Fitne, cahilliğimizden besleniyor. Bediüzzaman'ın hayrı vücudî, şerri ise ademî olarak tarif etmesinde böyle de bir anlam derinliği var. Ne ki, ilmimizle dolmuyor; o boşluktan, o cehaletten birisi bir fitne çıkarıyor, sınanıyoruz. Bilmediğimiz yerden gelen sualler en çok kafamızı karıştıranlar oluyor. Mesela; Mustafa İslamoğlu'nun hadislere dair attığı iftiralar, azıcık kitap kapağı açmışlığı olduğu için, hem de hadisler konusunda bilgimiz taklidilikten tahkikiliğe yükselmediği için şüphe uyandırıcı. Sağlam muhaddislerimiz de çıkıp malum şahsa ağzının payını vermediğinden avam mutehayyir kalıyor. "O mu, bu mu?" diyor.
Örneğin; Bediüzzaman'ın da Risale-i Nur'da zikrettiği, 'İmam Ahmed b. Hanbel'in bir milyon hadisi ezbere bilmesi' meselesinden İslamoğlu şöyle bir fitne çıkarıyordu hep: "Ahmed b. Hanbel eğer bir milyon hadis biliyorsa ve Müsned'ine de yalnızca otuzbin tanesini almışsa, belli ki dokuzyüzyetmişbinini atmıştır." Bunu söylerken de demek istediği şu aslında: "Ahmed b. Hanbel bile hafızasındaki dokuzyüzyetmişbin hadisi uydurma bulmuş, güvenmemiş, eserine koymamıştır." Derslerini, programlarını takip edenler bilirler. İslamoğlu'nun hadislerin ve hadis kaynaklarının sıhhatine yönelik en çok fitne/şüphe ürettiği argümandır bu. Bir cerbezedir. Nasıl? Onun gözünde eserine koymamak, sağlıksız bulmakla eşdeğerdir. Demagoji burada başlar.
"Güya Allah'ı takdis ederken..." serisini yazarken bir yandan da İslamoğlu hakkında kim/ne söylemiş onları araştırıyorum. Onun fitne ürettiği konular hakkında sıhhatli bilgilere ulaşmaya gayret ediyorum. Maalesef dinî konularda avamdan ziyade bilgili değilim. Keşke dalının uzmanı âlimlerimiz şu adama sağlam cevaplar yazsa, ama onlar yazana kadar boş durmak da olmaz. Benzer şüpheler kalbine gelebilecek kardeşlerime mukni malzeme üretmeye çalışıyorum. Gerçi, Allah razı olsun, Ebubekir Sifil Hoca'nın bu tehlikeyi daha evvelden öngörmüş cevapları var. Ben de yeni yeni izliyorum. Ama bir tek Ebubekir Hoca'nın mı üzerine vazife bu iş? Daha fazlası olmalıydı ve olmalı. Ehl-i sünnete itikadına yönelik böylesi bir saldırıya daha fazla cevap üretilmeli/yayılmalı.
Geçenlerde nette böyle arama yaparken Müsned üzerine de çalışması olan Muhaddis Şuayb el-Arnavut Hoca'nın İslamoğlu'na verdiği cevapları gördüm.[1] Yukarıdaki iddiayı kendisine soruyorlar, diyor ki: "Yalancı bu adam! Hazret-i Peygamberin hadisleri Ahmed b. Hanbel, Buharî, hepsininki beraber tekrarlarla kırkbine ulaşmaz. Bu söz, hadislerin rivayet edildiği yolların sayısı olarak anlaşılır ancak, hadislerin sayısı olarak değil. Yani mesela şu hadis on yoldan rivayet edilmiş. Âlimler bunu on hadis olarak saydılar. Oysa aslında birtek hadistir. Şayet bu adamda ilim olsaydı, böyle şeyler söylemezdi. Hadislerin birçok rivayet yolları vardır. Bazen bir hadisin on tariki olur. Bazen yirmi olur, bazen otuz olur. Fakat buna otuz hadis denmez ki! Buna birtek hadis denir. Allah Resulü aleyhissalatu vesselamdan rivayet edilen hadis en fazla yirmibeş veya otuzbindir. Bu adam yalancıdır."
Başka bir videosunda ise Mustafa İslamoğlu'nun kendisine de hadis attığı yönünde yaptığı ithama daha sert bir cevap veriyor: "Birtek hadis bile atmadım. Eğer Türkiye'ye gitme imkanım olsa, bu adamla görüşür ve derdim ki: 'Gel dua edelim beraber. Allah'ın laneti yalancının üzerine olsun. Kim yalan söylüyorsa, Allah'ın laneti üzerine olsun.'"
Fitneciyi görüyor musunuz? Şapkadan ne tavşanlar çıkarıyor. Sen, avamın bilgisizliğinden faydalan, önce bir milyon hadis ezberini herbiri farklı hadismiş gibi bize yedir, sonra onları koymayışını da koymadıklarını 'uydurma bulmak' diye bize yedir, sonra bu ellerden bize ulaşan dinî 'uydurulmuş din' diye bize yedir. Allah fitnecinin matruşka tabiatlısından korusun. Açtıkça içinden başkası çıkıyor. Cerbeze budur işte. Elinde hakikat olmayanın, kırık ayaklı sandalyeleri birbirine yaslayarak yalanını ayakta tutma çabasıdır.
Demek ki, bu adamın 'demediğini dedirdiği' ilk kişi Bediüzzaman değilmiş. Adamın ahlakı böyle imiş. Mesleğini birilerinin ağzından yalan söylemeye, bilgileri çarpıtmaya, olmayan şeyleri oldurmaya vakfetmiş. Tıpkı Mustafa Özcan Hoca'nın İslamoğlu'nun Şatahatları yazısında dediği gibi: "Tutarsızlıklar bir meşrep veya mezhep olursa bu 'İslamoğlu mezhebi veya meşrebi' olabilir." Öyleyse, bu adam olsun, bir başkası olsun, İslamî konularda daha fazla bilgi sahibi olmak ve ortaya çıkan sorulara dair hakikatin aslını araştırmak hepimizin vazifesi ve ödevi olmalı. Mihenge vurmadan kalpte saklamamalı. Şer ademden bahsediyor. Eğer boşluklarınız varsa, fitneni oralardan nemalanması doğal. Diyanet İşleri'ni de bu noktada daha aktif katılıma çağırıyoruz. Adam gözümüzün önünde Yalan Rüzgarı dizisine İslamî uyarlama yapıyor. Susarak da fitne söndürülmez ki. Sükûtu, merhametten değil, ikrardan sayıyor bu insafsızlar.
İslamoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İslamoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22 Aralık 2014 Pazartesi
20 Aralık 2014 Cumartesi
Güya Allah'ı takdis ederken...18: Adaletin bu mu cazgır?
Minareyi çalan kılıfını uydurur. Bu kılıf da genelde demagojiktir. İtirazın en komik ve hikmetsiz olanı; itiraz edenin, itiraz ettiği şeyi kendisi de yaparken itiraz etmesidir. Bu yüzden Mustafa İslamoğlu'nu, kendisine yaptığım bütün eleştirilerin yanısıra 'komik' de buluyorum. Düşünün, daha kitabı matbaada iken Nur talebeleri hakkında "Bir asır sonra dinden çıkacaklar..." öngörüsünde bulunan İslamoğlu, kitabının içinde de Bediüzzaman'ı ebced/cifir yöntemiyle kâhinlik yaptığı eleştirisine tâbi tutuyor. Tabii insanın aklı karışıyor: Kim daha kâhin?
Bir asır sonra dinden çıkaran mı? (Ki kitapta bir asır sonrasına da bırakmıyor işi, bugünlerde hallediyor.) Yoksa bir hadisten (kitapta hata olarak ayet deniyor, ama müdakkik(!) hocamızın hatalarına alıştık artık) bir ulûm-u hafi ile analizde bulunan ve 'kesin olur/olacaktır' demeden, hatta "Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir..." gibi ifadelerle böylesi tesbitleri anan Bediüzzaman mı? Yani kendi fikrinin yanlış olmasına kapı açabilen bir Bediüzzaman mı daha kâhin, yoksa bizi doğrudan cehenneme yuvarlayan İslamoğlu mu?
Tabii dayandığı şey de mühim: Mesela ilginçtir, İslamoğlu Batı'dan gelen her ilme, ilmî kaideye süper güven sahibi. Oradan çıkardığı sonuçlarla da tüm İslam geleneğine meydan okuyacak kadar babayiğit. Örneğin; Nur talebelerine dair kehanetini sorgulasak Mustafadamus muhtemelen bize şöyle diyecek: "Ben bunu sosyoloji ilmiyle bir analiz, bir kıyas olarak yaptım. Geçmişe baktım, geleceği okudum. Bu kahinlik sayılmaz."
Doğru, insafın olsa, sayılmamalı. Bir ilme dayanıyorsa öngörüler elbette kehanet değildir. Bir meteoroloji uzmanı hava durumuna dair tesbitlerde bulunsa, elinde bu tesbitlerin dayandığı bir tecrübe de varsa, onun bu yaptığına kehanet denilmez. Bir iktisatçı, "Gelecek yıl ekonomik kriz olacak!" dese, elbette bir kahinin tesbiti gözüyle bakılmaz, çünkü ehl-i ihtisasdır. Yani her öngörü kehanet/medyumluk falan değildir. Fakat her nedense İslamoğlu'nun dayandığı ilimlerle (kendisi uzmanı değilken üstelik) yapılan öngörüler/kanaatler kehanet değilken, Bediüzzaman'ın dayandığı bir ilim ile yaptığı öngörü/kanaat kehanet oluverir! Keloğlan ve Âl-i Cengiz filminde Rüştü Asyalı'nın dediği gibi: "Adaletin bu mu cazgır?"
İlmi, Alîm olan Allah'ın ilim dairesinden, kendi aklına indirdiği ve oradan ibaret sandığı için muhteşem hocamız, kendisinin hakikatine ermediği bir ilmin mevcudiyetine de nefes aldırmıyor. O bilmiyorsa, onun aklı kesmiyorsa, kuşatamıyorsa, ilim de yok oluyor. Hem de hakkında bütün İslam geleneğinde ve hadislerde bulunan bilgilere rağmen. Niye? Onun aklı öncelikli çünkü. Uymuyorsa, hadisler de yanlıştır. Halbuki ebced/cifir meselesine dair hadisler mevcut, hem de en güvenilir kaynaklarda. Ama dedim ya; minareyi çalmaya niyetlenen, kılıfını uydurur. Hırsız gördük de böylesini görmedik. Bu hırsız, hırsızlığını örtbas etmek için minarenin yokluğuna da inandırmaya çalışıyor. "Keşke çaldığıyla defolup gitse!" dedirten cinsten. İnsanın aklına sığmayanı inkâr etmesinden büyük nâdânlık olabilir mi? Bu açıdan bakınca, Ateistin (haşa) 'Allah yoktur!" katiyetiyle, İslamoğlu'nun "Ebced/cifir ilmi yoktur!" katiyeti arasında eğilim olarak ne fark var? İkisi de gayplarının yokluğuna kesin bir şekilde iman etmiş olmuyor mu?
Bir asır sonra dinden çıkaran mı? (Ki kitapta bir asır sonrasına da bırakmıyor işi, bugünlerde hallediyor.) Yoksa bir hadisten (kitapta hata olarak ayet deniyor, ama müdakkik(!) hocamızın hatalarına alıştık artık) bir ulûm-u hafi ile analizde bulunan ve 'kesin olur/olacaktır' demeden, hatta "Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir..." gibi ifadelerle böylesi tesbitleri anan Bediüzzaman mı? Yani kendi fikrinin yanlış olmasına kapı açabilen bir Bediüzzaman mı daha kâhin, yoksa bizi doğrudan cehenneme yuvarlayan İslamoğlu mu?
Tabii dayandığı şey de mühim: Mesela ilginçtir, İslamoğlu Batı'dan gelen her ilme, ilmî kaideye süper güven sahibi. Oradan çıkardığı sonuçlarla da tüm İslam geleneğine meydan okuyacak kadar babayiğit. Örneğin; Nur talebelerine dair kehanetini sorgulasak Mustafadamus muhtemelen bize şöyle diyecek: "Ben bunu sosyoloji ilmiyle bir analiz, bir kıyas olarak yaptım. Geçmişe baktım, geleceği okudum. Bu kahinlik sayılmaz."
Doğru, insafın olsa, sayılmamalı. Bir ilme dayanıyorsa öngörüler elbette kehanet değildir. Bir meteoroloji uzmanı hava durumuna dair tesbitlerde bulunsa, elinde bu tesbitlerin dayandığı bir tecrübe de varsa, onun bu yaptığına kehanet denilmez. Bir iktisatçı, "Gelecek yıl ekonomik kriz olacak!" dese, elbette bir kahinin tesbiti gözüyle bakılmaz, çünkü ehl-i ihtisasdır. Yani her öngörü kehanet/medyumluk falan değildir. Fakat her nedense İslamoğlu'nun dayandığı ilimlerle (kendisi uzmanı değilken üstelik) yapılan öngörüler/kanaatler kehanet değilken, Bediüzzaman'ın dayandığı bir ilim ile yaptığı öngörü/kanaat kehanet oluverir! Keloğlan ve Âl-i Cengiz filminde Rüştü Asyalı'nın dediği gibi: "Adaletin bu mu cazgır?"
İlmi, Alîm olan Allah'ın ilim dairesinden, kendi aklına indirdiği ve oradan ibaret sandığı için muhteşem hocamız, kendisinin hakikatine ermediği bir ilmin mevcudiyetine de nefes aldırmıyor. O bilmiyorsa, onun aklı kesmiyorsa, kuşatamıyorsa, ilim de yok oluyor. Hem de hakkında bütün İslam geleneğinde ve hadislerde bulunan bilgilere rağmen. Niye? Onun aklı öncelikli çünkü. Uymuyorsa, hadisler de yanlıştır. Halbuki ebced/cifir meselesine dair hadisler mevcut, hem de en güvenilir kaynaklarda. Ama dedim ya; minareyi çalmaya niyetlenen, kılıfını uydurur. Hırsız gördük de böylesini görmedik. Bu hırsız, hırsızlığını örtbas etmek için minarenin yokluğuna da inandırmaya çalışıyor. "Keşke çaldığıyla defolup gitse!" dedirten cinsten. İnsanın aklına sığmayanı inkâr etmesinden büyük nâdânlık olabilir mi? Bu açıdan bakınca, Ateistin (haşa) 'Allah yoktur!" katiyetiyle, İslamoğlu'nun "Ebced/cifir ilmi yoktur!" katiyeti arasında eğilim olarak ne fark var? İkisi de gayplarının yokluğuna kesin bir şekilde iman etmiş olmuyor mu?
10 Aralık 2014 Çarşamba
Güya Allah'ı takdis ederken...13: Kurt, kızı yemeyi aklına koymuş
Aramızda külliyat metni gibi 'somut' birşey varken, Mustafa İslamoğlu'yla biz neden anlaşamıyoruz? Neden 'alıntıladığı' ifadelerin külliyatta bulunmadığını tekrar tekrar kendisine gösterdiğimiz halde İslamoğlu iftiralarından vazgeçmiyor? Neden "Evet, benim Risale falan okuduğum yok. Kur'an'a arzettiğim de yalan. Kitaba koyduğum kısmı da başka birisinin makalesinden arakladım. O nedenle alıntıladığım kişinin yaptığı tahrif ve uydurmaları da olduğu gibi kitabıma kattım. Kontrol de etmedim..." gibi, değil bir âlimin, dürüst ve sıradan herhangi bir insanın bile rahatlıkla sarfedebileceği cümleleri henüz onun dilinden duymuş değiliz? Neden mümine ve Hz. Âdem'in mirasına yakışır bir itiraf ve istiğfar henüz taraf-ı şahanelerinden dile getirilmedi?
Bütün bu sorulara bir yanıt aramadan önce size tanıdığımın başından geçmiş bir hatırayı nakledeceğim:
Rabbim türlü türlü imtihan yaratıyor biz kullar için. Kimisi bedensel rahatsızlıklarla imtihan olunuyor, kimisi de psikolojik olanlarla. Tanıdığımın başına da ikinci türden birşey denk geldi. Hem de çok sevdiği bir arkadaşları eliyle. Elimden geldiğince özet geçeyim: Arkadaşı, önce zehirlendiğini söyleyip onu hastane hastane dolaştırdı; sonra müteaddit doktorlar, yaptıkları testler sonucunda "Zehirlenmiş falan değilsiniz!" deyince işbirliği halinde zehirleyenlerin onlar (doktorlar ve arkadaşı) olduğunu söyledi. Şaştı kaldılar bu işe. Ancak doktorlardan birisinin kenara çekip; "Arkadaşınız zehirlenmemiş, ama psikolojik bir rahatsızlığı olabilir. Obsesif Kompülsif Bozukluk gibi birşey..." şeklinde akıl vermesiyle olanları anlayabildiler. Sonra zaten meselenin hakikaten böyle olduğu ortaya çıktı. Arkadaşları rahatsızdı ve düzenli kullandığı ilaçları almaya bırakmıştı. Bu kriz ondan dolayı yaşanmıştı.
Takıntı Hastalığı da denilen bu durumun birçok türü ve belirtisi var. Özetle mahiyeti ise şu: Vehminiz, artık kontrol edemediğiniz bir şekilde ve derecede dünyanıza hükmetmeye başlıyor. Temizlik konusunda olabilir, ibadet konusunda olabilir veya başka başka bir nedenden kaynaklanabilir. Hayatınızın dengesi vehmle bozuluyor. Örneğin: Birisi yanınızda diyor ki; "Bu şirkette yediğimiz yemekler bir gün bizi zehirleyecek!" Normalde arkadaşların gülüp geçtiği böyle bir espriye siz gülüp geçemiyorsunuz. Onu içinizde işlemeye başlıyorsunuz. Ve en nihayet o vehme siz de inanır hale geliyorsunuz. Bu da tıpkı yukarıda olduğu gibi doktor raporlarını, arkadaşlarınızın size gösterdiği yakın ilgiyi ve yıllardır devam edegelen aranızdaki dostluk hukukunu bile inkâr edip; "Beni sizler zehirlediniz. Doktorlarla da işbirliği yaptınız!" diyebilecek bir noktaya geliyor. Karamsarlık da bunun ilk adımlarından birisi belki.
Yani sorun eşyada olmuyor da nazarda oluyor. Fakat siz 'nazarınızda' görünenle öylesine körleşmiş oluyorsunuz ki, eşyanın bin dille haykırdığı hakikati dahi inkâr edebilecek noktaya gelebiliyorsunuz. Hatta size maddî anlamda inkâr edilmez deliller sunulduğunda bile sırf kafanızdaki tevehhümün ateşiyle onları inkâr ediyor veyahut "Doktorlarla işbirliği yaptınız!" gibi ardıl okumalarla cerh etmeye gayret edebiliyorsunuz.
Ben, Mustafa İslamoğlu ile aramızdaki sorunun da buna benzer birşey olduğunu düşünüyorum. Tabii yanlış anlaşılmasın, İslamoğlu'nun hasta falan olduğunu söylemiyorum. Bu temsil fehminize yaklaştırmak için yaşananları. Bediüzzaman'ın da ta Muhakemat'tan itibaren altını çizdiği birşeydir: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir." Ki, aynı eksende, yıllar sonra yazdığı 2. Söz'de şöyle der: "Hodbîn adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan; bedbînlik cezası olarak, 'nazarında' pek fenâ bir memlekete düşer." Yani memleket aslında fena değildir, varlık hayırdır; hodbîn'in nazarında, onun bakışaçısı probleminden dolayı, varlık fena görünür. "Arı su içer, bal akıtır; yılan su içer, zehir akıtır." Kur'an'ın mümin ile kafir halet-i ruhiyelerine dair yaptığı tasvirlerdeki zıtlık da buna dikkat çeker. Aynı âlemde yaşayan, ama birbirinin zıttı iki âlem. "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden geri dönemezler." (Bakara, 18) Halbuki maddeten ne kafirler ne münafıklar kör değildir, körlükleri bir 'bakış açısı' körlüğüdür. Hakka ihtimal vermeyişleridir.
Bence işte biraz da bu yüzden İslamoğlu inadından vazgeçmiyor. (Yine bir uyarı notu: İslamoğlu hakkında kafir veya münafık ifadesi kullanmaktan Allah'a sığınırım.) Zira daha Kur'an'a arzetmeden (ki arzettiği de tartışmalı), hatta Risale-i Nur'un kapağını açmadan (ki bu da alıntıladığı metinlere bakılınca gerçekten tartışmalı) onun kafasında verilmiş bir karar vardı. Vehmi ile, bugün olmadığını kendisinin de kabul ettiği, ama bir asır sonrasına 'mümkün' gördüğü bir dalalete sapışla itham ediyordu bizi. Nur talebeleri, yaptığı alıntıların Risalelerde bulunmadığını, Bediüzzaman'ın öyle hiçbir söz söylemediğini isbat ettiklerinde de iftirasından vazgeçmiyordu. Cemaatin içindeki uygulamalara getiriyordu lafı. "Sadeleştirmeye müsaade etmiyorsunuz, demek kutsuyorsunuz." Nur talebeleri; "Hayır, kutsadığımızdan değil, Kur'an'la terminolojik bağı kopmasın hem anlam kayması yaşanmasın diye metnin sıhhatine, hem her edebî eserde olduğu gibi taraftarız..." deseler de vazgeçmiyordu:
"Eee, derslerinizi hep ondan yapıyorsunuz, Kur'an'dan yapmıyorsunuz, demek eşiti görüyorsunuz?" Nur talebeleri buna cevaben de diyorlardı ki; "Biz Risaleyi de zaten 'Kur'an ne diyor?' diye okuyoruz. Kur'an'a çıkan merdivenimiz o bizim. Zaten hepimiz hem medreselerimizde hem hususi âlemimizde Kur'an'la meşgul insanlarız. İçimizde bir sürü ilahiyatçı, müfessir, ilm-i kelamcı da var. Sadece esnaf, memur, işçi değiliz ki. Kur'an'ı tefekkür etmeyi Bediüzzaman'dan öğrendik biz. Kaldı ki, bugün hangi ilim dalı yardımcı kitapları olmadan öğreniliyor?"
Bu, sorulu/cevaplı kurt büyükanne ve kırmızıbaşlıklıkız muhabbetini daha sürdürebilirim. Ama netice değişmeyecek. Kurt, kızı yemeyi aklına koymuş. Elbet ellerine, dişlerine, kıllarına, kulaklarına vs. bir tevil getirecek. Eşyada olmadığını gösterseniz de tevil ile inkârına girişecek. Çünkü onun aklı karar vermiş zaten doğruya. Fakat insanın vahiy karşısındaki en büyük imtihanı da budur bence: Aklını mutlak doğrunun sahibi gibi görmemek. Onu eşyayla, fıtratla ve vahiyle sınamak. Ve şeriat onu yalancı çıkardığında, söylediği gibi olmadığını gösterdiğinde, yanlışını kolay terkedebilmek. İmtihanın aslı bu değil mi zaten? Hem şeytanla Hz. Âdem efendimi ayıran da; insanın, hatasını görünce kabul ve tevbe edebilmesi değil mi? Aklını değil, akla yaslanmış inadını terkedebilmesi. Hey vehmini itikattan ayıramayan hoca hey! Eğer sınamıyorsan hak ile; hakikati, hayalden nasıl ayıracaksın? Herkesin imtihanı başka oluyor işte.
Bütün bu sorulara bir yanıt aramadan önce size tanıdığımın başından geçmiş bir hatırayı nakledeceğim:
Rabbim türlü türlü imtihan yaratıyor biz kullar için. Kimisi bedensel rahatsızlıklarla imtihan olunuyor, kimisi de psikolojik olanlarla. Tanıdığımın başına da ikinci türden birşey denk geldi. Hem de çok sevdiği bir arkadaşları eliyle. Elimden geldiğince özet geçeyim: Arkadaşı, önce zehirlendiğini söyleyip onu hastane hastane dolaştırdı; sonra müteaddit doktorlar, yaptıkları testler sonucunda "Zehirlenmiş falan değilsiniz!" deyince işbirliği halinde zehirleyenlerin onlar (doktorlar ve arkadaşı) olduğunu söyledi. Şaştı kaldılar bu işe. Ancak doktorlardan birisinin kenara çekip; "Arkadaşınız zehirlenmemiş, ama psikolojik bir rahatsızlığı olabilir. Obsesif Kompülsif Bozukluk gibi birşey..." şeklinde akıl vermesiyle olanları anlayabildiler. Sonra zaten meselenin hakikaten böyle olduğu ortaya çıktı. Arkadaşları rahatsızdı ve düzenli kullandığı ilaçları almaya bırakmıştı. Bu kriz ondan dolayı yaşanmıştı.
Takıntı Hastalığı da denilen bu durumun birçok türü ve belirtisi var. Özetle mahiyeti ise şu: Vehminiz, artık kontrol edemediğiniz bir şekilde ve derecede dünyanıza hükmetmeye başlıyor. Temizlik konusunda olabilir, ibadet konusunda olabilir veya başka başka bir nedenden kaynaklanabilir. Hayatınızın dengesi vehmle bozuluyor. Örneğin: Birisi yanınızda diyor ki; "Bu şirkette yediğimiz yemekler bir gün bizi zehirleyecek!" Normalde arkadaşların gülüp geçtiği böyle bir espriye siz gülüp geçemiyorsunuz. Onu içinizde işlemeye başlıyorsunuz. Ve en nihayet o vehme siz de inanır hale geliyorsunuz. Bu da tıpkı yukarıda olduğu gibi doktor raporlarını, arkadaşlarınızın size gösterdiği yakın ilgiyi ve yıllardır devam edegelen aranızdaki dostluk hukukunu bile inkâr edip; "Beni sizler zehirlediniz. Doktorlarla da işbirliği yaptınız!" diyebilecek bir noktaya geliyor. Karamsarlık da bunun ilk adımlarından birisi belki.
Yani sorun eşyada olmuyor da nazarda oluyor. Fakat siz 'nazarınızda' görünenle öylesine körleşmiş oluyorsunuz ki, eşyanın bin dille haykırdığı hakikati dahi inkâr edebilecek noktaya gelebiliyorsunuz. Hatta size maddî anlamda inkâr edilmez deliller sunulduğunda bile sırf kafanızdaki tevehhümün ateşiyle onları inkâr ediyor veyahut "Doktorlarla işbirliği yaptınız!" gibi ardıl okumalarla cerh etmeye gayret edebiliyorsunuz.
Ben, Mustafa İslamoğlu ile aramızdaki sorunun da buna benzer birşey olduğunu düşünüyorum. Tabii yanlış anlaşılmasın, İslamoğlu'nun hasta falan olduğunu söylemiyorum. Bu temsil fehminize yaklaştırmak için yaşananları. Bediüzzaman'ın da ta Muhakemat'tan itibaren altını çizdiği birşeydir: "Ukul-ü selime yanında muhakkaktır ki: Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir." Ki, aynı eksende, yıllar sonra yazdığı 2. Söz'de şöyle der: "Hodbîn adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan; bedbînlik cezası olarak, 'nazarında' pek fenâ bir memlekete düşer." Yani memleket aslında fena değildir, varlık hayırdır; hodbîn'in nazarında, onun bakışaçısı probleminden dolayı, varlık fena görünür. "Arı su içer, bal akıtır; yılan su içer, zehir akıtır." Kur'an'ın mümin ile kafir halet-i ruhiyelerine dair yaptığı tasvirlerdeki zıtlık da buna dikkat çeker. Aynı âlemde yaşayan, ama birbirinin zıttı iki âlem. "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Bu yüzden geri dönemezler." (Bakara, 18) Halbuki maddeten ne kafirler ne münafıklar kör değildir, körlükleri bir 'bakış açısı' körlüğüdür. Hakka ihtimal vermeyişleridir.
Bence işte biraz da bu yüzden İslamoğlu inadından vazgeçmiyor. (Yine bir uyarı notu: İslamoğlu hakkında kafir veya münafık ifadesi kullanmaktan Allah'a sığınırım.) Zira daha Kur'an'a arzetmeden (ki arzettiği de tartışmalı), hatta Risale-i Nur'un kapağını açmadan (ki bu da alıntıladığı metinlere bakılınca gerçekten tartışmalı) onun kafasında verilmiş bir karar vardı. Vehmi ile, bugün olmadığını kendisinin de kabul ettiği, ama bir asır sonrasına 'mümkün' gördüğü bir dalalete sapışla itham ediyordu bizi. Nur talebeleri, yaptığı alıntıların Risalelerde bulunmadığını, Bediüzzaman'ın öyle hiçbir söz söylemediğini isbat ettiklerinde de iftirasından vazgeçmiyordu. Cemaatin içindeki uygulamalara getiriyordu lafı. "Sadeleştirmeye müsaade etmiyorsunuz, demek kutsuyorsunuz." Nur talebeleri; "Hayır, kutsadığımızdan değil, Kur'an'la terminolojik bağı kopmasın hem anlam kayması yaşanmasın diye metnin sıhhatine, hem her edebî eserde olduğu gibi taraftarız..." deseler de vazgeçmiyordu:
"Eee, derslerinizi hep ondan yapıyorsunuz, Kur'an'dan yapmıyorsunuz, demek eşiti görüyorsunuz?" Nur talebeleri buna cevaben de diyorlardı ki; "Biz Risaleyi de zaten 'Kur'an ne diyor?' diye okuyoruz. Kur'an'a çıkan merdivenimiz o bizim. Zaten hepimiz hem medreselerimizde hem hususi âlemimizde Kur'an'la meşgul insanlarız. İçimizde bir sürü ilahiyatçı, müfessir, ilm-i kelamcı da var. Sadece esnaf, memur, işçi değiliz ki. Kur'an'ı tefekkür etmeyi Bediüzzaman'dan öğrendik biz. Kaldı ki, bugün hangi ilim dalı yardımcı kitapları olmadan öğreniliyor?"
Bu, sorulu/cevaplı kurt büyükanne ve kırmızıbaşlıklıkız muhabbetini daha sürdürebilirim. Ama netice değişmeyecek. Kurt, kızı yemeyi aklına koymuş. Elbet ellerine, dişlerine, kıllarına, kulaklarına vs. bir tevil getirecek. Eşyada olmadığını gösterseniz de tevil ile inkârına girişecek. Çünkü onun aklı karar vermiş zaten doğruya. Fakat insanın vahiy karşısındaki en büyük imtihanı da budur bence: Aklını mutlak doğrunun sahibi gibi görmemek. Onu eşyayla, fıtratla ve vahiyle sınamak. Ve şeriat onu yalancı çıkardığında, söylediği gibi olmadığını gösterdiğinde, yanlışını kolay terkedebilmek. İmtihanın aslı bu değil mi zaten? Hem şeytanla Hz. Âdem efendimi ayıran da; insanın, hatasını görünce kabul ve tevbe edebilmesi değil mi? Aklını değil, akla yaslanmış inadını terkedebilmesi. Hey vehmini itikattan ayıramayan hoca hey! Eğer sınamıyorsan hak ile; hakikati, hayalden nasıl ayıracaksın? Herkesin imtihanı başka oluyor işte.
27 Kasım 2014 Perşembe
İslamoğlu Allah'ı aciz bırakabilir mi?
“Muhakkak ki, Biz, herşeyi bir ölçüye göre yarattık.” Kamer sûresi, 49. ayet
“Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür. Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır’da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır.”
Atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi isimli ilmî(!) eserindeki ebced/cifir eleştirisine yukarıdaki cümlelerle başlıyor. ‘Kanaatimiz odur ki, Muhtemelen’ gibi ‘bulmadan önce bulacağına zaten iman etmiş’ bilimsel(!) ifadelerini irdelemeyi şimdilik bir kenara bırakırsak, İslamoğlu’nun eleştirisinin daha bu girizgâhtan itibaren ‘hakikati ıskalamış’ olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü İslamoğlu mevzuya başlarken bir dolu dogmasını kabullenmemizi istiyor. Bir sürü ezberini ‘sorgulanmazlık’ olarak dayatıyor. Diyor ki mesela: “Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür.” Siz de bunu böyle kabul edin! Yaaaa… Acaba? Acaba hakikaten öyle midir? Acaba tenkide açık kapı bırakılmayan bu muhteşem tesbit nereye yaslanmaktır?
Daha İslamoğlu bu sorulara cevap vermeyi aklından geçirmeden altını çiziyorum: Bu söylenilenler dogmadır. Zira sayıların ‘gizli hakikatlerin sembolleri olduğunu’ bize ilk öğreten Pisagor değil Allah’tır. Kainatta bilim namına ne varsa, bu matematiksel/ölçülü dengenin üzerine kurulmuştur ve zaten bunların keşfiyle/keşfedildiğince oluşturulmuştur. Bugün fizik olsun, kimya olsun, biyoloji olsun, astronomi olsun (veyahut daha alt kolları/üst dalları olsun) hepsinin bize gösterdiği şey: Allah’ın varlığı sayı sayı, rakam rakam, düzen düzen ifade edebildiğimiz orantılarla, formüllerle, ölçülülükle yarattığıdır.
Kainatı ‘bilinmek’ üzere yaratan Alîm-i Hakîm, elbette, yarattığını da rakam rakam okunabilir kılmıştır. Ve evet, farkettiğiniz gibi, Mustafa İslamoğlu’nu, ‘rakamları gizli hakikatlerin sembolü olarak kullanma yöntemini’ Allah’tan alıp Pisagor’a vermekle itham ediyorum. Çok biliyor olmakla iftihar ettiği Kur’an-ı Hakîm’i daha doğru düzgün anlayamadığını, kavrayamadığını, kuşatamadığını ‘içinde ölçüden bahsedilen her ayeti şahidim tutarak’ yüzüne çarpıyorum. Hatta, mürşidimin diliyle, kainat kitabını da kendisine dipnot gibi hatırlatıyorum:
“Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.”
Peki kainatı kaplayan ‘ölçülülük hakikati’ bize nasıl bir ders vermektedir? Ben şunu alıyorum mesela kendi payıma: Allah, kainatta, bizim rakamlarla ifade ettiğimiz manaların üstüne esma/sıfat bilgisini yüklemiştir. Çiçeğin yaratılışındaki düzen, önce, ilmi gösteren bir ölçülülük içinde tebessüm eder bize. Ve biz bu nizamı rakamla ifade ettiğimiz gibi, formülünü de yine rakamlarla keşfederiz. Yahut da not ederiz. Bu ölçüler altında yüzümüze sanat tebessüm etmeye başlar sonra. Parlar. Ölçülülük öyle bir düzeye varır ki, aklın farkettiği hakikatin dışında, göze de hoş görünen bir hüsne/güzelliğe bürünür. Ziyadeleşir. Sonra o sanat da, yine ister-istemez rakamlarla süslü, daha derin bir dünyaya çağırır sizi. Ta parmak izlerinize, retina kalınlığınıza, genlerinize kadar işlemiş ve sayı sayı okunan, size özel ihsan manaları da içeren, bir zinet/süs ile karşınıza çıkar.
Yani, arkadaşlar, bunların edebiyatını yapmadan önce hep rakam rakam okursunuz hakikatlerini. Ve bilim, rakamlarla (rakamlar bilimin küreğidir) derinleştikçe, yani rakamla ifade ettiğimiz ölçücüklerle yaratılmış bir varlığı önümüze serdikçe, biz de esmaya/sıfatlara uzanan yollar buluruz oradan. Allah’ın marifetine yollar ediniriz. O rakamlar bir şekilde karşımıza çıkar mesela ‘rahmet’ deriz. Başka bir şekilde tebessüm eder ‘cemal’ görürüz. Korkutacak kadar büyüdüklerinde celalle sallanırız, vs…
Sayılardan korkmayalım. Matematik esbaptaki ölçülülüğü ifade ettiğimiz dildir özünde. İnsan kendiliğinden bir matematik icad etmemiştir. Onun yaptığı sadece kainatta olanı keşfetmektir. İnsanı, kendisini tanısın diye yaratan Allah, kainatı da kendisini tanıtacak bir labratuvar olarak yaratmıştır. John Green, Aynı Yıldızın Altında romanında buna ne hoş değinir:
“Neye inanıyorum biliyor musun? Üniversitede bir matematik dersi vardı, hocamız ufak tefek ve yaşlı bir kadındı. Hızlı Fourier dönüşümlerinden bahsediyordu ve bir cümlenin ortasında durup; ‘Bazen evren fark edilmek istiyormuş gibi görünüyor’ dedi. Ben de buna inanıyorum. Bence evren beklenmedik bir şekilde bilince eğilimli ve kısmen de zekayı mükafatlandırıyor. Çünkü zarafetinin gözlemlenmesinden keyif alıyor.”
Aynı şeye, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında Robin Collins de şöyle dokunur: “Biz, fizikte esrarengiz denecek derecede uyum, simetri ve orantı görürüz. Ayrıca benim ‘keşfedilebilirlik’ adını verdiğim birşey ile karşılaşıyoruz. ‘Keşfedilebilirlik’ ile kastettiğim şu: Doğa kanunları adeta bizim akıl/zihin düzeyimizde birileri tarafından keşfedilsin diye dikkatle düzenlenmiş gibidirler.” Yine aynı kitapta Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ise şunları ekler bu hakikate:
“Dünya’da akıllı bir yaşamın var olmasına izin veren aynı şartların, ayrıca evrenin gözlemlenmesi ve analiz edilmesine de tuhaf bir şekilde uygun olduğunu gördük. Ve bunun bir rastlantı olmadığına inanıyoruz. Aslında evrenin keşfedilmek üzere tasarlanıp tasarlanmadığı konusunu gündeme getiriyoruz. (…) Burada vurgulamak istediğim esas nokta, bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özelliklerin aynı zamanda etrafımızda olup bitenler hakkında keşifler yapmak için de en iyi ortamı sağladığıdır. Aslında Dünya’da bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki, bunları tamamen şansa atfetmek için kendimizi epeyce zorlamamız lazım."
Ben işte bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nu ‘Allah’ı keyfine göre sınırlamakla’ itham ediyorum. Kendi aklını vahyin rağmına merkeze almakla, vahyin sarahaten “Bende öyle birşey yok!” demediği bir meselede, varolan hadisleri de görmezden gelerek, kainatı matematiksel mesajlarla donatmış bir Allah’ın bunu vahyinde yapmadığını, arayanların da dalalette olduğunu söylemekle, asıl ‘sapan’ın kendisi olduğunu haykırıyorum. Suistimalleri mi gösterecek bana? Birşeyin yokluğuna suistimali ile hükmedilir mi?” diye sorarım ben de o zaman. Hem her ilmin suistimali olabilir. Bediüzzaman da şarlatanların bu ilmi çok suistimal ettiğini söylüyor. Fakat, bir ilmi suistimal, o ilmin reddine karine olur mu?
Piyasada bir sürü yalancı doktorun varolması tıp ilmini revaçtan düşürmüyor. Ebcedin/cifrin suistimalini Hurufîler yapıyorsa biyolojinin suistimalini de Evrimciler yapıyor. Fakat nasıl ki, ikincisinin dalaleti biyoloji bilimini bilim olmaktan tardetmiyor, kovmuyor; birincisinin sapkınlığı da Kur’an’da matematiksel bir mesajının da olmadığı anlamına gelmiyor.
Bir kere sen, hey atanmamış müçtehid, baştan; ‘Allah vahyinde matematik kullanmaz’ önkabulün ile konuşmaya başlıyorsun. Bunu da Kur’an’dan değil Pisagor’u okuduğun yerden çıkarıyorsun. Pekâlâ. Soralım o zaman: Allah senin dogmalarına uymak zorunda mı? Aciz insanlar bile mezartaşlarına böyle sözler/şiirler yazdırırken veyahut çocuklarına doğum tarihlerine denk gelebilen isimler koyabilirken, yani kelamlarına matematiksel arka anlamlar koyabilirken, Allah neden vahyinde bunu yapmaktan aciz kalsın? Sen öyle sanrılıyorsun diye Allah öyle yaratmaktan aciz olabilir mi?
“Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür. Kanaatimiz o ki, Pisagor bunu kendisi icat etmemiş, Mısır’da intisap ettiği sır dininin rahiplerinden öğrenmiştir. Muhtemelen Babil büyücülüğünün temelinde de bu kült vardır. Daha sonra Yahudi kabalacılığına geçmiş ve büyü formülleri ebced/cifir üzerinden yapılmıştır.”
Atanmamış müçtehid Mustafa İslamoğlu, Kur’an’ı Anlama Yöntemi isimli ilmî(!) eserindeki ebced/cifir eleştirisine yukarıdaki cümlelerle başlıyor. ‘Kanaatimiz odur ki, Muhtemelen’ gibi ‘bulmadan önce bulacağına zaten iman etmiş’ bilimsel(!) ifadelerini irdelemeyi şimdilik bir kenara bırakırsak, İslamoğlu’nun eleştirisinin daha bu girizgâhtan itibaren ‘hakikati ıskalamış’ olduğunu söyleyebiliriz. Neden? Çünkü İslamoğlu mevzuya başlarken bir dolu dogmasını kabullenmemizi istiyor. Bir sürü ezberini ‘sorgulanmazlık’ olarak dayatıyor. Diyor ki mesela: “Sayılara gizemli ve kutsal işlev yükleyen ve onları gizli hakikatlerin sembolleri olarak gören ilk kişi Pisagor olarak görülür.” Siz de bunu böyle kabul edin! Yaaaa… Acaba? Acaba hakikaten öyle midir? Acaba tenkide açık kapı bırakılmayan bu muhteşem tesbit nereye yaslanmaktır?
Daha İslamoğlu bu sorulara cevap vermeyi aklından geçirmeden altını çiziyorum: Bu söylenilenler dogmadır. Zira sayıların ‘gizli hakikatlerin sembolleri olduğunu’ bize ilk öğreten Pisagor değil Allah’tır. Kainatta bilim namına ne varsa, bu matematiksel/ölçülü dengenin üzerine kurulmuştur ve zaten bunların keşfiyle/keşfedildiğince oluşturulmuştur. Bugün fizik olsun, kimya olsun, biyoloji olsun, astronomi olsun (veyahut daha alt kolları/üst dalları olsun) hepsinin bize gösterdiği şey: Allah’ın varlığı sayı sayı, rakam rakam, düzen düzen ifade edebildiğimiz orantılarla, formüllerle, ölçülülükle yarattığıdır.
Kainatı ‘bilinmek’ üzere yaratan Alîm-i Hakîm, elbette, yarattığını da rakam rakam okunabilir kılmıştır. Ve evet, farkettiğiniz gibi, Mustafa İslamoğlu’nu, ‘rakamları gizli hakikatlerin sembolü olarak kullanma yöntemini’ Allah’tan alıp Pisagor’a vermekle itham ediyorum. Çok biliyor olmakla iftihar ettiği Kur’an-ı Hakîm’i daha doğru düzgün anlayamadığını, kavrayamadığını, kuşatamadığını ‘içinde ölçüden bahsedilen her ayeti şahidim tutarak’ yüzüne çarpıyorum. Hatta, mürşidimin diliyle, kainat kitabını da kendisine dipnot gibi hatırlatıyorum:
“Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir. Ve o nakş-ı san’at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.”
Peki kainatı kaplayan ‘ölçülülük hakikati’ bize nasıl bir ders vermektedir? Ben şunu alıyorum mesela kendi payıma: Allah, kainatta, bizim rakamlarla ifade ettiğimiz manaların üstüne esma/sıfat bilgisini yüklemiştir. Çiçeğin yaratılışındaki düzen, önce, ilmi gösteren bir ölçülülük içinde tebessüm eder bize. Ve biz bu nizamı rakamla ifade ettiğimiz gibi, formülünü de yine rakamlarla keşfederiz. Yahut da not ederiz. Bu ölçüler altında yüzümüze sanat tebessüm etmeye başlar sonra. Parlar. Ölçülülük öyle bir düzeye varır ki, aklın farkettiği hakikatin dışında, göze de hoş görünen bir hüsne/güzelliğe bürünür. Ziyadeleşir. Sonra o sanat da, yine ister-istemez rakamlarla süslü, daha derin bir dünyaya çağırır sizi. Ta parmak izlerinize, retina kalınlığınıza, genlerinize kadar işlemiş ve sayı sayı okunan, size özel ihsan manaları da içeren, bir zinet/süs ile karşınıza çıkar.
Yani, arkadaşlar, bunların edebiyatını yapmadan önce hep rakam rakam okursunuz hakikatlerini. Ve bilim, rakamlarla (rakamlar bilimin küreğidir) derinleştikçe, yani rakamla ifade ettiğimiz ölçücüklerle yaratılmış bir varlığı önümüze serdikçe, biz de esmaya/sıfatlara uzanan yollar buluruz oradan. Allah’ın marifetine yollar ediniriz. O rakamlar bir şekilde karşımıza çıkar mesela ‘rahmet’ deriz. Başka bir şekilde tebessüm eder ‘cemal’ görürüz. Korkutacak kadar büyüdüklerinde celalle sallanırız, vs…
Sayılardan korkmayalım. Matematik esbaptaki ölçülülüğü ifade ettiğimiz dildir özünde. İnsan kendiliğinden bir matematik icad etmemiştir. Onun yaptığı sadece kainatta olanı keşfetmektir. İnsanı, kendisini tanısın diye yaratan Allah, kainatı da kendisini tanıtacak bir labratuvar olarak yaratmıştır. John Green, Aynı Yıldızın Altında romanında buna ne hoş değinir:
“Neye inanıyorum biliyor musun? Üniversitede bir matematik dersi vardı, hocamız ufak tefek ve yaşlı bir kadındı. Hızlı Fourier dönüşümlerinden bahsediyordu ve bir cümlenin ortasında durup; ‘Bazen evren fark edilmek istiyormuş gibi görünüyor’ dedi. Ben de buna inanıyorum. Bence evren beklenmedik bir şekilde bilince eğilimli ve kısmen de zekayı mükafatlandırıyor. Çünkü zarafetinin gözlemlenmesinden keyif alıyor.”
Aynı şeye, Hani Tanrı Ölmüştü kitabında Robin Collins de şöyle dokunur: “Biz, fizikte esrarengiz denecek derecede uyum, simetri ve orantı görürüz. Ayrıca benim ‘keşfedilebilirlik’ adını verdiğim birşey ile karşılaşıyoruz. ‘Keşfedilebilirlik’ ile kastettiğim şu: Doğa kanunları adeta bizim akıl/zihin düzeyimizde birileri tarafından keşfedilsin diye dikkatle düzenlenmiş gibidirler.” Yine aynı kitapta Gulliermo Gonzales ve Jay Wesley Richards ise şunları ekler bu hakikate:
“Dünya’da akıllı bir yaşamın var olmasına izin veren aynı şartların, ayrıca evrenin gözlemlenmesi ve analiz edilmesine de tuhaf bir şekilde uygun olduğunu gördük. Ve bunun bir rastlantı olmadığına inanıyoruz. Aslında evrenin keşfedilmek üzere tasarlanıp tasarlanmadığı konusunu gündeme getiriyoruz. (…) Burada vurgulamak istediğim esas nokta, bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özelliklerin aynı zamanda etrafımızda olup bitenler hakkında keşifler yapmak için de en iyi ortamı sağladığıdır. Aslında Dünya’da bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki, bunları tamamen şansa atfetmek için kendimizi epeyce zorlamamız lazım."
Ben işte bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nu ‘Allah’ı keyfine göre sınırlamakla’ itham ediyorum. Kendi aklını vahyin rağmına merkeze almakla, vahyin sarahaten “Bende öyle birşey yok!” demediği bir meselede, varolan hadisleri de görmezden gelerek, kainatı matematiksel mesajlarla donatmış bir Allah’ın bunu vahyinde yapmadığını, arayanların da dalalette olduğunu söylemekle, asıl ‘sapan’ın kendisi olduğunu haykırıyorum. Suistimalleri mi gösterecek bana? Birşeyin yokluğuna suistimali ile hükmedilir mi?” diye sorarım ben de o zaman. Hem her ilmin suistimali olabilir. Bediüzzaman da şarlatanların bu ilmi çok suistimal ettiğini söylüyor. Fakat, bir ilmi suistimal, o ilmin reddine karine olur mu?
Piyasada bir sürü yalancı doktorun varolması tıp ilmini revaçtan düşürmüyor. Ebcedin/cifrin suistimalini Hurufîler yapıyorsa biyolojinin suistimalini de Evrimciler yapıyor. Fakat nasıl ki, ikincisinin dalaleti biyoloji bilimini bilim olmaktan tardetmiyor, kovmuyor; birincisinin sapkınlığı da Kur’an’da matematiksel bir mesajının da olmadığı anlamına gelmiyor.
Bir kere sen, hey atanmamış müçtehid, baştan; ‘Allah vahyinde matematik kullanmaz’ önkabulün ile konuşmaya başlıyorsun. Bunu da Kur’an’dan değil Pisagor’u okuduğun yerden çıkarıyorsun. Pekâlâ. Soralım o zaman: Allah senin dogmalarına uymak zorunda mı? Aciz insanlar bile mezartaşlarına böyle sözler/şiirler yazdırırken veyahut çocuklarına doğum tarihlerine denk gelebilen isimler koyabilirken, yani kelamlarına matematiksel arka anlamlar koyabilirken, Allah neden vahyinde bunu yapmaktan aciz kalsın? Sen öyle sanrılıyorsun diye Allah öyle yaratmaktan aciz olabilir mi?
22 Kasım 2014 Cumartesi
Ben de Mustafa İslamoğlu olsam Bediüzzaman'ı sevmezdim
Olanlara şaşırmamak gerek aslında. Eğer uçların insanıysanız, çılgınlık peşindeyseniz, Bediüzzaman'ı sevmemeniz normal. Nihayetinde, zikrettiğiniz kişi bu topraklarda bir gemi direği gibi denge unsuru olmuş, yaşadığı coğrafyayı aşırılıklardan korumaya çalışmış ve metinleriyle/talebeleriyle hâlâ çabalayan birisi. O nedenle yoldan çıkmaya/çıkarmaya yönelik her ne yapsanız ona çarpıyor. Sözgelimi: Anarşiyi de ardından getirecek bir toplumsal stratejiniz var diyelim. Hoppala! 'Müsbet Hareket' kaya gibi önünüzde! Masumların canını, hak namına bile olsa, tehlikeye atmanıza izin vermiyor. Sevmezsiniz elbette.
Yahut da milliyetçisisiniz. Yine Bediüzzaman sizi mutlu edemez. Çünkü Risale metinlerinde Türk milliyetçilerini rahatsız edecek kadar Kürtlerden, Kürt milliyetçilerini rahatsız edecek kadar da Türklerden sitayişle bahis var. İslam kardeşliğine vurgu var. Yahut Arap düşmanısınız diyelim. Gözünüze soka soka kırk yerde 'Muhammed-i Arabî aleyhissalatuvesselam' diyor, onun Arabî olduğunu size hatırlatıyor. Kardeşlik aşılıyor. Yahut, biraz daha detay, İbn-i Arabî (k.s.) düşmanısınız. Tam kılıcınızı kaldırıp vuracakken, hop, Bediüzzaman giriyor araya. Diyor ki: Kendisi mübarektir ama öğretisi herkesin anlayabileceği/taşıyabileceği bir öğreti değil. Tezyif etmeyin. Hevesiniz kursağınızda kalıyor.
Yahut da geriniyor geriniyorsunuz, tam tarikatların alnının ortasına nişan alıyorsunuz kendinizce, atacaksını oku. Hop! Yine Bediüzzaman. Kendisi yolunu onlardan ayırıyor ama onların İslam'a hizmetlerinin de haklarını yemiyor. Faziletleriyle iftihar ediyor. Okunuz, ayağınızın önüne, kollarınızsa çaresizce iki yanınıza düşüyor.
Avrupa'ya saldıracaksınız. "Avrupa ikidir" diyor. Alevilere vuracaksınız. Alevilerin hakikilerine din namına sahip çıkıyor. Bir/birkaç kusurunu nümayişle şişirip din namına hükümeti devireceksiniz, darbe niyetindesiniz, "Seyyiesiz hükümet muhal-i âdidir" diyor.
II. Abdülhamid'i 'kızıl sultan' yapanlar da memnun değil ondan, 'ulu hakan' yapanlar da. Çünkü hem veli diyor hem de istibdadını eleştiriyor. İmam-ı Rabbanî'ye (k.s.), bir meselede muhalif bir görüş beyan etse, aynı satırda birkaç iltifatla anıp şahsına olan hürmetini (ve duyulması gereken hürmetin de) altını çiziyor. Hz. Ali (r.a.) ve dönemi ihtilafları hakkında bile şöyle rahat rahat söz söyleyemiyorsunuz. Çünkü metinlerini okuduğunuz insan istikametli, temkinli, adaletli. Her adımını insaf ile basıyor.
Sünuhat'ında mesleğini 'musavvibe' olarak tarif etmiş. Ehl-i Sünnetin hassasiyetleri gençliğinden beri hayatına sinmiş. Tahtieciler gibi değil. İnsanı bir açığını yakalamakla yerin dibine batırmaya çalışmıyor. "Mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır..." diyor.
"Bence, Tahtîeci, hubb-u nefisten neşet eden inhisar zihniyeti illetiyle malûldür. Ve Kur'ân'ın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes'uldür. Hem Tahtîecilik fikri, sû-i zan ve tarafgirlik hissinin menbaı olduğundan, İslâm'da lâzım olan tesanüd-ü ervah, tevhid-i kulûb, tehâbbüb ve teâvüne büyük rahneler açmıştır. Halbuki hüsn-ü zanla, muhabbet ve vahdetle memuruz."
Parçanın bütüne galip kılınmasını engelliyor her adımında. Parçaya ancak bütünün hakkını yemeyecek bir şekilde yorum yapabilme şansı veriyor. Mevlana'nın (k.s.) körlerin fil tarifi örneğinden gidersem: Filin dişine dokunmakla şunu söylemenize izin vermiyor Bediüzzaman; "Bu parça taş gibi olduğuna göre, fil dediğimiz şey, kocaman bir taştan ibarettir." Onun bizden Kur'an'ın muvazenesi ve istikameti namına en az beklediği şu: "Ben şu an taş gibi birşeye dokunuyorum ve kanaatimce bu taştır. Ama filin tamamına dokunamadım. Başka bir parçasının daha farklı bir özelliğe sahip olma ihtimali var." Yani özünde "Hak yalnız benim mesleğimdir..." demeye izni yok. Eh, kanınızda, meşrebinizde hırs, öfke, aşırıya gitme varsa böyle bir fren sistemiyle fazla uzağa gitmeniz mümkün değil. O yüzden dedim işte: Çılgınlık arzulayanların Bediüzzaman'ı sevmemesi normal.
"Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın?"
Karşınızda kafiri bile parçalara ayıran ve onun içinde bile iyi yönler/huylar olabileceğini söyleyen birisi var. Ve diyelim siz de Mustafa İslamoğlu'sunuz. Her dersinizde, değil bir kafiri veya münafıkı, meşhur bir İslam âlimini yerin dibine batırıyorsunuz. İmam-ı Rabbanî'yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Mevlana'yı (k.s.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Arabî'yi (k.s.) anıyorsunuz öyle, Ebu Hureyre (r.a.) anıyorsunuz öyle, İbn-i Hacer (r.a.) denk geliyor bir bahiste, onu öyle; İmam-ı Gazalî'den bir nakil söylüyorlar, onu öyle; İmam-ı Âzam'dan bahsediyorlar, onu öyle... Böyle, önünüze kim gelirse biçe biçe(!), terbiyesizce, onları sözde alçaltmayı kendinizi yükseltmek sanarak yolunuza devam ediyorsunuz.
Derken Bediüzzaman diye birinden, ona duyulan sevgiden ve duruşundan bahsediyorlar. Bu duruş elbette içinize oturur. Doğruyu yapan birilerinin varlığı yapmayana sancıdır. Doğrunun adı bile şeairidir. Hep doğruyu çağrıştırdığından sevilmez. Münkir bu yüzden minareyi, camiyi, tesettürü, namazı, türlü şeair-i İslamiyeyi beğenmez; çünkü içindeki vicdanın düğmesine basar bu karşılaşma. Bediüzzaman'la karşılaşmak da bu insanların yapageldikleri veya yapmayı planladıklarına dokunuyor.
O yüzden tekrar tekrar altını çiziyorum: 'Parçalarda boğulup' aşırıya gitmeye müsaadesi olmayan bir âlimi, bütün hayatının ve metinlerinin şahidi olduğu bir tevazudan, yalnız bir lakabını kaldırıp göstermekle azletmeye kalkmak, onu 'parçada boğmaya' çalışmaktır. Biz de İslamoğlu'nun iddiasını bu nedenle kendisine iade ediyoruz. O 'mahviyet ayağı' kendisine aittir. Her cümlesine 'bu fakir' diye başlayıp sonra hangi âlimi ansa 'bu benden de fakir' diyene (ima edene) sorarlar: "Böyle yapınca doğal olarak sen yine en zenginim demiş olmuyor musun? Öyle ya, herkes daha fakirse, en az fakirimiz aslında en zengimizdir."
Yazıyı, Bediüzzaman'ın sahabeler dair bir Risalesinin son kısmıyla bitirmek istiyorum. Bence bu 'küçültme girişimlerinin' arkasındaki zihniyet kodlarına da ışık tutan bir yer:
"Dördüncü suâl: Sahabilere karşı iddiâ-i rüçhan nereden çıkıyor, kim çıkarıyor? Şu zamanda, bu meseleyi medâr-ı bahsetmek nedendir? Hem, müçtehidîn-i izâma karşı müsâvât dâvâ etmek neden ileri geliyor?
Elcevap: Şu meseleyi söyleyen iki kısımdır. Bir kısmı, sâfî ehl-i diyânet ve ehl-i ilimdir ki, bâzı ehâdisi görmüşler; şu zamanda ehl-i takvâ ve salâhatı teşvik ve terğib için öyle mebhaslar açıyorlar. Bu kısma karşı sözümüz yok. Zâten onlar azdırlar, çabuk da intibâha gelirler. Diğer kısım ise, gayet müthiş mağrur insanlardır ki, mezhebsizliklerini müçtehidîn-i izâma müsâvât dâvâsı altında neşretmek istiyorlar..."
21 Kasım 2014 Cuma
'Bir tek ben müslümanım'a doğru giderken...
Bediüzzaman'a aittir. Fakat 'atanmamış müçtehid' Mustafa İslamoğlu da bazı derslerinde kullanmıştır bu ifadeyi: "Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfâta kapı açar." Bir keresinde, hukukçu Ömer Faruk Uysal abi, bu söz bağlamında (biraz da Harici kafasının psiko-sosyolojik altyapısını irdeleyen) tesbitlerde bulunmuştu. (Alternatif Bakış programındaydı sanırım.) Demişti ki: Bir toplumun medeniyet seviyesinin değişmesiyle mecaza yatkınlığı da değişir. Başkalaşır. Medeniyet geliştikçe düşünce ve dil, düşünce ve dil geliştikçe mecaz kullanımı artar. Daha nim-bedevî topluluklarda, mesela Necid sekenesinde, düşünce de dil de mecaza yatkın değildir. Bu nedenle o topluluklarda Kur'an'daki mecaz kullanımlarını reddeden ekoller ortaya çıkmıştır.
Kur'an'da ehlince malum pekçok mecaz kullanımı vardır. Mesela biyedihi'l-hayr, mesela ahsenu'l-halıkîn vs. Eğer bunları mecaz saymazsanız, birincisinde Allah'ın insan gibi bir eli olduğunu (hâşâ) düşünebilir, ikincisinde ise Allah'la beraber başka yaratıcılar olduğunu (hâşâ) hayal edebilirsiniz.
Peki bu benzetmeler ne için? Elbette insanların daha kolay anlayabilmesi için. Çünkü Kur'an bir tenezzülat-ı İlahîdir. Allah Teala'nın insanlarla fehimlerine göre konuşmasıdır. Evet. Eğer Rabbimiz kendi azametinin şanı ile bizimle konuşsaydı, biz o tarz bir kelamı değil anlamak, tesirine bile dayanamazdık.
Peki bu durum bizde nasıl? Esma açısından meseleyi ele alırsak, evet, biz de Cenab-ı Hakkı bir çeşit mecazla biliyoruz. Örneğin: Bizdeki ilimden ve onunla eylediğimizden anlıyoruz ki kainatta da bir bilen ve yapan var. Elbette Onun ne bilmesi ne yapması bizim bilmemiz ve yapmamız cinsinden değil. Ve hakikatte bütün bilişlerin ve yapışların kaynağı Onda. Herşeyin yaratıcısı o. Bizdekiler tecelli. Bizdeki birer ölçü. Bir anlama kapısı. Birer 'aslı bildirir' gölge.
Ama Onun güzel isimlerini de ancak bu gölgeler sayesinde anlayabiliyoruz. Mesela: "Şuradan şuraya kadarı bizim!" diyoruz, "Buraları biz idare ediyoruz. Öyleyse bu kainatın da bir sahibi var ve o da kendi mülkünü idare ediyor!" kanaat getiriyoruz. Kendimize yüklediğimiz mecazî eyleyiciliklerle asıl eyleyeni buluyoruz.
Tamam. Benim malikiyetim son minvalde bir gölge malikiyet, gerçek değil, bir mecaz. Ama Onunki hakiki. O Malik-i Hakiki. Kendimizdeki mecazlarla şu hakikate varıyoruz. Biz de intikam alıyoruz ama hakiki Müntakim olan Allah. Biz de adaletli olmaya çalışıyoruz ama hakiki Âdil olan Allah. Biz de sabırlı olmaya gayret ediyoruz ama es-Sabûr olan Allah.
Yani: Şu dünyada bizim için de 'bilmenin' kapısını açan 'mecazi kullanımlar' var. Ki Aleyhissalatuvesselam bile yemin ederken diyor: "Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim." Yoksa, Nebiler Serveri, elbette 'mahlukatına benzemekten münezzeh olan Allah'ın gerçek bir eli olduğunu (hâşâ) düşünmüyor.
İşte, atanmamış müçtehid İslamoğlu, bizim bilmemizin kapısı olan böylesi mecazlar yokmuş gibi, bunlar hiç kullanılmıyormuş gibi sağda-solda diyor ki: "Bedi ismi Kur'an'da Allah için kullanılıyor. Bediüzzaman'a o ismi vermek tehlikelidir."
İyi de, Tevbe sûresi 128'de, Cenab-ı Hak buyurmuyor mu kendi Resulü aleyhissalatuvesselam için: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da 'çok şefkatli' ve 'merhametli'dir." Bu ayet-i kerime içinde 'Rauf' ve 'Rahim' isimlerini kullanmıyor mu? Haydi, sen, bunu da icma-ı ümmetin hilafına başka bir şekilde tevil edersin. "Orada kastedilen Allah'tır. Siz yanlış anlatıyorsunuz!" dersin. Çünkü ehl-i bid'anın sanatı zorlu tevillerdir.
Peki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Mekke'nin fethinden sonra müşrik önderlerine sorduğunda onlardan kendisi hakkında şöyle bir tarif almıyor mu? "Sen kerîmsin ve kerîm bir kardeşin oğlusun." O zaman onlara "Susun, ey melun, pis kafirler!" mi diyor? Yoksa kerîm olmanın müminin bir hasleti olmasını kabul mu ediyor? Yoksa biz onu da mı yanlış biliyoruz? Kerîm de Allah'ın isimlerinden birisi değil mi? Belki sana göre değildir. Kimbilir?
Bütün bunları geçtim. Bir de Bediüzzaman'a 'Bediüzzaman' denmesini 'kibir alameti' gibi şeylere bağlıyorsun. Yazıklar olsun. Onun tevazuuna bütün hayatı şahittir. Senin bir parçayı kaldırıp, onu da kendince çarpıtıp, cerbeze ile 'Bütün bundan ibarettir!" demenle hiçbir şey değişmez. Ancak yine de sormak istiyorum:
Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın da ismi Muhammed. Benim Arapçam yok ama Muhammed'in 'övülmüş' veya 'övülen' anlamlarına geldiğini biliyorum. Acaba sana göre Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da mı bu ismi bir kibir vesilesi olarak (hâşâ) kullanıyor? Kaldı ki, Bediüzzaman o ismi kendisi de seçmiş değil, hocasının taktığı bir isim ve öyle şöhret buluyor. İlk o isimle şöhret bulan da o değil, Bediüzzaman-ı Hamedanî veya Bediüzzaman-ı Cezerî gibi başka şahsiyetler de var böyle bu isimle iştihar etmiş.
Yani şimdi, a kuzum, sırf sana 'kibir' kokusu geldi diye herkes ismini veya lakabını mı değiştirmeli? Aziz Mahmud Hüdayi de sırf Mahmud mu kalmalı? Hacı Bayram-ı Veli de "Benim adım yalnız Bayram!" diye mi gezmeli? Söyle: Ne etmeli de sana 'senden gayrı' İslam ulemasını bir şekilde sevdirmeli?
Ne tuhaf zanaat böyle tahtie kılıncıyla insanların başını kesmek! Ne konforlu, eserinin ve hayatının anlattığı bütünden kopuk, 'tek kelimeden' ahlaklar devşirmek! Ne komik "Herkes yanlışta, herkes sapkınlıkta, bir ben doğrudayım!" havalarında dolaşmak.
Bize Nurcular içinde denk geldiğin yanlışlardan mı bahsedeceksin? Bizim de rastladığımız yanlışlar var. Fakat en azından şunu ayırabiliyoruz: Bu metinlerin suçu değil. Naehiller hangi mesleğe girse o mesleğe zarar verirler. Bugün Kur'an'ı okuyup da müslüman kanı dökmeyi marifet sayan ekoller yok mu?
Bu ekollerin suçlusu Kur'an olmadığı gibi, kendisinden iman dersini almış birisi olarak söylüyorum ki, Nurculuğun içindeki yanlış anlamaların suçlusu da Bediüzzaman değildir. Kur'an'ın arşına çıkan merdivenimizdir o bizim, manevi elif-ba'mızdır, mürşidimizdir. "Ne diyor?" diye değil, "Kur'an'dan bize ne söylüyor?" diye okuduğumuzdur. Şimdi ister hak ver, ister eleştir, hakikat zaten 'kendisi bizzat hakikat olduğundan ötürü' kazanır. Biz durduğumuz yerden ve Kur'an'ın sancağı altında olduğumuzdan eminiz. Acaba sen bunca yanar-dönerlikle nerede durduğundan emin misin?
Kur'an'da ehlince malum pekçok mecaz kullanımı vardır. Mesela biyedihi'l-hayr, mesela ahsenu'l-halıkîn vs. Eğer bunları mecaz saymazsanız, birincisinde Allah'ın insan gibi bir eli olduğunu (hâşâ) düşünebilir, ikincisinde ise Allah'la beraber başka yaratıcılar olduğunu (hâşâ) hayal edebilirsiniz.
Peki bu benzetmeler ne için? Elbette insanların daha kolay anlayabilmesi için. Çünkü Kur'an bir tenezzülat-ı İlahîdir. Allah Teala'nın insanlarla fehimlerine göre konuşmasıdır. Evet. Eğer Rabbimiz kendi azametinin şanı ile bizimle konuşsaydı, biz o tarz bir kelamı değil anlamak, tesirine bile dayanamazdık.
Peki bu durum bizde nasıl? Esma açısından meseleyi ele alırsak, evet, biz de Cenab-ı Hakkı bir çeşit mecazla biliyoruz. Örneğin: Bizdeki ilimden ve onunla eylediğimizden anlıyoruz ki kainatta da bir bilen ve yapan var. Elbette Onun ne bilmesi ne yapması bizim bilmemiz ve yapmamız cinsinden değil. Ve hakikatte bütün bilişlerin ve yapışların kaynağı Onda. Herşeyin yaratıcısı o. Bizdekiler tecelli. Bizdeki birer ölçü. Bir anlama kapısı. Birer 'aslı bildirir' gölge.
Ama Onun güzel isimlerini de ancak bu gölgeler sayesinde anlayabiliyoruz. Mesela: "Şuradan şuraya kadarı bizim!" diyoruz, "Buraları biz idare ediyoruz. Öyleyse bu kainatın da bir sahibi var ve o da kendi mülkünü idare ediyor!" kanaat getiriyoruz. Kendimize yüklediğimiz mecazî eyleyiciliklerle asıl eyleyeni buluyoruz.
Tamam. Benim malikiyetim son minvalde bir gölge malikiyet, gerçek değil, bir mecaz. Ama Onunki hakiki. O Malik-i Hakiki. Kendimizdeki mecazlarla şu hakikate varıyoruz. Biz de intikam alıyoruz ama hakiki Müntakim olan Allah. Biz de adaletli olmaya çalışıyoruz ama hakiki Âdil olan Allah. Biz de sabırlı olmaya gayret ediyoruz ama es-Sabûr olan Allah.
Yani: Şu dünyada bizim için de 'bilmenin' kapısını açan 'mecazi kullanımlar' var. Ki Aleyhissalatuvesselam bile yemin ederken diyor: "Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ederim." Yoksa, Nebiler Serveri, elbette 'mahlukatına benzemekten münezzeh olan Allah'ın gerçek bir eli olduğunu (hâşâ) düşünmüyor.
İşte, atanmamış müçtehid İslamoğlu, bizim bilmemizin kapısı olan böylesi mecazlar yokmuş gibi, bunlar hiç kullanılmıyormuş gibi sağda-solda diyor ki: "Bedi ismi Kur'an'da Allah için kullanılıyor. Bediüzzaman'a o ismi vermek tehlikelidir."
İyi de, Tevbe sûresi 128'de, Cenab-ı Hak buyurmuyor mu kendi Resulü aleyhissalatuvesselam için: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da 'çok şefkatli' ve 'merhametli'dir." Bu ayet-i kerime içinde 'Rauf' ve 'Rahim' isimlerini kullanmıyor mu? Haydi, sen, bunu da icma-ı ümmetin hilafına başka bir şekilde tevil edersin. "Orada kastedilen Allah'tır. Siz yanlış anlatıyorsunuz!" dersin. Çünkü ehl-i bid'anın sanatı zorlu tevillerdir.
Peki, Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, Mekke'nin fethinden sonra müşrik önderlerine sorduğunda onlardan kendisi hakkında şöyle bir tarif almıyor mu? "Sen kerîmsin ve kerîm bir kardeşin oğlusun." O zaman onlara "Susun, ey melun, pis kafirler!" mi diyor? Yoksa kerîm olmanın müminin bir hasleti olmasını kabul mu ediyor? Yoksa biz onu da mı yanlış biliyoruz? Kerîm de Allah'ın isimlerinden birisi değil mi? Belki sana göre değildir. Kimbilir?
Bütün bunları geçtim. Bir de Bediüzzaman'a 'Bediüzzaman' denmesini 'kibir alameti' gibi şeylere bağlıyorsun. Yazıklar olsun. Onun tevazuuna bütün hayatı şahittir. Senin bir parçayı kaldırıp, onu da kendince çarpıtıp, cerbeze ile 'Bütün bundan ibarettir!" demenle hiçbir şey değişmez. Ancak yine de sormak istiyorum:
Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın da ismi Muhammed. Benim Arapçam yok ama Muhammed'in 'övülmüş' veya 'övülen' anlamlarına geldiğini biliyorum. Acaba sana göre Allah Resulü aleyhissalatuvesselam da mı bu ismi bir kibir vesilesi olarak (hâşâ) kullanıyor? Kaldı ki, Bediüzzaman o ismi kendisi de seçmiş değil, hocasının taktığı bir isim ve öyle şöhret buluyor. İlk o isimle şöhret bulan da o değil, Bediüzzaman-ı Hamedanî veya Bediüzzaman-ı Cezerî gibi başka şahsiyetler de var böyle bu isimle iştihar etmiş.
Yani şimdi, a kuzum, sırf sana 'kibir' kokusu geldi diye herkes ismini veya lakabını mı değiştirmeli? Aziz Mahmud Hüdayi de sırf Mahmud mu kalmalı? Hacı Bayram-ı Veli de "Benim adım yalnız Bayram!" diye mi gezmeli? Söyle: Ne etmeli de sana 'senden gayrı' İslam ulemasını bir şekilde sevdirmeli?
Ne tuhaf zanaat böyle tahtie kılıncıyla insanların başını kesmek! Ne konforlu, eserinin ve hayatının anlattığı bütünden kopuk, 'tek kelimeden' ahlaklar devşirmek! Ne komik "Herkes yanlışta, herkes sapkınlıkta, bir ben doğrudayım!" havalarında dolaşmak.
Bize Nurcular içinde denk geldiğin yanlışlardan mı bahsedeceksin? Bizim de rastladığımız yanlışlar var. Fakat en azından şunu ayırabiliyoruz: Bu metinlerin suçu değil. Naehiller hangi mesleğe girse o mesleğe zarar verirler. Bugün Kur'an'ı okuyup da müslüman kanı dökmeyi marifet sayan ekoller yok mu?
Bu ekollerin suçlusu Kur'an olmadığı gibi, kendisinden iman dersini almış birisi olarak söylüyorum ki, Nurculuğun içindeki yanlış anlamaların suçlusu da Bediüzzaman değildir. Kur'an'ın arşına çıkan merdivenimizdir o bizim, manevi elif-ba'mızdır, mürşidimizdir. "Ne diyor?" diye değil, "Kur'an'dan bize ne söylüyor?" diye okuduğumuzdur. Şimdi ister hak ver, ister eleştir, hakikat zaten 'kendisi bizzat hakikat olduğundan ötürü' kazanır. Biz durduğumuz yerden ve Kur'an'ın sancağı altında olduğumuzdan eminiz. Acaba sen bunca yanar-dönerlikle nerede durduğundan emin misin?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...