Tuesday, March 1, 2016

Altan Tan'ın 'gör' dediği...

Altan Tan'a cevap olarak değil, bu mesele benim de zihnimi bir süredir meşgul ettiği için yazacağım. Hatta tevafuk, bundan birkaç hafta önce, bir kahvaltıda, orada hazır bulunan abi ve kardeşlerime de düşüncelerimi açmıştım. Ben, Bediüzzaman'ın, vefat hastalığı üzerinde iken Urfa'ya gidişini tesadüf olarak görmüyorum. Hiçbir nur talebesinin de böyle görmediği kanaatindeyim. Hatta nur talebesi olmasın, fakat Bediüzzaman'ın işlerinde hikmetle hareket ettiğine inansın, o da bunun bir tesadüf olduğuna ihtimal vermez. Bediüzzaman, Urfa'ya, orada ruhunu Rahman'a teslim etmeye gitti. Ve dolayısıyla diyebiliriz ki: Defni için Urfa'nın mübarek toprağını ihtiyar etti. Peki, neden orayı seçti?

Ben bu seçimi Türk-Kürt-Arap kardeşliğine atılmış bir dikiş gibi görüyorum. İttihad-ı İslam'a yapılmış bir hizmetti Bediüzzaman'ın Urfa'da vefatı ve defni. Neden ve nasıl? Bediüzzaman'ın mübarek kabri orada olduğu sürece, ömrünün büyük bir kısmında aralarında yaşadığı vefakâr Türkler, onu akrabaları ve kahramanları sayan dindar Kürtler ve dine hizmetini takdir eden mübarek Araplar Urfa'ya akın akın gidecektiler, tıpkı bugün onunla ilgili diğer mekanlara gittikleri gibi. Ve bu gidiş-gelişler Türkler-Kürtler-Araplar arasında bir etkileşim oluşturacaktı. Hatta kardeşi Abdulmecid ağabeyi bu zulme mecbur edenlerin dahi "Suriye'den ziyaret için kaçak girişler olduğunu" bahane etmeleri, onun 'büyük bir birleştirici' olduğunu gösteriyor.

Kanaatimce; Bediüzzaman, Urfa'ya defnini böyle bir etkileşime sebep olacağı için de tercih etti. Hayatını ittihad-ı İslam'a adamış birisinin vefatını da bu yola hizmetkâr etmesi hiç uzak bir ihtimal değil. Hatta öyle geliyor ki bana; eğer Üstad Hazretlerinin kabri Urfa'dan zorla taşınıp kaybettirilmeseydi; Türkler, Kürtler ve Araplar arasındaki diyalog da bugünkünden çok daha iyi bir seviyede olurdu. Belki coğrafyamız iletişimsizlikten kangren haline gelmiş sorunlarla uğraşmayacaktı bu kadar. Birbirimize karşı daha toleranslı ve anlayışlı olacaktık. Birbirimizi bilecektik. Etkileşim bunu sağlar. Bu meselenin bencileyin tarafı. Gelelim şimdi Altan Tan'ın söylediklerine...

Doğrusu; Altan Tan'ın, Nurcuların düşünce dünyasını anlamadan çok uzak birisi olduğunu düşünüyorum. Kendisi dindar olabilir. Fakat ruhu ruhumuzdan uzaktır. Çünkü kaderi ve hayatı okuyuş biçimi bizim gibi değildir. Nur talebeleri Allah'ın takdiriyle gerçekleşen her işte bir hikmet ararlar. Bu, bizzat Kur'an'ın, hadislerin ve Bediüzzaman'ın hikmet arayışlarının onlara verdiği bir derstir. Birşeyi 'irade etmek' ellerinde değilse, şartlar olgunlaşıncaya kadar 'müsbet hareket' diye tarif ettikleri metod içerisinde gayret etmeye devam ederler.

Silahlı bir örgütün siyasi kanadında milletvekili olan Altan Tan, müsbet hareketi anlayamadığı gibi, 'masum canı yanmasın' diye sabretmeyi de anlayamaz. Bu yüzden ruhu ruhumuzdan uzaktır. Kürt olması birşeyi değiştirmez. Kürt bir nur talebesi olarak, onun dilini Türk bir nur talebesinden çok daha uzak buluyorum. Bu kültür işi değil tedris işidir. Ve biz tedrisimizi Bediüzzaman'ın dizinin dibinde sürdürüyoruz. Kendisi gibi düşünmeyeni 'mutlak haklılığın fildişi kulesinden' serbestçe aşağılayan Altan Tan bizi nasıl anlasın? Onu, o meftun olduğu zirvelerde, öfkesiyle başbaşa bırakmak lazım.

Ben, nur talebelerinin, gerçekleşmesine engel olamadıkları bu tasarrufun ardında kaderin elini görüp, ona Bediüzzaman'ın metinlerinden ve vasiyetlerinden beslenmiş bir okuma ile bakmalarında beis görmüyorum. Hatta okumalarının hiç de haksız olmadığı kanaatindeyim. Daha hatta, bu okumanın, Urfa için de önemli olduğunu; topraklarında gerçekleşmiş bu zulme engel olamamaktan kaynaklanan öfkeden onları koruduğunu düşünüyorum. Ki, bu pencereden bakınca, Altan Tan'ın hakareti aslında Urfa halkına (en çok da Kürtlere) yapılmış bir hakarettir. Haşa, Urfa halkı asla korkak değildir; fakat öyle zamanlar olur ki, işler daha kötü olmasın diye dişinizi sıkarsınız. Bence hem Urfalılar, hem Nurcular, hem Türkler, hem Kürtler, hem Araplar... Bediüzzaman'ın kabrinin taşınması meselesinde dişlerini sıkıp kadere tevekkül etmişlerdir.

Ancak sorgulamayla karışık bir özeleştirim de var. Özü şu: Bediüzzaman'ın Emirdağ Lahikası'nda geçen; "Benim kabrim gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor..." ifadelerinin onun son vasiyeti olduğuna emin miyiz? Eğer Bediüzzaman, bu vasiyetinin kesin ve son kararı/kanaati olduğunu düşünüyorsa, neden Urfa'da vefat etmeyi seçmiştir?

Emirdağ'dan hiç hareket etmeyerek, hatta belki daha da ıssız bir yerde vefat etmeyi seçerek (bunu istese talebeleri elbette emrine uyarlardı), mübarek bedeninin gizli bir yere defnedilmesini sağlayamaz mıydı? Zira neshe dair hükümlerde olsun, sünnete dair uygulamalarda olsun, fıkha dair içtihadlarda olsun, 'son olan esas alınır' diye biliyorum ben.

Bu açıdan, nur talebelerinin yaptıkları kaderî okumayı çok mutlaklaştırmasında da hata var bence. Şartlar olgunlaştığında Bediüzzaman'ın kabrinin tekrar Urfa'ya nakledilmesi tartışma alanından uzak tutulmamalı gibi geliyor bana. Bu, topraklarındaki emanete yapılan saygısızlığın telafisi anlamında, hem özelde Nurculara ve Urfalılara, hem de genelde Kürtlere ve Araplara doğru hoş bir adım olmaz mı? Bediüzzaman'ın ahir ömründe orada vefat etmeyi seçmesiyle son vasiyetinin Urfa'da medfun bulunmak olduğu düşünülemez mi? Ki taşınmasa, hâlâ orada olacaktı. Nur talebeleri "Vasiyeti böyle değildir" deyip kabri taşımayacaktı. Hasılı: Bu konuya dair sorularım/sorgulamalarım var. Altan Tan'ın haksızlığı içinde bir dane-i hakikat sanki göz kırpıyor. Görmezden gelmemek lazım. İnsafla düşüncemi yazdım. En doğrusunu Allah bilir.

No comments:

Post a Comment

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...