Showing posts with label Hareket. Show all posts
Showing posts with label Hareket. Show all posts

Monday, August 14, 2017

Aynılığın hikmetini yitirirken...

Nefis, sıradışı olana müptela olmaya görsün, artık neyi öncekine benzetse, horgörür. "Alışkanlık ikinci bir fıtrattır." Bu cümleyi yazılarımda tekrar tekrar anıyorum ki tehlikesi anlaşılsın. Çünkü birşeyi fıtrattan saymak, bir açıdan, artık onun avukatı olmaktır. Böyledir: İnsan doğal olduğuna inandığı şeyin gönüllü avukatıdır. Onun 'olması gereken' ve hatta 'olmazsa olmaz' olduğunu düşündüğünden yapar bunu. Buna içtenlikle inanır. Hatta 'aksinin mümkün olabileceğine ihtimal vermez şekilde' inanır. Tüm sorgulamalara karşı kapanır. İşte, biraz da bu nedenle, yukarıdaki cümle önemli bir tehlikeden haber veriyor bence. Alışkanlıklarımızı fıtrat sanma tehlikesinden...

Fıtrat, Fâtır olan Allah'ın bizi üzerine yarattığı şeydir, özümüzdür. Zarar vermesek akacağımız yöndür. Yerine kullanılması çok doğru değil ama kolay anlaşılır kıldığından vazgeçmeyeceğim: Fabrika ayarlarımız gibidir fıtratımız bizim. Yanlış seçimler alışkanlık haline dönüştürülmediği sürece içimizden onun hakikatli sesini duyarız. Ancak alışkanlıklar fıtratın hakikatli sesini yaralar. Birşeyi sık yapmak, hep yapmak, hep öyle yapmak, bir noktadan sonra benliğimize şunu sordurur: "Bunu, ben öyle seçtiğim için mi böyle yapıyorum, yoksa bu benim fıtratımda mı var?" İşte vahyin kurtarıcılıklarından birisi de burada imdadımıza yetişir.

Gerek Kur'an'ın gerek sünnetin bize ilettiği 'vahyî bilgi' sayesinde varlık fabrikamızın sahibi Fâtır'ımızın bizimle gönderdiği 'kullanım kılavuzuna' ulaşırız. Alışkanlık haline getirmekle karıştırmaya başladığımız şeylerin aslı ne imiş öğreniriz. Günah olanın alışkanlık olabileceğini ama fıtrat olamayacağını anlarız. İçki içmek bir alışkanlık olabilir. Hatta sahibinde karşıkonulamaz sanılan bir müptelalığa dönüşebilir. Fakat içki içmek fıtrattan olamaz. Çünkü haramdır. Allah'ın haram kıldığı şey fıtrattan sayılamaz. Ayarları hakkında sonsözü fabrikanın sahibi söyler.

Bu noktada ikinci bir turnusol da yokluğunun yaşattığı yoksunluktur. Alışkanlık haline getirilmiş günahların yoksunluğu sahibinde sadece arzulama yönünde bir yokluk yaşatır. Veya zevk açısından bir yoksunluk hissettirir. Fakat fıtrî olanın terki hayatın sonlanmasına neden olabilecek bir zararı tetikler. İçki içmeyen insan ölmez. Ama su içmeyen insan ölebilir. Zaruretlerin haramları helal kılması da tam bu noktada hükmünü icra eder. Sıvı almasan öleceğin bir noktadaysan, ölmeyecek kadar, içinde alkol de bulunan bir sıvıyı tüketebilirsin. Ancak su içmekten zarar görecek bir noktadaysan (sözgelimi miden yaralıysa) az bile olsa su içemezsin.

"Şimdi bu fıtrat-alışkanlık meselesi nereden çıktı?" derseniz, arzedeyim: Geçenlerde memleketime kısa bir sıla-i rahim yaptım. Bu ziyaretim esnasında, eskiden benim de huyum olan, ancak uzun yıllar İstanbul'da yaşamakla değiştirdiğim bir ex-alışkanlığı farkettim. O da şudur: Yabancılığa dikkat etmiyorum. Aksine tanıdıklığı tuhaf buluyorum. Meseleyi biraz daha açayım: Uzun yıllardan sonra memleketinizi ziyaret ettiğinizde (eğer bu memleket Zara gibi küçük bir yerse) birçok dikkatli nazarın üzerinizde gezdiğini farkedersiniz. İnsanlar yüzünüze daha uzun süreler bakarlar. Sanki yüzünüzle birlikte zihinlerini de tararlar. Bütün bu bakışmalar ve taramalardan bir sonuç çıkmamışsa şöyle bir soruya muhatap olursunuz:

"Sen kimlerdensin canım?" En çok tanındığını düşündüğünüz akrabanızın adını vererek muhabbete başlarsınız. O tanınmazsa başkasına geçilir. En nihayet ortak şekilde aşina olunan bir tanesi bulunur. Muhatabınız sizi zihninde bir yere koymakla rahatlar. Karşılıklı dualaşarak ayrılırsınız. Kırsalda işler böyle döner.

Fakat şehirde tam tersi oluyor. Geçenlerde işyerime yakın olduğu için cumaları orada kılmak âdetim olan mescitte birisiyle karşılaştım. Siması tanıdık geldi. Düşündüm. Aynı kişiyi daha önce ikamet ettiğim yere yakın bir camide gördüğümü de anımsadım. O zaman da yüzünü tanıdığım birisine benzetmiştim. (Bu benzetiş sûretinin aklımda kalmasını sağlamıştı.) Sonra bir de sokakta dolaşırken karşılaştığım oldu aynı kişiyle. Bu ardarda karşılaşmalar, tanıdıklık, tevafuk, artık her ne derseniz, bir açıdan beni rahatsız etti. "Neden hep bu adama denk geliyorum?" diye kendimi sorguladım. Hani peşine düşülecek bir iş eylemiş olsam daha kötü çıkarımlar da yapardım. Ne bileyim: "Polis" derdim. "Kandavalım" derdim. "Takip ediliyorum" derdim. Ancak bunların hiçbirisi yoktu elbette. Adam sadece benim gibi Avcılar'da oturuyor ve Küçükçekmece'de çalışıyordu.

Sonra bu davranışım memleketteki halimle karşılaştırılınca 'değişik' geldi. Ben değişmiştim. Hem de sessizce. Normalde daha önce görmediğim yüzlere karşı "Bu yabancı da kim?" refleksine sahip olan ben, İstanbul'da yaşadıkça, "Bu tanıdık da kim?" diyecek noktaya savrulmuştum. Kırsalda yabancıyı yadırgarken metropolde tanıdıklığı yadırgıyordum. Sanıyorum, şehir hayatının çok renkliliği içinde yine, yukarıda zikrettiğim 'alışkanlığın ikinci bir fıtrat haline gelmesi' durumu ile karşı karşıyaydım. Gördüklerimin hep yabancılar olmasına o kadar alışmıştım ki artık tanıdık görsem tuhaf buluyordum.

Buna benzer birşey başka alanlarda da yaşanıyor bende. Çok sık aksiyon filmi izlediğimde daha sanatsal ama yavaş yapıtları izlemekte zorlanıyorum. (Sadece filmleri mi? Hiç de öyle değil. Bir seminer kaydını izlemek bile eziyete dönüşüyor.) Sanki ekran karşısında bana işkence ediyorlar. Koltuğumun altına çivi koyuyorlar. Ancak aralar vererek, hatta bazen günlere bölerek, bir belgeseli baştan sona izleyebiliyorum. Bu durum da bir alışkanlık değişimi meselesi aslında. Aksiyon filmlerinin beni alıştırdığı hareket düzeyi diğer filmlerde bulunmadığından fıtratım onu yadırgamaya başlıyor. Yeni bir alışkanlık kazanıyorum. Her yeni alışkanlık normal olan birşeyi kaybetmeme neden oluyor. Daha doğrusu fıtratım sandığım şey fıtrî olanı yadırgıyor.

Gençlerin gündelik yaşamla veya ebeveynlerinin yaşadığı hayat düzeyiyle ilişkilerine zarar verenin de bu olduğu kanaatine vardım. Medyada sürekli görülmekle ve edinilmekle değişen alışkanlıklar, hayatta aynısını bulamayınca, normalle çatışmayı netice veriyorlar. Uyum sağlayamıyorlar. Doğal olduğuna inanılan uyum aramaz çünkü. Kendisini norm olarak dayatır. Alışkanlıklar ile fıtratların savaşı bu.

İzlediği aşk dizilerindeki kızların bir kez bile bulaşık yıkamadığını, kilo almadığını, saçlarının/makyajlarının bozulmadığını gören genç hanımların veya farklı benzerlerinin gören genç erkeklerin bununla bir alışkanlık bağı kurması normal. Görmeye alıştığını hayatta araması da normal. Doğal olanın bu olduğunu düşünüyor çünkü. Bir noktadan sonra da kendi yaşadığı hayat kendisine bir anomali olarak görünmeye başlıyor. Hayatıyla savaşıyor. Kendi hayatının yabancısı oluveriyor. Fıtratın çürümesi de böyle birşey. Alışkanlığın fıtrat olarak görüldüğü yerde fıtrat ister istemez anomali veya delilik veya gerikafalılık rolünü üstleniyor. Mürşidimin ahirzaman fitnesi hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' ifadesi şimdi daha hikmetli benim için. Evet, biz alışkanlıklarımız açısından, babalarımızdan çok modernitenin çocuklarıyız.

Dinî açıdan bakınca da mesele az-çok böyle. Eskiden rüyalarda bile görülmeyen şüphelerin modern zamanda kucağımıza birbiri ardınca düşmesi tuhaf mı? Bence değil. Her fıtrat düzeyi kendi sorularının annesidir. Normallerin değişmesi anormalliğin yeniden tayinini de içerir.

Ve evet, 1400 yıldır İslamî gelenek, alışkanlık, anane, örf, sünnet vs. ile yaşayan bir milletin, bütün bunları anomali olarak tayin eden bir fıtrat düzeyine çeşitli alışkanlıklarla/alıştırmalarla erişmesi, daha önce sormadığı soruların da ortaya çıkmasına neden oldu. Hadislerin inkâr edilebileceği fikri buradan beslendi. Kur'an'daki 'anlamı bugünün insanına pek hoş gelmeyen' kelimelerin yeniden tefsire tâbir tutulup 'daha az rahatsız edici' yenilerinin yerine konması bu alışkanlığın sonucuydu. Hatta, mürşidimin eserlerinde üzerinde çoklukla durduğu, tekrarat-ı Kur'aniyenin lüzumsuzluğa hamledilmesi meselesi bile, işte benim başta altını çizdiğim, sıradışı olanın normalleşmesiyle ilgili birşeydi.

Öyle ya. Hayatının her anının farklılıklar, hız, hareket, kalabalık, yenilik, sıradışılık üzerine kurgulu olduğu modern dünyada tekrar, tanıdıklık, yavaşlık, aynılık, tevafuk veya en genel manada 'aynılığın hikmeti' anlamını yitirirdi. Bir kere okuduğuna bir daha dönüp bakmayan, bir giydiğini bir daha giymeyen, bir yediğini bir daha yemeyi zul gören bugünün insanının ölene kadar tekrar tekrar okunan ve içinde de tekrarlar bulunan bir Kitab'ı normal görmesi mümkün olabilir mi? İşte memleketime kısa ziyaretimden aldığım bir ders daha. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi alışkanlıklarını fıtratı sananlardan eylemesin. Âmin.

Monday, July 3, 2017

Bu gürültüyü biz istedik

Korkmayalım. Üzerimize üzerimize gidelim. Yaralarımızı deşelim. Tekrar be tekrar duvarlarımıza çarpalım. Kanatalım. Rahatlayalım. Aynı cansıkıcı cümleleri yazalım. Mutsuz da olalım. Fakat kendimize numara yapmayalım. En çok buradan kaybediyoruz. İnsan bir kere kendisine numara yapmaya başladı mı arkasını toplamak zor oluyor. Çünkü yalanın en zor farkedileni o. Neden böyle? 'Olmak istediğin şeyi' veya 'olman istenen şeyi' olduğun şey gibi görüyorsun. Arzuladığın hakikatinmiş gibi dile geliyor. Ne acı bir gönül aldatmacası. Arzuyla hakikat aynı giysiye büründü mü ikisini ayırmak zordur. Adım adım kendinle aran açılır ama sen bunu bilmezsin. Hakikatinden başka birşey olursun.

Geri de dönemezsin. Dönecek zaman kalmaz çünkü. Hem senin ayaklarında yolu tekrar alacak güç kalmaz. Ağır ağır olursun. Sızısı da yavaş yavaş birikir. Turist Ömer'in dediği gibi: "Vicdan azabı gibi peşimdesin." Küçük bir cansıkıntısı hayatının fon müziğidir. Her an hafiften çınlar ama gürlemek için boşluklarını arar. Yalnızlığını kollar. Bozuk bir musluktan ağlayan damlaların sesi gibi. Gece olup tüm sesler kesildiğinde onun gökgürültüsü işitilir.

Duymamak için iltifatlarla meşgul olursun. Daha çok gürültü istersin daha çok. Daha çok yetmeyince de daha daha çok. Kibir buradan doğar. Kibir aslının çağrısını duymamak için meşgul olmak istediğin gürültüdür. Muhtaçsın bu gürültüye. Arzularsın bu gürültüyü. 'Mış gibi' yaptığında gelen iltifatlarla. Arttığını görürsün. Daha çok 'mış gibi' yaparsın. Ne de olsa harekettir.

Hareket de bir sarhoşluktur. Dikkati azaltır. Gürültü de bir sağırlaşmadır. Seslerdeki mesajı şiddetiyle yokeder. İnsanlar sever de belki bu 'mış gibi' halini. Daha da kötüleştirir bu durumu. Boğulursun. En kötüsü: Arzuladığın şey içinde boğulursun. İnsan boğulmayı kendisi arzuladı mı onu kurtarmak güçleşir. İntiharından haberi olmayanı kurtarmak daha zor değil midir?

Kendi içindeki tekinsizlik insanı dışındaki şahitleri arttırmaya zorlar. Kişi içine doğru düşüyorsa dışına daha fazla tutunur. Eğer yalancı olmadığınıza kendiniz inanmıyorsanız daha çok şahit istersiniz doğruluğunuzu savunacak. Güzelliğinize inancınız zayıfsa daha sık güzel bulunmak iyi gelir. Bir de şu açıdan düşün: Tesettür güzelin özgüvenidir. Örtmekle değişmeyecek olana güveniştir o. Mürşidimin "Cesaretin menbaı imandır!" derken dayandığı hakikat de belki budur.

Eğer yeterince inansaydın cesaretle de savunurdun. Hatta onu savunmak 'savunmak' gibi de gelmezdi. Savunmadan savunurdun. Doğal birşey olurdu. 'Olması gereken şey' olurdu. Tıpkı dünyanın yuvarlak olduğunu söylemek gibi olurdu. Tıpkı yerçekiminin varlığını konuşmak gibi. Aksini söylemenin imkansızlığı, senin bu imkansızlığa duyduğun inanç, inandığını ifade ederken doğallığa dönüşürdü. İspatta abartıya kaçmazdın. Fellik fellik delil aramazdın. Sözü çoğaltmazdın. Doğallıktan gelen bir cesaret bulurdun. Saçların öyle güzeldi ki mesela açmanı gerektirmezdi. Her vakit ispatı gerekmezdi.

Yazmaya yeni başladığın zamanlarda 'yazabildiğini' duymaya çok ihtiyacın vardı. O yüzden aradın başkalarının ilgisini bu kadar. Bu kadar çok göze 'görsün' diye bakman içindeki zayıflıktandı. Zaman geçti. Zamanla geçti. Zayıflıklar (en azından bir konuda) azaldı. Önemsememek karizmatiktir. Aldırmazlık içinde bir kuvvet var. Aldırmazlık içinde aylak olmadığını gösterir. Aldırmamaya başladıysan denizin karar buluyor demektir. Bunu şimdi hissediyorsun.

Deniz karar buluyor. Ancak bu sefer de kendini motive etmekte zorlanıyorsun. Önceden iltifatların ardında saklı olan menfaatin bir motivasyon aracıydı. Gürültüyü arttırmakla mutlu oluyordun. Nihayetinde bir varlık artımıydı. Elinde değildi ama umuttu. Onlardan vazgeçmeyi bir derece öğrendin. Kafan duvarlara çarpa çarpa öğrendin. İsteye isteye ama verilmeye verilmeye öğrendin. Sevmeye de başladın. Fakat şimdi seni kim heyecanlı kılacak?

Arzu ettiğimizin hakikat olmadığını kabullenmemizin bedeli arzularımızın elimizden alınması. Nefis umduğu menfaatin gelmeyeceği yere motive olamıyor. Bu bizi durgunlaştırıyor. Tutuşumuz zayıflıyor. Tutunuşumuz azalıyor. Hayatın boşlukları daha görülür oluyor. Hareket ederken bu kadar görmezdik. Hızla hareket eden süratinden gelen bir yükselişle boşlukları aşabilir. Şimdi yavaşladık. Ayaklarımızın altında daha çok risk var.

Hayatımızı adadığımız dünyevî şeyler o kadar önemsiz gelmeye başladı ki bu sefer de yüzeyde yeterince kalamamaktan korkuyoruz. Arkadaşım, bu sözüme hakver, şu boğulma korkusu baştan gitmiyor. Sadece deniz değişiyor. Leyla'nın gözlerinden kaçıp Mevla'ya sığınıyorsun. O da bir deniz ki sonsuz. Ona dalıyorsun. Boğulmaya korktuğumuz denizlerden kaçmak için boğulmayı seveceğimiz denizler arıyoruz. Kalmayı katlanılır kılacak nedir? Yüzeyde kalmayı nasıl başaracağız? Bunun da cevabını bulacağız elbet. Kalmaya değer birşeyler ortaya çıkacak. Eğer severek kalamazsak inadına kalacağız. İnad da en az menfaat kadar bizi hayata bağlayacak. Bir yolunu bulacağız.

Arnavut Metin'e ben "Diamond Tema olamazsın!" demedim

Hikâye o ya. Adamın birinin pek hayırsız bir oğlu varmış. Edepsizliğinden ötürü babası "Sen adam olamazsın!" dermiş. Bizimkine de ...