yasaklayacak mıyız? Başımıza geçerse, Allah korusun, yeni bir 1984 mü yazdıracak bize İslamoğlu? Halbuki bu modern zaman engizisyon yargıcı kendi derslerinde de gırla şöyle ifadeler kullanıyor: "Fakire öyle geliyor ki... Muhtemelen... Fakire göre..." Hatta kitabında da bunları söylüyor:

"Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır'da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır."

Peki, benim müdakkik hocam, senin 'kanaatin' ve 'muhtemelen'in ile ilim oluyor da Bediüzzaman'ınkiyle niye olmuyor? O da kanaati gelip; değil herkesin tasdik etmesini, yalnız saygı göstermesini bekleyerek kanaatini belirtse, bu kanaat belirtme işinin tapusu sizde mi ki, müsaade etmiyorsunuz?

"(...) Mucizat-ı Ahmediye, Onuncu Söz ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve Âyetü'l-Kübrâ gibi çok risaleleri dahi herbiri kendine mahsus kerametleri bulunduğunu çok emâreler ve vakıalar bana kat'î bir kanaat vermiş."

"Bu rüya-yı sadıkadan herbiri, gerçi rüyadır, delil ve hüccet olamaz; fakat herbirinin aynı mealde ittifakları bir müjde veriyor ve Risale-i Nur'un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor."

"Birden, otuz üç ayetin mana-i sarihinin teferruatı nevindeki tabakatından ınana-i işari tabakasından ve o mana-i işari külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim ve bir kısmını bir derece izahlı, bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i imanın imanını Risale-i Nurla takviye etmek niyetiyle, o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim."

"(...) ve bu âyetin umum cümlelerinin muvafakatlerini ve mutabakatlarını en ziyade kazanan elektrikle Resâili'n-Nur olduğundan, doğrudan doğruya mânâ-yı remziyle bakar diye bana kanaat-i kat'iye verdiğinden, çekinmeyerek kanaatimi yazdım. Hata etmişsem, Erhamürrâhimînden rahmetiyle affetmesini niyaz ediyorum."

Fakat ey İslamoğlu, sen bunlardan anlamadıysan, ki anlayacağın da yoktur, senin muhatabın şu mektuptur:

"(...) Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla, beyan ettiğim ve o içtihadımda 'en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım' dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalatü Vesselamın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak!"

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...