Showing posts with label Hakaret. Show all posts
Showing posts with label Hakaret. Show all posts

Friday, June 21, 2024

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de bu söz pek dokunurmuş. Kaçmış evden. Okumuş da okumuş. Felsefe, tarih, bilim falan. Kaçtığı kasabaya bu defa youtuber, aman, kaymakam olarak dönmüş. Hemen takipçilerine babasını çağırttırmış. Ne diyorum yahu? Ne takipçisi? Yaverine çağırtmış. Babası endişeyle huzurunda elbağlayınca kimliğini açıklamış. Ve gururla tamamlamış: "Baba 'Sen adam olmazsın!' diyordun ya, bak, kaymakam oldum." Babası hüzünle yapıştırmış cevabı: "Oğlum, ben sana 'Youtuber olamazsın!' demedim ki, 'Adam olamazsın' dedim. Şayet adam olsaydın sen benim irfanıma gelirdin. Tutup beni agnostikliğine çağırmazdın."

Biraz karıştırdım galiba. Olsun. Kıssayı karıştırsak da siz hissesini karıştırmamışsınızdır. Mesajı almışsınızdır. Kimisinde böyle oluyor işte arkadaşlar. Ne yazık, tahsil cehaleti alıyor, amma eşekliği bâki bırakıyor. Bizde bir de derlerdi ki: Çingeneye youtuberlık vermişler, tutmuş, önce Peygamberine (a.s.m.) terbiyesizlik etmiş. Yok. O da öyle değildi. Çingeneye değil de Arnavut'a mı vermişlerdi yoksa?

Uzayda yaşamıyoruz a kuzum. Elbette dünyalıyız. Hatta, sorarsan, dünyanın da içindeniz. Türkiye'deniz. Yaşadığımız ülke müslüman bir ülke. Elhamdülillah. Türkiye ismini yüzyıl önce koysak da mührümüzü toprağına bin yıl önce basmışız. İlk olarak necip Araplar gelmiş buralara. O zamanlar her yer tarlaymış. Ta İstanbul'a kadar ilerlemişler. Eyyüb Sultan Hazretlerini nöbetçi bırakıp dönmüşler. Sonra azıcık geri çekilmişiz. Fakat çekilirken yiğit Kürtleri serhadde bırakmışız. Onlar düşmanı şarktan izlemişler. Arkasından mücahid Türk kardeşler gelmişler gümbür gümbür. Roma'ya bir tokat da onlar aşketmişler. Yetmemiş tâ İstanbul'u da almışlar. Yetmemiş Viyana önlerine çıkmışlar. Yetmemiş sonra...

Neyse. Uzatmayayım. Peşrevin ziyadesinden fayda yok. Cümlesinin kılıçlarına maşaallah diyelim. Tarihimiz uzundur. Detayları çoktur. Özetlersek şöyle deriz: Biz bu toprağın yepyerlisiyiz. Arnavut Metin gibi, estağfirullah, Diamond Tema gibi 'sonradan gelme' değiliz. Bu arada, Arnavut Metin dedim, ırkçılığa saymasınlar. Ahmed'in canı Arnavutlara kurban olsun. Ama müslüman Arnavutlara kurban olsun. Bu vatana onların da hizmeti çoktur. İstiklal Marşımızın yazarı bir Arnavuttur mesela. Diamond Tema'yaysa kılım dahi haram olsun. Zira bizim kardeşliğimiz kelime-i şehadetin iki ayağı üzerine sabittir.

Mürtedi kendime kardeş tutacak değilim. Bu konuda netim. Net olduğum başka konular da var. Onlardan birisi de Anadolu'yu yakinen bildiğim. Evet. 18'ime kadar Sivas'ın Zara ilçesinde yaşadım. Örfümüzü, ananemizi, töremizi, yani âdet-i İslamiyeyi, Metin Efendi daha portakalda vitaminken tecrübe ettim. Dolayısıyla bu toprakların ahlakını toprağın özbir kıstaslarıyla tartabilecek melekelerim gelişti. Gavurun gözlüğüyle kendi yurdumu tartmadım. Kendi insanıma bakmadım. Kendi adamımı kendimin hendesesiyle ölçtüm. Belki bu satırları okuyunca Arnavut Metin'in yüreğine inecek ama 35'e gelmeden 'dede' olan arkadaşım vardı. Büyüklerimizin neredeyse tamamı 18'inden önce evlenmişti. Altını özellikle çizmek istiyorum: Bu insanların hakiki insaniyetiyle Arnavut Metin'in mevhum insaniyeti bir terazinin kefelerine bırakılsa, Diamond tarafı öyle hızlı havaya fırlardı ki, kendisi soluğu Ay'da alırdı.

Aleyhissalatuvesselam Efendimizin Ayşe radyallahu anha annemizle erken yaşlardaki nikahını, zihnen/fikren veled-i zinası olduğu Batı'nın ölçülerine sığdıramayan Arnavut Metin, herhalde Anadolu türkülerindeki normları bir bilseydi, önünde fotoğraf çektirmeyi sevdiği Mustafa Kemal gibi, topusunu radyolarda yasaklardı. Mesela "Kar mı yağmış şu Harput'un başına?" türküsünde 13-14 yaşında bir kıza âşık olunmasından veya Karacaoğlan'ın "Aşına da Karacaoğlan aşına./Yeni değmiş 13-14 yaşına..." demesinden vs. Buna benzer bütün türkülerden rahatsız olurdu. Neden mi? Çünkü Metin'imizin, yani nâm-ı diğerle Diamond Tema'mızın, ahlak kriterleri İskandinav ülkelerinden ithal edilmiştir. Öyle Türkî-Kürdî-Arabî terazilere gelemez. Kim ki, nikah konusunda böylesi sınırları aşmakta ve de taşmaktadır, onun yeri karanlık çağdır. Dünyada birtek Batı vardır. Batı kültürü vardır. Gerisi lâf u güzâftır. Hiçtir.

Gerçi Batı'da da işler tam böyle değildir ya. İnanmadınız mı? O halde Fatma Çetin Hoca'nın "Küreselleşmenin Aile Üzerindeki Etkileri" eserinin 52. sayfasından bir iktibas yapayım: "Roma'da geleneksel bülûğ yaşı kızlarda 12, erkeklerde 14 olarak belirlenmiştir. Bazı kaynaklarda kızların aileleri tarafından henüz 6 yaşındayken eşleri seçilerek nişanlandıkları, 12 yaşına geldiklerinde de evliliğe hazır olduklarının kabul edildiği kaydedilmektedir." Yani şu 'modern zamanlar' gelinceye kadar, sadece Türk-Kürt-Arap diyarında değil, Batı diyarlarında da evlilik meselesi erken yaşlar üzerine kuruludur. Burada garabet aslında bizim yaşadığımız zamanla ilgilidir. Yoksa biz bütün zamanları kendimize göre mizana vuracak şahanelikte değiliz. Dünyanın bugünkü hal u hakikatine bakanlar herhalde ne dediğimi anlarlar. Öyle ya. Bugün nikah yaşının ergenlikten ilerilere doğru atılması zinanın arttırılmasıyla eşgüdüm ilerler.

Hem küresel ısınma, çevre felaketleri, buzul erimesi, iklim değişikliği, nesli tükenen hayvanlar, azalan ormanlar vs. Böylesi belaların tam da bugünlerde başımıza sarılması Diamond Tema gibi elemanlara durdukları yeri sorgulama fikrini vermeli değil midir? Belki de pösteki sayan deli onlardır? Belki de ters yola giren Temel onlardır. Fıkra onlarınkidir. Bunu farketmedikleri için bütün zamanları aksiyle yargılamaktadırlar. Ancak evrimciliğin her türüyle semiren narsizm mevhum zirveyi bırakmaz.

Bitirirken, Arnavut Metin'i bir kenara bırakarak, Bediüzzaman'ın bir metnine yüzümüzü çevirmek istiyorum. Mürşidim, Aleyhissalatuvesselam Efendimizi böyle meseleler üzerinden değerlendirmenin, onun hakikatini anlamada ne derece engelleyici olabileceğine bir 'tavus kuşu/hurma ağacı' ve 'yumurta kabuğu/hurma çekirdeği' misaliyle dikkat çekiyor. Fakat oraya gelmeden önce musırrane diyor ki:

"Şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan o zât-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ, Hazret-i Cebrail ve Mikail iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir zât-ı mübarek, çarşı içinde bedevî bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek, birtek şahit olan Huzeyme'yi şahit göstermekle görünen etvârı içinde sığışmaz. İşte, yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsâf-ı âdiye içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer."

Belki Arnavut Metin gibi saçı uzunların bizi siyerdeki böyle başlıklara çekip boğmaya çalışması mürşidimin yukarıda zikrettiği tehlikelerle ilgilidir. Yazıyı uzatmak pahasına temsili de analım şimdi:

"Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür. Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir. Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten büyük ve âli sıfatları ve keyfiyetleri var.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin—tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, 'Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım' ve 'Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır' dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref'e binip, Cebrail'i arkada bırakıp, Kàb-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak."


Evet. Şimdi ben de böylesi vesveselerden etkilenen kardeşlerime aynısını tavsiye ediyorum. Metin'in Tema'sından çıkın. Hakikat-i Muhammediyeyi düşünün. Aleyhissalatuvesselam Efendimizin vesilesi olduğu hidayetin büyüklüğü hayal edin: "Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtüvesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid..." Onun dersi dünyayı kaplamış. Sarmış sarmalamış. Çin'den Fas'a uzanmış. Dünyada müslümanı olmayan ülke kalmamış. Dini devletler kurmuş. İlmi medeniyet kurmuş.

1400 yıldır nuru âfâkımızı tutuyor. Enfüsümüzü ışıl ışıl ışıldatıyor. Davasına 'Sadakte!' diyen âlimin-ârifin sayısı belli değil. Elhamdülillah. İslam medeniyetinin mirasını ölçebilecek terazimiz yok. Zaten taklid etmeye güç yetiremiyoruz. Hal böyleyken o büyük Nebî aleyhissalatuvesselamın mahiyetini şöyle küçük meseleler içinde kavramaya çalışmak neticeye götürmez bizi. Hakiki hüküm manzaranın bütününü tahlil etmekten çıkar. Yoksa, Arnavut Metin'in gözüyle kabuğa bakanın, Metinliği kalmaz, gavur olur. Artık Diamon Tema mı olur, Sanço Panço mu olur, orasını Mevla bilir. Bir şekilde rezilliği dışına vurur. Cenab-ı Hak cümle gençlerimizi böylesi fitnelerden muhafaza eylesin. Âmin. Âmin.

Tuesday, March 1, 2016

Altan Tan'ın 'gör' dediği...

Altan Tan'a cevap olarak değil, bu mesele benim de zihnimi bir süredir meşgul ettiği için yazacağım. Hatta tevafuk, bundan birkaç hafta önce, bir kahvaltıda, orada hazır bulunan abi ve kardeşlerime de düşüncelerimi açmıştım. Ben, Bediüzzaman'ın, vefat hastalığı üzerinde iken Urfa'ya gidişini tesadüf olarak görmüyorum. Hiçbir nur talebesinin de böyle görmediği kanaatindeyim. Hatta nur talebesi olmasın, fakat Bediüzzaman'ın işlerinde hikmetle hareket ettiğine inansın, o da bunun bir tesadüf olduğuna ihtimal vermez. Bediüzzaman, Urfa'ya, orada ruhunu Rahman'a teslim etmeye gitti. Ve dolayısıyla diyebiliriz ki: Defni için Urfa'nın mübarek toprağını ihtiyar etti. Peki, neden orayı seçti?

Ben bu seçimi Türk-Kürt-Arap kardeşliğine atılmış bir dikiş gibi görüyorum. İttihad-ı İslam'a yapılmış bir hizmetti Bediüzzaman'ın Urfa'da vefatı ve defni. Neden ve nasıl? Bediüzzaman'ın mübarek kabri orada olduğu sürece, ömrünün büyük bir kısmında aralarında yaşadığı vefakâr Türkler, onu akrabaları ve kahramanları sayan dindar Kürtler ve dine hizmetini takdir eden mübarek Araplar Urfa'ya akın akın gidecektiler, tıpkı bugün onunla ilgili diğer mekanlara gittikleri gibi. Ve bu gidiş-gelişler Türkler-Kürtler-Araplar arasında bir etkileşim oluşturacaktı. Hatta kardeşi Abdulmecid ağabeyi bu zulme mecbur edenlerin dahi "Suriye'den ziyaret için kaçak girişler olduğunu" bahane etmeleri, onun 'büyük bir birleştirici' olduğunu gösteriyor.

Kanaatimce; Bediüzzaman, Urfa'ya defnini böyle bir etkileşime sebep olacağı için de tercih etti. Hayatını ittihad-ı İslam'a adamış birisinin vefatını da bu yola hizmetkâr etmesi hiç uzak bir ihtimal değil. Hatta öyle geliyor ki bana; eğer Üstad Hazretlerinin kabri Urfa'dan zorla taşınıp kaybettirilmeseydi; Türkler, Kürtler ve Araplar arasındaki diyalog da bugünkünden çok daha iyi bir seviyede olurdu. Belki coğrafyamız iletişimsizlikten kangren haline gelmiş sorunlarla uğraşmayacaktı bu kadar. Birbirimize karşı daha toleranslı ve anlayışlı olacaktık. Birbirimizi bilecektik. Etkileşim bunu sağlar. Bu meselenin bencileyin tarafı. Gelelim şimdi Altan Tan'ın söylediklerine...

Doğrusu; Altan Tan'ın, Nurcuların düşünce dünyasını anlamadan çok uzak birisi olduğunu düşünüyorum. Kendisi dindar olabilir. Fakat ruhu ruhumuzdan uzaktır. Çünkü kaderi ve hayatı okuyuş biçimi bizim gibi değildir. Nur talebeleri Allah'ın takdiriyle gerçekleşen her işte bir hikmet ararlar. Bu, bizzat Kur'an'ın, hadislerin ve Bediüzzaman'ın hikmet arayışlarının onlara verdiği bir derstir. Birşeyi 'irade etmek' ellerinde değilse, şartlar olgunlaşıncaya kadar 'müsbet hareket' diye tarif ettikleri metod içerisinde gayret etmeye devam ederler.

Silahlı bir örgütün siyasi kanadında milletvekili olan Altan Tan, müsbet hareketi anlayamadığı gibi, 'masum canı yanmasın' diye sabretmeyi de anlayamaz. Bu yüzden ruhu ruhumuzdan uzaktır. Kürt olması birşeyi değiştirmez. Kürt bir nur talebesi olarak, onun dilini Türk bir nur talebesinden çok daha uzak buluyorum. Bu kültür işi değil tedris işidir. Ve biz tedrisimizi Bediüzzaman'ın dizinin dibinde sürdürüyoruz. Kendisi gibi düşünmeyeni 'mutlak haklılığın fildişi kulesinden' serbestçe aşağılayan Altan Tan bizi nasıl anlasın? Onu, o meftun olduğu zirvelerde, öfkesiyle başbaşa bırakmak lazım.

Ben, nur talebelerinin, gerçekleşmesine engel olamadıkları bu tasarrufun ardında kaderin elini görüp, ona Bediüzzaman'ın metinlerinden ve vasiyetlerinden beslenmiş bir okuma ile bakmalarında beis görmüyorum. Hatta okumalarının hiç de haksız olmadığı kanaatindeyim. Daha hatta, bu okumanın, Urfa için de önemli olduğunu; topraklarında gerçekleşmiş bu zulme engel olamamaktan kaynaklanan öfkeden onları koruduğunu düşünüyorum. Ki, bu pencereden bakınca, Altan Tan'ın hakareti aslında Urfa halkına (en çok da Kürtlere) yapılmış bir hakarettir. Haşa, Urfa halkı asla korkak değildir; fakat öyle zamanlar olur ki, işler daha kötü olmasın diye dişinizi sıkarsınız. Bence hem Urfalılar, hem Nurcular, hem Türkler, hem Kürtler, hem Araplar... Bediüzzaman'ın kabrinin taşınması meselesinde dişlerini sıkıp kadere tevekkül etmişlerdir.

Ancak sorgulamayla karışık bir özeleştirim de var. Özü şu: Bediüzzaman'ın Emirdağ Lahikası'nda geçen; "Benim kabrim gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünkü, dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor..." ifadelerinin onun son vasiyeti olduğuna emin miyiz? Eğer Bediüzzaman, bu vasiyetinin kesin ve son kararı/kanaati olduğunu düşünüyorsa, neden Urfa'da vefat etmeyi seçmiştir?

Emirdağ'dan hiç hareket etmeyerek, hatta belki daha da ıssız bir yerde vefat etmeyi seçerek (bunu istese talebeleri elbette emrine uyarlardı), mübarek bedeninin gizli bir yere defnedilmesini sağlayamaz mıydı? Zira neshe dair hükümlerde olsun, sünnete dair uygulamalarda olsun, fıkha dair içtihadlarda olsun, 'son olan esas alınır' diye biliyorum ben.

Bu açıdan, nur talebelerinin yaptıkları kaderî okumayı çok mutlaklaştırmasında da hata var bence. Şartlar olgunlaştığında Bediüzzaman'ın kabrinin tekrar Urfa'ya nakledilmesi tartışma alanından uzak tutulmamalı gibi geliyor bana. Bu, topraklarındaki emanete yapılan saygısızlığın telafisi anlamında, hem özelde Nurculara ve Urfalılara, hem de genelde Kürtlere ve Araplara doğru hoş bir adım olmaz mı? Bediüzzaman'ın ahir ömründe orada vefat etmeyi seçmesiyle son vasiyetinin Urfa'da medfun bulunmak olduğu düşünülemez mi? Ki taşınmasa, hâlâ orada olacaktı. Nur talebeleri "Vasiyeti böyle değildir" deyip kabri taşımayacaktı. Hasılı: Bu konuya dair sorularım/sorgulamalarım var. Altan Tan'ın haksızlığı içinde bir dane-i hakikat sanki göz kırpıyor. Görmezden gelmemek lazım. İnsafla düşüncemi yazdım. En doğrusunu Allah bilir.

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...