Showing posts with label Gürültü. Show all posts
Showing posts with label Gürültü. Show all posts

Saturday, August 19, 2017

Demet Akalın tevhide nasıl delil olur?

Bazı şeylerin bilinmek için kıyasa ihtiyacı var. Uyumsuzluk ortaya çıkana kadar uyum kendini göstermez. "Herşey zıttıyla bilinir." Tasavvuf büyüklerinin ilahî aşkı öğrenmek isteyen mürit adaylarına "Daha önce hiç sevdin mi?" diye sormaları boşuna değil. Sevmeyi öğrenemezsin. Ama daha önce sevmişsen daha doğru birşeyi sevmeyi öğrenebilirsin. Hem daha önce sevmişsen kesinlikle yanmayı da öğrenmişsindir. Allah'tan başkasını sevmek her daim yakar çünkü.

Her neyi sevsen yakar. Tatmin etmediğinden yakar. Doyuramadığından yakar. Karşılığını bulamadığından yakar. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" buyuruyor Kur'an. Boşluğun öğretmenliği diyorum ben buna. Fakat en nihayet 'tatmin olmamayı' da öğrenmelisin. Boşluğa ihtiyacımız var. Şekeri bilmek için bibere ihtiyacımız var. Daha önce düşmüşsen, düşmenin korkusunu tatmışsan, ondan kaçıyorsan yani, mürşid sana 'sapasağlam bir kulp'a tutunmayı öğretecek. Büyük ateşi o küçük ateşin kıvılcımından tutuşturacak. Potansiyeline ihtiyacı var. Potansiyelinin tetiklediği boşluğa ihtiyacı var. Bir kere de olsa tatmış olmalısın o sevgiyi ve yoksunluğundan gelen karanlığı. Kaçıyor olmalısın.

Mürşidimin, değil yalnız ifade ettiği güzel mana için, biraz da içerdiği ahenk için pek sevdiğim bir cümlesi var. Bize varlığın uyumunu sesler üzerinden anlatıyor. O da şudur: "Havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz." Ben bu cümleyi okuduğumda ister istemez memleketimin akşamlarına gidiyorum. Kulağımın varolmaktan mutlu olduğu sessiz gecelere.

Aldığım dersin özeti şu: Evet. Anlam uyum. Manidarlık uyumla mümkün. Ve o sessizliğin sesinde hiçbir uyumsuz nota yoktu. Onlarca gece hayvanının, rüzgârın, dalların, otların ve böceklerin seslerinin birbirine karıştığı o şeye bu yüzden 'sessizlik' diyordum. Sessizlik aslında kulağımın uyumuna itiraz etmediği seslilikti. Farkettiğim 'intizamsızlıkları içindeki kemal-i intizam'larıydı.

Şöyle de denebilir belki: Doğada mutlak bir sessizlik yoktur. "Hiçbirşey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin..." ayeti bu hakikati de kulağımıza fısıldar.

Yaşadığım mutlak bir sessizlik değildi. Zaten mutlak bir sessizliğe insan dayanamaz. Mutlak sessizlik yokluk kokusu ve korkusudur. Varını yokunu şaşırır insan onda. (Patlama sahnelerinin ardından, yaşanan şoku anlatmak için, bazı filmlerde kullanılan birkaç saniyelik mutlak sessizlikleri hatırlayalım.) Çünkü nihayetinde ses dediğimiz şey de varlık/yaratılış habercisidir. Mürşidim bu sadedde der: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur, 'Ben de varım' derler."

Bize seslenen herşey öncelikle bizi varlığından haberdar eder. Bizi yalnızlıktan kurtarır. Bize yardım eder. Varlığının niteliğini yanımıza gelmeden haber verir. Ve biz varlıklarından, sırtımız onlara dönükken bile, böylece haberdar oluruz. Bu haberle mutlu oluruz. Yalnızlıksa elemdir.

Parça bütünden kopabileceğini mi sanır? Yahut Kur'anca soralım: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Beşer büyük bir kaderin parçasıdır. Büyük bir planın parçasıdır. Büyük bir yaratışın parçasıdır. Bunu içten içe bilir her insan. Ait olmayı sever. Farkedilmeyi sever. Farketmeyi sever. 'Cemal ve kemalini görmeyi ve göstermeyi' sever. Yalnız varolamaz bu yüzden. İnsan şahitsiz varolamaz. Yalnızlığın varlık şekli insanı tatmin etmez. Şahitliğini yarım bırakır.

Sesler bize lazımdır. Hem 'kulak' göz gibi de değildir. Arkası yoktur. Bakmadığı yön yoktur. Görüşü gözden daha kuşatıcıdır. Sesler bakmadığımız yerlerden bile dikkatlerimizi çekerler. Onlara odaklanmazken bile onları dinleriz. Bir çocuk annesinin ninnisiyle uyumayı neden takıntı haline getirir? Çünkü ses, gözlerini kapadığında bile, annesinin varlığından haber verecektir. Ninniler onu gözlerinin mahkûm olduğu mecburiyetten kurtarır. Annesi gözünün dikkat seviyesinde tutmak zorunda kalmaz. Ona bakmaz. Gözleri huzurla kapanır.

Seslere ihtiyacımız var. Yoksa dikkatimiz çok yorulur. Hem kalbimizi uyku tutmaz. Fakat seslerin de bir ahenk içinde olması gerekiyor. Beşerî seslerin uyumsuzluğu aslında bir yönüyle tevhidin delilidir. Eğer bu musikînin yaratıcısı bir olmasaydı bu kadar enstrüman uyumla çalamazdı/çalışamazdı. Binlerce canlının aynı anda sesler çıkardığı bir vadiye bakarken kulaklarınız cennetimsi bir huzur duymazdı. Nesne çoğaldıkça sesler azap olurdu.

Avcılar meydanında oturup insanları seyrederken şunu düşünüyorum bazen: Bu gürültü, bu uyumsuzluk, bu işkence Allah'a aynalığımızdır. Nasıl ki, acizliğimizle onun kudretine ayna oluyoruz, gürültümüzle de yaratışındaki uyuma ayna oluyoruz. Zıttın aynalığı böyle olur. İki mağaza arasındaki bir havuz kenarında otururken kulaklarınızı tırmalayan Demet Akalın ve Hadise şarkıları, onlar arasındaki uyumsuzluğun şiddeti, kafanıza yaptığı işkence, bir vadi dolusu canlıda Allah'ın yarattığı mucizeyi bütün ihtişamıyla gösteriyor.

Doğada birbirini tutmayan ritim yok. Bütün davulcular bir nizamdan haberli gibi çalıyor. Bu seslerin birbirinden haberi var. Var ki birbirlerinin kuyruklarına basmıyorlar. Asla ahenklerine zarar vermiyorlar. Birbirlerinin frekanslarını ezmiyorlar. Şarkıları hoş. Orkestraları muntazam. Kulak her birinden yarı bir lezzet alıyor. Tıpkı yetmiş hulle içinde ilikleri görünen bir cennet hurisi gibi. Renk rengi, güzellik güzelliği, ritim ritmi bastırmıyor.

'Tevhidin ses delili' diyorum ben buna. İşte, modern zamanların iki popstarı veya iki modern putu ('pop müziğin ilahesi' diye magazinciler söylüyor) nasıl da uyumsuzluklarıyla sırıtarak şu ayet-i kerimeyi tefekkür ettiriyorlar: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti." Amenna! Şimdi ben, meydanda çektiğim çileyle, bu ayetin yaşayan bir şahidi değil miyim? Elbette öyleyim. Belki de böylesi rahatsızlıkları da şu dersi almak için yaşıyorum/yaşatılıyorum. Rabbim bana bununla şunu öğretiyor: İnsan kainattaki uyumu görünür hale getirmek için varlığa çıkarılmış bir uyumsuzluktur.

Monday, July 3, 2017

Bu gürültüyü biz istedik

Korkmayalım. Üzerimize üzerimize gidelim. Yaralarımızı deşelim. Tekrar be tekrar duvarlarımıza çarpalım. Kanatalım. Rahatlayalım. Aynı cansıkıcı cümleleri yazalım. Mutsuz da olalım. Fakat kendimize numara yapmayalım. En çok buradan kaybediyoruz. İnsan bir kere kendisine numara yapmaya başladı mı arkasını toplamak zor oluyor. Çünkü yalanın en zor farkedileni o. Neden böyle? 'Olmak istediğin şeyi' veya 'olman istenen şeyi' olduğun şey gibi görüyorsun. Arzuladığın hakikatinmiş gibi dile geliyor. Ne acı bir gönül aldatmacası. Arzuyla hakikat aynı giysiye büründü mü ikisini ayırmak zordur. Adım adım kendinle aran açılır ama sen bunu bilmezsin. Hakikatinden başka birşey olursun.

Geri de dönemezsin. Dönecek zaman kalmaz çünkü. Hem senin ayaklarında yolu tekrar alacak güç kalmaz. Ağır ağır olursun. Sızısı da yavaş yavaş birikir. Turist Ömer'in dediği gibi: "Vicdan azabı gibi peşimdesin." Küçük bir cansıkıntısı hayatının fon müziğidir. Her an hafiften çınlar ama gürlemek için boşluklarını arar. Yalnızlığını kollar. Bozuk bir musluktan ağlayan damlaların sesi gibi. Gece olup tüm sesler kesildiğinde onun gökgürültüsü işitilir.

Duymamak için iltifatlarla meşgul olursun. Daha çok gürültü istersin daha çok. Daha çok yetmeyince de daha daha çok. Kibir buradan doğar. Kibir aslının çağrısını duymamak için meşgul olmak istediğin gürültüdür. Muhtaçsın bu gürültüye. Arzularsın bu gürültüyü. 'Mış gibi' yaptığında gelen iltifatlarla. Arttığını görürsün. Daha çok 'mış gibi' yaparsın. Ne de olsa harekettir.

Hareket de bir sarhoşluktur. Dikkati azaltır. Gürültü de bir sağırlaşmadır. Seslerdeki mesajı şiddetiyle yokeder. İnsanlar sever de belki bu 'mış gibi' halini. Daha da kötüleştirir bu durumu. Boğulursun. En kötüsü: Arzuladığın şey içinde boğulursun. İnsan boğulmayı kendisi arzuladı mı onu kurtarmak güçleşir. İntiharından haberi olmayanı kurtarmak daha zor değil midir?

Kendi içindeki tekinsizlik insanı dışındaki şahitleri arttırmaya zorlar. Kişi içine doğru düşüyorsa dışına daha fazla tutunur. Eğer yalancı olmadığınıza kendiniz inanmıyorsanız daha çok şahit istersiniz doğruluğunuzu savunacak. Güzelliğinize inancınız zayıfsa daha sık güzel bulunmak iyi gelir. Bir de şu açıdan düşün: Tesettür güzelin özgüvenidir. Örtmekle değişmeyecek olana güveniştir o. Mürşidimin "Cesaretin menbaı imandır!" derken dayandığı hakikat de belki budur.

Eğer yeterince inansaydın cesaretle de savunurdun. Hatta onu savunmak 'savunmak' gibi de gelmezdi. Savunmadan savunurdun. Doğal birşey olurdu. 'Olması gereken şey' olurdu. Tıpkı dünyanın yuvarlak olduğunu söylemek gibi olurdu. Tıpkı yerçekiminin varlığını konuşmak gibi. Aksini söylemenin imkansızlığı, senin bu imkansızlığa duyduğun inanç, inandığını ifade ederken doğallığa dönüşürdü. İspatta abartıya kaçmazdın. Fellik fellik delil aramazdın. Sözü çoğaltmazdın. Doğallıktan gelen bir cesaret bulurdun. Saçların öyle güzeldi ki mesela açmanı gerektirmezdi. Her vakit ispatı gerekmezdi.

Yazmaya yeni başladığın zamanlarda 'yazabildiğini' duymaya çok ihtiyacın vardı. O yüzden aradın başkalarının ilgisini bu kadar. Bu kadar çok göze 'görsün' diye bakman içindeki zayıflıktandı. Zaman geçti. Zamanla geçti. Zayıflıklar (en azından bir konuda) azaldı. Önemsememek karizmatiktir. Aldırmazlık içinde bir kuvvet var. Aldırmazlık içinde aylak olmadığını gösterir. Aldırmamaya başladıysan denizin karar buluyor demektir. Bunu şimdi hissediyorsun.

Deniz karar buluyor. Ancak bu sefer de kendini motive etmekte zorlanıyorsun. Önceden iltifatların ardında saklı olan menfaatin bir motivasyon aracıydı. Gürültüyü arttırmakla mutlu oluyordun. Nihayetinde bir varlık artımıydı. Elinde değildi ama umuttu. Onlardan vazgeçmeyi bir derece öğrendin. Kafan duvarlara çarpa çarpa öğrendin. İsteye isteye ama verilmeye verilmeye öğrendin. Sevmeye de başladın. Fakat şimdi seni kim heyecanlı kılacak?

Arzu ettiğimizin hakikat olmadığını kabullenmemizin bedeli arzularımızın elimizden alınması. Nefis umduğu menfaatin gelmeyeceği yere motive olamıyor. Bu bizi durgunlaştırıyor. Tutuşumuz zayıflıyor. Tutunuşumuz azalıyor. Hayatın boşlukları daha görülür oluyor. Hareket ederken bu kadar görmezdik. Hızla hareket eden süratinden gelen bir yükselişle boşlukları aşabilir. Şimdi yavaşladık. Ayaklarımızın altında daha çok risk var.

Hayatımızı adadığımız dünyevî şeyler o kadar önemsiz gelmeye başladı ki bu sefer de yüzeyde yeterince kalamamaktan korkuyoruz. Arkadaşım, bu sözüme hakver, şu boğulma korkusu baştan gitmiyor. Sadece deniz değişiyor. Leyla'nın gözlerinden kaçıp Mevla'ya sığınıyorsun. O da bir deniz ki sonsuz. Ona dalıyorsun. Boğulmaya korktuğumuz denizlerden kaçmak için boğulmayı seveceğimiz denizler arıyoruz. Kalmayı katlanılır kılacak nedir? Yüzeyde kalmayı nasıl başaracağız? Bunun da cevabını bulacağız elbet. Kalmaya değer birşeyler ortaya çıkacak. Eğer severek kalamazsak inadına kalacağız. İnad da en az menfaat kadar bizi hayata bağlayacak. Bir yolunu bulacağız.

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...