Thursday, August 24, 2017

Kaderle barışmanın bir yolu var mı?

"Kaçırılmış fırsatlar bir süre sonra aşk tadı alır." Murathan Mungan, Aşkın Cep Defteri'nden.

Bazı şeyleri geçmişte bırakmak öyle zor ki. Özellikle bugününüzü etkilemeye devam ediyorlarsa. Bugünümüzü etkilemeye devam eden (veya oluşturduğu dalga geri alınamayan demeliyim) seçimlerimiz arkada bırakılmıyor. Sebep olduğu her yeni kırılmada tekrar hatıra geliyor. Tekrar can yakıyor. Tekrar kan akıtıyor. Onlarla barışabilmenin bir yolunu şimdilik bulamadım. (Bazı tedavi denemelerini ise aşağıda zikredeceğim.) Çünkü bunların bir kısmı benim seçimlerim de değildi. Evet, seçtim, ancak ikinci ihtimale açık kapı bırakılmayarak. (Acaba hakikaten öyle miydi?) İtilerek. Mecbur bırakılarak. Hal böyle olunca onları kendi seçimlerim olarak görüp sorumluluğu üzerime almam da mümkün olmuyor. Başkalarını suçlamaya devam ediyorum.

İnsan bir şekilde kendi hatalarıyla barışmanın yolunu bulur. Çünkü kendisine karşı hüsnüzan sahibidir. Anlayışlıdır. Hoşgörmeye meyyaldir. Hatta, bir noktadan sonra, aptallığından yaşadığı mahrumiyetleri iradeli seçimlermiş gibi göstererek hava bile atabilir. (Acısı yokedilemeyen şeylerin acısıyla hava atılır.) Fakat bir başkasının bizi mecbur ettiği seçimlerde bu anlayış kalmıyor.

Biraz bastırıyorsunuz üstünü edeben. Kötü şeyler denmesin hakkınızda diye tutuyorsunuz içinizi. Duvarlara söyleniyorsunuz. Ama ebeden tutmaz ki bu taş altındakileri! "Bir yol bulmalı!" diyorum o zaman. "Bir yol bulmalı! Yoksa bu emrivakiler beni kötü bir adam yapacak. Geri dönüşü mümkün olmayan şeyleri düzeltemeyişimin hırsını sevdiklerimden alacağım."

Kadere iman etmeyen işte bu yüzden zalimleşiyor. Kadere iman içimizdeki firavuna direnişin başlangıç noktasıdır. Zalimliğin bizdeki ilk engelidir. Yaşadıklarınızın yaratılışını sebeplerden aşkın birşeyle (özellikle de dişinizin kesmediği birşeyle) bağladığınızda etrafınızdakileri haksızca suçlamayı kısmen terkedersiniz. Çünkü resmin büyüklüğünün yükü beşerî omuzlardan aldığını görürsünüz. Mazlumunuzun çapı bu organizasyonun sorumluluğunu kaldıramaz.

Kaderi de denedim. İş kadere geldiğinde elbette akan sular duruyor. Nihayetinde bu seçimlerin hepsi bir takdirden geçti. Planlar üstünde bir plan vardı ve elbette yollar beni en nihayet oraya götürdü. Hayatta durduğum yer çok da halinden şikayet edilecek bir yer değil. Elhamdülillah. Ne büyük sıkıntılar yaşayanlar var. Kendisinin gram payı olmayan savaşlar için ülke değiştirenler var. Sakat kalanlar var. Arakada bırakılmaz acılar çekenler var. Ancak, benim de, onların da düğümümüz aynı sanki. Eğer dışımızda gelişen ve bizim de dahil edildiğimiz şeylerle barışmanın bir yolunu bulursak huzura ereceğiz. Bunu nasıl yapacağız?

Nietzsche Ağladığında'da bunun bir çözümünü gördüm sanki. İzah etmeyi denersem: İnsan, geçmişindeki böyle şeylere, yani kaçırılmış fırsatlara, onları 'en güzel' olarak kurguladığı için âşık oluyor. Uzaklaştıkça da bu kurgu güzelleşiyor. (Uzaklık nesnedeki kusurları 'görünmez' veya 'daha az görünür' yapar.) Bunu bir örnek üzerinden konuşmak daha doğru. Öyle yapalım. Sözgelimi: Sevdiğiniz kızla/erkekle evlenemediniz. Bu ihtimal artık sürekli kanıyor.

Pişmanlıklar zamana bırakılmış ayraçlardır. Akıl geçmişi her eline aldığında kitabınız oradan açılır. Tenimizdeki yaralar zaman geçtikçe kurur. Kanaması azalır. Pişmanlıklar öyle değildir. Ruhun, bedenin hilafına, sonsuz olduğunun bir kanıtını da burada buluruz: Ruhun yaraları da lezzetleri de kalıcıdır. Ve siz, bir yandan kendinizi, bir yandan o ihtimali büyütmeye başlarsınız. Hayal büyüdükçe güzelleşir. En nihayet, öyle bir hal alır ki, kaçırılmış koca bir alternatif hayat gibi birikip önünüzde durur. Bugününüzü binbir 'keşke' tasavvuruyla taciz eder.

İçimizde bir Deccal var. Sahte cennetleri ve cehennemleri olan bir Deccal. Onun ahirzamanda başaracağını içimizde başarıyor. Bizim sahte cennetimiz de bu. Hayalimizde büyüyen şu alternatif hayatlar! Kurgusu yanıltıcı. Çünkü tek gözlü. Çünkü adaletsiz. İhtimallerin en iyileri seçilerek oluşturuldu. Kötülerine hiç bakılmadı. Bu alternatif hayat adeta tenzih edildi. İşte, Nietzsche Ağladığında kitabında, bu derde bir çözüm olarak şu kötümserci yöntem öneriliyor:

Kurgularken ihtimallerin, en iyilerini değil sadece, kötülerini de seçin. Onlarla da alternatif gelecekler düşleyin. Pesimist felsefenin dokunduğu dane-i hakikat de bu sanırım. Hayalin ilüzyonuna karşı bir uyanış bu tutum. Yine 'kavuşamadığımız kişi' örneğinden gidelim. Ya bu kişiyle vuslata erdiğimizde hayat daha kötüye gitseydi? Ya hayatınızı birleştirdikten sonra ayrı dünyaların insanı olduğunuzu anlasaydınız?

Ya şimdikinden beter mutsuz olsaydınız? Bunlar da ihtimal. Hem de ötekiler kadar sahiciler. Hatta ötekiler kötülüğün gidebileceği nokta hakkında bir kayıda sahip değilken, gerçek, bu konuda bir sınıra da sahiptir. Yaşadığımız şey yaşadığımızdan daha kötü olamaz. Ama hayalî seçimlerimiz kötülükte daha derinlere ulaşabilir. Seçilmeyen şıkkın kötü yanlarını hatıra getirin bu şekilde. Bu kötü gelecek düşüncesi, sizi, hayalinizin azabından bir derece kurtaracaktır.

Şunu söylemek istiyorum: Seçtiğiniz şıkkın hayatınızı bugünden daha iyi bir yere götüreceği sadece bir yanılsama. Bir kurgulama. Bir cennet hayali. Belki de öyle olmayacaktı? Belki de o şıkkı seçmeniz sadece bugününüzü değil ahiretinizi de yakacaktı. Belki, şimdi bir kere mutsuzsanız, o zaman bin kere mutsuz olacaktınız. Belki... Belki... Belki biraz da bu yüzden, hayal ettiğimiz kurguların kötü bir sona evrildiğini öğrendiğimiz zamanlarda, o hayalin peşini hemence bırakırız. Kaçırdığımıza üzüldüğümüz otobüslerin kaza yaptığı haberi tüm 'yeterince çabuk davranamama' pişmanlıklarını uçurur.

Fakat bir saniye... Aynı misali kullanmayı terketmeyelim. Mesela: Âşık olduğunuz insanın bir kötü yanı, ilerde başkasıyla kurduğu yuvada ortaya çıkarsa/çıktığında ve siz de bunu duyduğunuzda 'kurtarılmışlık' duygusu içinde şükretmez misiniz? Veya tatile gidemediğiniz bir yerde deprem olduğunda. İşte, biz aslında, bize yaşatılan gerçeklik sayesinde ihtimal halindeki birçok kötülükten de kurtarılmış oluyoruz. "Ne kadar az şükrediyorsunuz?" ayeti belki bu 'sonsuz ihtimallerin çilesini' de hatırlatıyor bizlere...

Hem mürşidim de şöyle demiyor mu: "Evet, nimette kendinden yukarıya bakıp şekvâ etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki, şükretsin."

Bu cümlelerin altında verilen harika bir minare örneği de var. Ancak uzun olduğundan yazıya eklemeyeceğim. (Belki siz bir nazar edersiniz.) Demek mesele kendinden kötüye bakmayı bilmekte... Ancak biz bu 'kendinden kötüye bakma' işini sadece başkalarının hayatlarında yaşarız. Kendi hayatlarımızı düşlemeyiz. Halbuki hayatlarımızı da 'daha kötü ihtimaller' üzerine çalışabilmeliyiz.

Kaderden razı olmak, hem Allah'ın yaratışı olduğu için razı olmak, hem de gerçekleşmeyen ihtimallerin daha iyiye gideceği yönünde hiçbir garantinin olmayışından dolayı razı olmakla ilgilidir. 'Olmamışların hep güzele gittiği' yerde 'olmuşlar' elbette onlarla başa çıkamaz. Bu kem huyu bırakmalıyız. İçimizdeki Deccal bizi şükürsüzlüğe şu araçla itiyor. Lütfen, siz de benim gibi yapın, ara sıra seçilmeyen şıkların gidebileceği muhtemel kötü senaryoları da çalışın. Belki de hayalgücünün bize verilmesinin hikmetlerinden birisi de bu: Yaşananın ihtimallerin en iyisi olduğunu görebilmek. Kaderden böylece razı olmak. Geçmişle en nihayet barışıp geleceğe kavgasız bakabilmek...

Tuesday, August 22, 2017

Unutulmamak yokluğun varlığıdır

Herkesin işe yaradığını hissetmeye ihtiyacı var. Bir hikmet ile gönderildiğimizi hepimiz seziyoruz. Sezgi nedir? Sezgi içimizin bizden önce bilmesidir birşeyleri. İçimiz bizden önce biliyor. Hikmet yokluğunda çektiğimiz azaptan biliyoruz. Bir işe yaramamız lazım. Kendimizden aşkın birşeyin parçası olmamız lazım. Bir amacımız olması lazım. Bütünsüz parçaya huzur yok. Peki nasıl bir işe?

Gözümüz yükseklerde... Varlığımızın tüm kainat için bir anlam ifade etmesini isteriz elimizden gelse. Öyle ki, biz olmasak, kainat hayıflansın. "O olsaydı herşey tamam olacaktı!" desin. Yüzü asılsın. Tadı kaçsın. Canı sıkılsın. Mutsuz olsun. Varolsun ama varolmuş gibi de hissetmesin. Yoksunluğumuz kalıcı bir yokluğa dönüşsün onda. Eksik kalsın. Böyle önemli olmak istiyoruz.

Hem ya varlığımızın ebedî olmasını yahut da yokluğumuzun unutulmamasını istiyoruz. (Unutulmamak yokluğun varlığıdır.) Ama yokluğumuzun unutulmadığını da bir yerlerden görebilmeliyiz. Bu ne demek? Arzumuzda yalan var demek. Demek yokken de varolmak istiyoruz. Yine şahit olmak istiyoruz yokluğumuza. Yokluğumuza ancak şahidi olarak katlanabiliriz. O da eğer unutulmayacaksak...

Peki ya unutulacaksak? Ardımızda varlığımızı hatırlatan iz/izler kalmayacaksa? O zaman ne yaparız? Eğer unutulacaksak gerçekten yokolmak 'mış gibi yokolmak'tan bin kere evladır. Çünkü yokluğumuzu izlemek de azap olur. Mürşidimin tabiriyle bu bir 'zeval-i lezzet'tir. Sonra hep elem verir. İbrahim Erkal'ın da dediği gibi: "Unutulanlar unutanları asla unutmaz." Lezzet bizi unutur. Mutluluk bizi unutur. Neşe bizi unutur. Yokmuşuz gibi varlığına başka varlıklarda devam eder. Fakat biz tattığımız güzellikleri asla unutmayız. Maşuk âşıkını unutur. Âşık maşukunu unutmaz.

Cehennem ehlinin tadacağı azaplardan birisinin de bu olacağına inanıyorum. Dünyada o kadar önemli şeyler yaptıklarını düşünenler, yokluklarının büyük boşluklar doğuracağını kuranlar, onlar yokken varlığın daha eksiksiz olduğunu görecekler. Cennet onlara, yokluklarında bir varlığın, varlıklarındaki bir varlıktan daha güzel olduğunu gösterecek. Bu kimbilir onlara kendilerini ne kadar kötü hissettirir? Biz de kötü hissetmez miyiz?

Çocukken bensiz oynanamayacağını düşündüğüm oyunlardan mızıkçılık ederek (Sivas'ta biz buna 'horlamak' deriz) ayrı düştüğümde kendimi çok kötü hissederdim. Çünkü bensiz de oynanırdı o oyunlar. Herkes bensiz de gayet mutlu olurdu. Fakat ben içlerine dahil olamazdım. Mutluluk benim varlığıma ihtiyaç duymazdı. Yıkılırdım. Fakat hiçbirşeyi kendisine şart koşamazdım.

İnsanların sizsiz mutsuz olduğunu görmek de bir mutluluktur. Bu yüzden küseriz sevdiklerimize. Onların mutsuzluğundan bir keyif alırız. Annesini üzdüğünü düşünen çocuk bir keyif alır. Eşini üzebildiğini düşünen bir kadın/erkek keyif alır. Dünyayı eksik bırakabildiğimiz düşünerek keyifleniriz. Bu bize kendimizi önemli hissettirir. Ancak bütün bu ilüzyonların dağıldığı bir yer olacak.

Sevdiklerimizin bizim eksikliğimizi hissetmedikleri bir yer. Varlığın bizsizken daha mutlu olabileceği bir yer. Mutsuzluğun yükünün tamamen üzerimize kaldığı bir yer... Öyle bir yer olacak. Mızıkçılık yapanın biz olduğumuzu bileceğiz o zaman. (Allah korusun.) Oyunun içinden çıkmayı biz istedik. Olmazsa olmaz değildik. Samed olan, yani herşey ona muhtaçken hiçbirşeye muhtaç olmayan, oydu. Cehennem ehline bakarak bir ders alacaksa, ehl-i cennet, o da bu olmalı: Biz Allah'a kul olmakla şeref bulduk. Ona küsenler varlıkta hiçbirşeyi eksik bırakamadı.

Saturday, August 19, 2017

Demet Akalın tevhide nasıl delil olur?

Bazı şeylerin bilinmek için kıyasa ihtiyacı var. Uyumsuzluk ortaya çıkana kadar uyum kendini göstermez. "Herşey zıttıyla bilinir." Tasavvuf büyüklerinin ilahî aşkı öğrenmek isteyen mürit adaylarına "Daha önce hiç sevdin mi?" diye sormaları boşuna değil. Sevmeyi öğrenemezsin. Ama daha önce sevmişsen daha doğru birşeyi sevmeyi öğrenebilirsin. Hem daha önce sevmişsen kesinlikle yanmayı da öğrenmişsindir. Allah'tan başkasını sevmek her daim yakar çünkü.

Her neyi sevsen yakar. Tatmin etmediğinden yakar. Doyuramadığından yakar. Karşılığını bulamadığından yakar. "Kalpler ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur!" buyuruyor Kur'an. Boşluğun öğretmenliği diyorum ben buna. Fakat en nihayet 'tatmin olmamayı' da öğrenmelisin. Boşluğa ihtiyacımız var. Şekeri bilmek için bibere ihtiyacımız var. Daha önce düşmüşsen, düşmenin korkusunu tatmışsan, ondan kaçıyorsan yani, mürşid sana 'sapasağlam bir kulp'a tutunmayı öğretecek. Büyük ateşi o küçük ateşin kıvılcımından tutuşturacak. Potansiyeline ihtiyacı var. Potansiyelinin tetiklediği boşluğa ihtiyacı var. Bir kere de olsa tatmış olmalısın o sevgiyi ve yoksunluğundan gelen karanlığı. Kaçıyor olmalısın.

Mürşidimin, değil yalnız ifade ettiği güzel mana için, biraz da içerdiği ahenk için pek sevdiğim bir cümlesi var. Bize varlığın uyumunu sesler üzerinden anlatıyor. O da şudur: "Havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevaz." Ben bu cümleyi okuduğumda ister istemez memleketimin akşamlarına gidiyorum. Kulağımın varolmaktan mutlu olduğu sessiz gecelere.

Aldığım dersin özeti şu: Evet. Anlam uyum. Manidarlık uyumla mümkün. Ve o sessizliğin sesinde hiçbir uyumsuz nota yoktu. Onlarca gece hayvanının, rüzgârın, dalların, otların ve böceklerin seslerinin birbirine karıştığı o şeye bu yüzden 'sessizlik' diyordum. Sessizlik aslında kulağımın uyumuna itiraz etmediği seslilikti. Farkettiğim 'intizamsızlıkları içindeki kemal-i intizam'larıydı.

Şöyle de denebilir belki: Doğada mutlak bir sessizlik yoktur. "Hiçbirşey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin..." ayeti bu hakikati de kulağımıza fısıldar.

Yaşadığım mutlak bir sessizlik değildi. Zaten mutlak bir sessizliğe insan dayanamaz. Mutlak sessizlik yokluk kokusu ve korkusudur. Varını yokunu şaşırır insan onda. (Patlama sahnelerinin ardından, yaşanan şoku anlatmak için, bazı filmlerde kullanılan birkaç saniyelik mutlak sessizlikleri hatırlayalım.) Çünkü nihayetinde ses dediğimiz şey de varlık/yaratılış habercisidir. Mürşidim bu sadedde der: "Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur, 'Ben de varım' derler."

Bize seslenen herşey öncelikle bizi varlığından haberdar eder. Bizi yalnızlıktan kurtarır. Bize yardım eder. Varlığının niteliğini yanımıza gelmeden haber verir. Ve biz varlıklarından, sırtımız onlara dönükken bile, böylece haberdar oluruz. Bu haberle mutlu oluruz. Yalnızlıksa elemdir.

Parça bütünden kopabileceğini mi sanır? Yahut Kur'anca soralım: "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?" Beşer büyük bir kaderin parçasıdır. Büyük bir planın parçasıdır. Büyük bir yaratışın parçasıdır. Bunu içten içe bilir her insan. Ait olmayı sever. Farkedilmeyi sever. Farketmeyi sever. 'Cemal ve kemalini görmeyi ve göstermeyi' sever. Yalnız varolamaz bu yüzden. İnsan şahitsiz varolamaz. Yalnızlığın varlık şekli insanı tatmin etmez. Şahitliğini yarım bırakır.

Sesler bize lazımdır. Hem 'kulak' göz gibi de değildir. Arkası yoktur. Bakmadığı yön yoktur. Görüşü gözden daha kuşatıcıdır. Sesler bakmadığımız yerlerden bile dikkatlerimizi çekerler. Onlara odaklanmazken bile onları dinleriz. Bir çocuk annesinin ninnisiyle uyumayı neden takıntı haline getirir? Çünkü ses, gözlerini kapadığında bile, annesinin varlığından haber verecektir. Ninniler onu gözlerinin mahkûm olduğu mecburiyetten kurtarır. Annesi gözünün dikkat seviyesinde tutmak zorunda kalmaz. Ona bakmaz. Gözleri huzurla kapanır.

Seslere ihtiyacımız var. Yoksa dikkatimiz çok yorulur. Hem kalbimizi uyku tutmaz. Fakat seslerin de bir ahenk içinde olması gerekiyor. Beşerî seslerin uyumsuzluğu aslında bir yönüyle tevhidin delilidir. Eğer bu musikînin yaratıcısı bir olmasaydı bu kadar enstrüman uyumla çalamazdı/çalışamazdı. Binlerce canlının aynı anda sesler çıkardığı bir vadiye bakarken kulaklarınız cennetimsi bir huzur duymazdı. Nesne çoğaldıkça sesler azap olurdu.

Avcılar meydanında oturup insanları seyrederken şunu düşünüyorum bazen: Bu gürültü, bu uyumsuzluk, bu işkence Allah'a aynalığımızdır. Nasıl ki, acizliğimizle onun kudretine ayna oluyoruz, gürültümüzle de yaratışındaki uyuma ayna oluyoruz. Zıttın aynalığı böyle olur. İki mağaza arasındaki bir havuz kenarında otururken kulaklarınızı tırmalayan Demet Akalın ve Hadise şarkıları, onlar arasındaki uyumsuzluğun şiddeti, kafanıza yaptığı işkence, bir vadi dolusu canlıda Allah'ın yarattığı mucizeyi bütün ihtişamıyla gösteriyor.

Doğada birbirini tutmayan ritim yok. Bütün davulcular bir nizamdan haberli gibi çalıyor. Bu seslerin birbirinden haberi var. Var ki birbirlerinin kuyruklarına basmıyorlar. Asla ahenklerine zarar vermiyorlar. Birbirlerinin frekanslarını ezmiyorlar. Şarkıları hoş. Orkestraları muntazam. Kulak her birinden yarı bir lezzet alıyor. Tıpkı yetmiş hulle içinde ilikleri görünen bir cennet hurisi gibi. Renk rengi, güzellik güzelliği, ritim ritmi bastırmıyor.

'Tevhidin ses delili' diyorum ben buna. İşte, modern zamanların iki popstarı veya iki modern putu ('pop müziğin ilahesi' diye magazinciler söylüyor) nasıl da uyumsuzluklarıyla sırıtarak şu ayet-i kerimeyi tefekkür ettiriyorlar: "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların düzeni) kesinlikle bozulup gitmişti." Amenna! Şimdi ben, meydanda çektiğim çileyle, bu ayetin yaşayan bir şahidi değil miyim? Elbette öyleyim. Belki de böylesi rahatsızlıkları da şu dersi almak için yaşıyorum/yaşatılıyorum. Rabbim bana bununla şunu öğretiyor: İnsan kainattaki uyumu görünür hale getirmek için varlığa çıkarılmış bir uyumsuzluktur.

Monday, August 14, 2017

Aynılığın hikmetini yitirirken...

Nefis, sıradışı olana müptela olmaya görsün, artık neyi öncekine benzetse, horgörür. "Alışkanlık ikinci bir fıtrattır." Bu cümleyi yazılarımda tekrar tekrar anıyorum ki tehlikesi anlaşılsın. Çünkü birşeyi fıtrattan saymak, bir açıdan, artık onun avukatı olmaktır. Böyledir: İnsan doğal olduğuna inandığı şeyin gönüllü avukatıdır. Onun 'olması gereken' ve hatta 'olmazsa olmaz' olduğunu düşündüğünden yapar bunu. Buna içtenlikle inanır. Hatta 'aksinin mümkün olabileceğine ihtimal vermez şekilde' inanır. Tüm sorgulamalara karşı kapanır. İşte, biraz da bu nedenle, yukarıdaki cümle önemli bir tehlikeden haber veriyor bence. Alışkanlıklarımızı fıtrat sanma tehlikesinden...

Fıtrat, Fâtır olan Allah'ın bizi üzerine yarattığı şeydir, özümüzdür. Zarar vermesek akacağımız yöndür. Yerine kullanılması çok doğru değil ama kolay anlaşılır kıldığından vazgeçmeyeceğim: Fabrika ayarlarımız gibidir fıtratımız bizim. Yanlış seçimler alışkanlık haline dönüştürülmediği sürece içimizden onun hakikatli sesini duyarız. Ancak alışkanlıklar fıtratın hakikatli sesini yaralar. Birşeyi sık yapmak, hep yapmak, hep öyle yapmak, bir noktadan sonra benliğimize şunu sordurur: "Bunu, ben öyle seçtiğim için mi böyle yapıyorum, yoksa bu benim fıtratımda mı var?" İşte vahyin kurtarıcılıklarından birisi de burada imdadımıza yetişir.

Gerek Kur'an'ın gerek sünnetin bize ilettiği 'vahyî bilgi' sayesinde varlık fabrikamızın sahibi Fâtır'ımızın bizimle gönderdiği 'kullanım kılavuzuna' ulaşırız. Alışkanlık haline getirmekle karıştırmaya başladığımız şeylerin aslı ne imiş öğreniriz. Günah olanın alışkanlık olabileceğini ama fıtrat olamayacağını anlarız. İçki içmek bir alışkanlık olabilir. Hatta sahibinde karşıkonulamaz sanılan bir müptelalığa dönüşebilir. Fakat içki içmek fıtrattan olamaz. Çünkü haramdır. Allah'ın haram kıldığı şey fıtrattan sayılamaz. Ayarları hakkında sonsözü fabrikanın sahibi söyler.

Bu noktada ikinci bir turnusol da yokluğunun yaşattığı yoksunluktur. Alışkanlık haline getirilmiş günahların yoksunluğu sahibinde sadece arzulama yönünde bir yokluk yaşatır. Veya zevk açısından bir yoksunluk hissettirir. Fakat fıtrî olanın terki hayatın sonlanmasına neden olabilecek bir zararı tetikler. İçki içmeyen insan ölmez. Ama su içmeyen insan ölebilir. Zaruretlerin haramları helal kılması da tam bu noktada hükmünü icra eder. Sıvı almasan öleceğin bir noktadaysan, ölmeyecek kadar, içinde alkol de bulunan bir sıvıyı tüketebilirsin. Ancak su içmekten zarar görecek bir noktadaysan (sözgelimi miden yaralıysa) az bile olsa su içemezsin.

"Şimdi bu fıtrat-alışkanlık meselesi nereden çıktı?" derseniz, arzedeyim: Geçenlerde memleketime kısa bir sıla-i rahim yaptım. Bu ziyaretim esnasında, eskiden benim de huyum olan, ancak uzun yıllar İstanbul'da yaşamakla değiştirdiğim bir ex-alışkanlığı farkettim. O da şudur: Yabancılığa dikkat etmiyorum. Aksine tanıdıklığı tuhaf buluyorum. Meseleyi biraz daha açayım: Uzun yıllardan sonra memleketinizi ziyaret ettiğinizde (eğer bu memleket Zara gibi küçük bir yerse) birçok dikkatli nazarın üzerinizde gezdiğini farkedersiniz. İnsanlar yüzünüze daha uzun süreler bakarlar. Sanki yüzünüzle birlikte zihinlerini de tararlar. Bütün bu bakışmalar ve taramalardan bir sonuç çıkmamışsa şöyle bir soruya muhatap olursunuz:

"Sen kimlerdensin canım?" En çok tanındığını düşündüğünüz akrabanızın adını vererek muhabbete başlarsınız. O tanınmazsa başkasına geçilir. En nihayet ortak şekilde aşina olunan bir tanesi bulunur. Muhatabınız sizi zihninde bir yere koymakla rahatlar. Karşılıklı dualaşarak ayrılırsınız. Kırsalda işler böyle döner.

Fakat şehirde tam tersi oluyor. Geçenlerde işyerime yakın olduğu için cumaları orada kılmak âdetim olan mescitte birisiyle karşılaştım. Siması tanıdık geldi. Düşündüm. Aynı kişiyi daha önce ikamet ettiğim yere yakın bir camide gördüğümü de anımsadım. O zaman da yüzünü tanıdığım birisine benzetmiştim. (Bu benzetiş sûretinin aklımda kalmasını sağlamıştı.) Sonra bir de sokakta dolaşırken karşılaştığım oldu aynı kişiyle. Bu ardarda karşılaşmalar, tanıdıklık, tevafuk, artık her ne derseniz, bir açıdan beni rahatsız etti. "Neden hep bu adama denk geliyorum?" diye kendimi sorguladım. Hani peşine düşülecek bir iş eylemiş olsam daha kötü çıkarımlar da yapardım. Ne bileyim: "Polis" derdim. "Kandavalım" derdim. "Takip ediliyorum" derdim. Ancak bunların hiçbirisi yoktu elbette. Adam sadece benim gibi Avcılar'da oturuyor ve Küçükçekmece'de çalışıyordu.

Sonra bu davranışım memleketteki halimle karşılaştırılınca 'değişik' geldi. Ben değişmiştim. Hem de sessizce. Normalde daha önce görmediğim yüzlere karşı "Bu yabancı da kim?" refleksine sahip olan ben, İstanbul'da yaşadıkça, "Bu tanıdık da kim?" diyecek noktaya savrulmuştum. Kırsalda yabancıyı yadırgarken metropolde tanıdıklığı yadırgıyordum. Sanıyorum, şehir hayatının çok renkliliği içinde yine, yukarıda zikrettiğim 'alışkanlığın ikinci bir fıtrat haline gelmesi' durumu ile karşı karşıyaydım. Gördüklerimin hep yabancılar olmasına o kadar alışmıştım ki artık tanıdık görsem tuhaf buluyordum.

Buna benzer birşey başka alanlarda da yaşanıyor bende. Çok sık aksiyon filmi izlediğimde daha sanatsal ama yavaş yapıtları izlemekte zorlanıyorum. (Sadece filmleri mi? Hiç de öyle değil. Bir seminer kaydını izlemek bile eziyete dönüşüyor.) Sanki ekran karşısında bana işkence ediyorlar. Koltuğumun altına çivi koyuyorlar. Ancak aralar vererek, hatta bazen günlere bölerek, bir belgeseli baştan sona izleyebiliyorum. Bu durum da bir alışkanlık değişimi meselesi aslında. Aksiyon filmlerinin beni alıştırdığı hareket düzeyi diğer filmlerde bulunmadığından fıtratım onu yadırgamaya başlıyor. Yeni bir alışkanlık kazanıyorum. Her yeni alışkanlık normal olan birşeyi kaybetmeme neden oluyor. Daha doğrusu fıtratım sandığım şey fıtrî olanı yadırgıyor.

Gençlerin gündelik yaşamla veya ebeveynlerinin yaşadığı hayat düzeyiyle ilişkilerine zarar verenin de bu olduğu kanaatine vardım. Medyada sürekli görülmekle ve edinilmekle değişen alışkanlıklar, hayatta aynısını bulamayınca, normalle çatışmayı netice veriyorlar. Uyum sağlayamıyorlar. Doğal olduğuna inanılan uyum aramaz çünkü. Kendisini norm olarak dayatır. Alışkanlıklar ile fıtratların savaşı bu.

İzlediği aşk dizilerindeki kızların bir kez bile bulaşık yıkamadığını, kilo almadığını, saçlarının/makyajlarının bozulmadığını gören genç hanımların veya farklı benzerlerinin gören genç erkeklerin bununla bir alışkanlık bağı kurması normal. Görmeye alıştığını hayatta araması da normal. Doğal olanın bu olduğunu düşünüyor çünkü. Bir noktadan sonra da kendi yaşadığı hayat kendisine bir anomali olarak görünmeye başlıyor. Hayatıyla savaşıyor. Kendi hayatının yabancısı oluveriyor. Fıtratın çürümesi de böyle birşey. Alışkanlığın fıtrat olarak görüldüğü yerde fıtrat ister istemez anomali veya delilik veya gerikafalılık rolünü üstleniyor. Mürşidimin ahirzaman fitnesi hakkında kullandığı 'herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden' ifadesi şimdi daha hikmetli benim için. Evet, biz alışkanlıklarımız açısından, babalarımızdan çok modernitenin çocuklarıyız.

Dinî açıdan bakınca da mesele az-çok böyle. Eskiden rüyalarda bile görülmeyen şüphelerin modern zamanda kucağımıza birbiri ardınca düşmesi tuhaf mı? Bence değil. Her fıtrat düzeyi kendi sorularının annesidir. Normallerin değişmesi anormalliğin yeniden tayinini de içerir.

Ve evet, 1400 yıldır İslamî gelenek, alışkanlık, anane, örf, sünnet vs. ile yaşayan bir milletin, bütün bunları anomali olarak tayin eden bir fıtrat düzeyine çeşitli alışkanlıklarla/alıştırmalarla erişmesi, daha önce sormadığı soruların da ortaya çıkmasına neden oldu. Hadislerin inkâr edilebileceği fikri buradan beslendi. Kur'an'daki 'anlamı bugünün insanına pek hoş gelmeyen' kelimelerin yeniden tefsire tâbir tutulup 'daha az rahatsız edici' yenilerinin yerine konması bu alışkanlığın sonucuydu. Hatta, mürşidimin eserlerinde üzerinde çoklukla durduğu, tekrarat-ı Kur'aniyenin lüzumsuzluğa hamledilmesi meselesi bile, işte benim başta altını çizdiğim, sıradışı olanın normalleşmesiyle ilgili birşeydi.

Öyle ya. Hayatının her anının farklılıklar, hız, hareket, kalabalık, yenilik, sıradışılık üzerine kurgulu olduğu modern dünyada tekrar, tanıdıklık, yavaşlık, aynılık, tevafuk veya en genel manada 'aynılığın hikmeti' anlamını yitirirdi. Bir kere okuduğuna bir daha dönüp bakmayan, bir giydiğini bir daha giymeyen, bir yediğini bir daha yemeyi zul gören bugünün insanının ölene kadar tekrar tekrar okunan ve içinde de tekrarlar bulunan bir Kitab'ı normal görmesi mümkün olabilir mi? İşte memleketime kısa ziyaretimden aldığım bir ders daha. Ne diyelim? Cenab-ı Hak bizi alışkanlıklarını fıtratı sananlardan eylemesin. Âmin.

Friday, August 11, 2017

Modernistler salavatlara neden takıktır?

Allah bu ümmeti âlimsiz bırakmasın. Cahillik acizliktir çünkü. Cahilden daha aciz insan yoktur. Belayı, bırakın defetmeyi, farketmek bile ilim ile oluyor. İnsan cahilken kendisine zararlı çok şeyin farkında olamıyor. Benim de İslamoğlu'na (genelde ise tüm modernistlere) dair ilk uyanışım yirmili yaşlarımda olmuştu.

O zaman bu derece açık-seçik, net, köşeleri belirgin birşey değildi elbette. Neyin/ne kadar ileri gidebileceğini veya neyin/ne kadar tehlikeli olabileceğini bilmiyordum. Bu konulara dair hiçbir okuma yapmamıştım. (En önemlisi Ebubekir Sifil Hoca'nın kitaplarıyla/videolarıyla karşılaşmamıştım.) Sadece bir tatsızlık, bir rahatsızlık, bir ince sızı gibi içimde taşıyordum. Rahatsızlık duyduğum şeylerin cevabını nasıl elde edeceğimi de bilmiyordum. Kendim de cevap üretemiyordum. Öyle elini-ayağını nereye koyması gerektiğini bilemez bir durum işte.

Her neyse... Bu kısmı kısa geçelim. 'Uyanış' dediğim olay şöyle gerçekleşmişti: İslamoğlu'nun Salat-ı Tefriciye'ye dair bir itirazı (çünkü bizim evde Hilal TV gayet izleniyordu) kanıma dokunmuştu. Nesil Yayınları-Moral FM binasındaki bir cuma sabahı dersinde söz alarak Mehmed Paksu Hoca'ya da bunu ifade etmiştim. Ve "Bir cevabımız yok mu?" diye sormuştum.

Allah var. Paksu Hoca, bir Ehl-i Sünnet âlimine yakışacak şekilde, hamiyet-i diniyesi gayrete gelerek, bu itiraza karşı hiddet etmişti. Hatta, orada bulunanlar hatırlayacaklardır, "Mustafa İslamoğlu kim oluyor?" gibi ifadeler de kullanmıştı. (O sırada yanında oturan Cemil Tokpınar da kendisini sakinleştirmekte zorlanmıştı.) Fakat, bu hiddetinden ziyade olarak, gönlümü teskin edecek bir cevap alamadım kendisinden. Çünkü o soruya dair bir mesaisi yoktu.

Hem iş burada da kalmadı. O dönemde yetkili olan bir isimden 'böyle şeyleri ulu-orta dile getirerek cemaatler arasında düşmanlık sebebi olmamak' konusunda da uyarı aldım. Her neyse... Geçmiş zaman. İnşaallah, bana bu uyarıyı yapan da artık, en az benim kadar, bu derdin farkında. Ben çok gençtim. Cahildim. "Ehl-i Sünnet olmak ne demek?" bunun farkında değildim. O da İslamoğlu'na karşı ziyade hüsnüzan besliyordu muhtemelen. İşin geçmişte kalan kısmına tevbe edip geleceğe bakmalı.

Ancak bugünden bakınca İslamoğlu'nun bazı salavatların abartılı(!) oluşuyla neden bu kadar meşgul olduğunu kavrıyor gibiyim. Bence istediği taşları döşemek için yolu açmanın ilk adımıydı onlar. Hatta, o dönemde, bugün kendisini rezil eden söylemlerinin hiçbirisi dilinde yoktu. Ne menem birşey olduğunu çok da çaktırmıyordu. (Ehli gene anlıyordur elbette ama biz ehil değildik.) Lakin bu salavatlar meselesine resmen takıktı. Dönüp dönüp tefsir derslerinde bu meseleye değinirdi.

İşte, bugünlerde, 7. Söz'ün ahirindeki salavatın kısa bir mealini okurken, neden modernistlerin bu meseleye takık olduğunu ve neden Ehl-i Sünnet'e bıçak sallamaya böyle bir noktadan başlandığını anlar gibi oldum. Aklıma gelense şu:

Ehl-i Sünnet büyüklerinin salavat-ı şerifeleri, sadece birer salavat-ı şerife değil, aynı zamanda birer/birçok tanım ve tarifler içeren metinler. Nübüvvete (ve özellikle de Allah Resulü aleyhissalatuvesselama) nasıl bakılması gerektiğini öğretiyorlar. Bakış açımızı zenginleştiriyorlar. Şems-i Hidayet aleyhissalatuvesselamı 'postacı' mesabesine indirmek isteyenlere bedel, onun aslının ne büyük bir hakikati ifade ettiğini, ne çok renkler/yönler taşıdığını ortaya koyuyorlar. İsterseniz, bu bahsi konuşmadan evvel, okuduğum o salavatın mealini buraya da alıntılayalım:

"Kulun, peygamberin, yüce katından seçtiğin, dostun, mülkünün güzelliği, sanatının sultanı, inâyetinin pınarı, hidâyetinin güneşi, hüccetinin lisanı, rahmetinin timsali, yaratıklarının nuru, mevcudatının şerefi, pek çok olan mahlukatının içinde birliğinin kandili, kâinatının tılsımının keşfedicisi, rubûbiyet saltanatının ilâncısı, râzı olduğun şeylerin tebliğcisi, isimlerinin definelerinin tanıtıcısı, kullarının öğreticisi, kâinatının delillerinin tercümanı, rububiyetine ait güzelliklerin aynası, Senin görünüp gösterilmene vesile olan habibin ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğin resulün olan Efendimiz Muhammed'e, bütün âl veashâbına, kardeşleri olan nebî ve resullere, mukarreb meleklerine ve sâlih kullarına salât ve selâm eyle. Âmin."

Elbette, şu salavattan böyle bir Resulullah tanımı aldıktan sonra, Ona, "Kur'an'ı getirmiş ve sonra da işi bitmiş, hayatının bundan aşkın bir kıymeti yokmuş, sünneti de çok ehemmiyetli değilmiş" gibi inanılamayacağını görüyorsunuz. Onu, konulması layık ve gerekli olan, asıl yerine koyuyorsunuz. Böyle bir bakış açısı eğitimi aldıktan sonra, yani kalbiniz ve aklınız ona böyle bakmaya alıştıktan sonra, nasıl Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın 'sadece bir postacı' olduğuna inanabilirsiniz ki? Nasıl sünneti önemsizleştirebilirsiniz? Hiç mümkün olur mu?

İşte, 7. Söz'ün ahirinde yeralan bu salavat-ı şerife, bana, İslamoğlu ve benzeri modernistlerin neden yolun başında böylesi salavatlarla uğraştıklarını ve neden Ehl-i Sünnet büyüklerinin böylesi salavatları yazmaya, okumaya, hıfzetmeye, nakletmeye ve hatta sevenlerine okunmasını tavsiye etmeye ayrıca bir özen gösterdiklerini anlattı. "Bediüzzaman'dan bize miras kalan böylesi salavatların (ve ehl-i sünnet muktesebatında yeralan daha nicelerinin) böyle bir hikmeti de olmalı!" dedirtti.

Evet. Kesinlikle böyle: Biz bu mübarek salavatları okurken nübüvvete nasıl bakmamız gerektiğini de ders alıyoruz. Mürşidlerimiz de bu salavat-ı şerifeleri sık okumayı tavsiye ederek hem Efendimizle ümmet ilişkimizi kavi, hem de nübüvvete bakışımızı zengin ve diri tutmamızı sağlıyorlar. Ve belki bugünlerde de en çok şu konuda eksiğiz. O salavat-ı şerifeleri ayrıca, ehemmiyetle, vurguyla ders almaya ihtiyacımız var. Ayrıca üzerinde durmalı ve haklarında daha çok konuşmalıyız. Nübüvvetin kalplerimizdeki tanımı saldırı altında çünkü.

Wednesday, August 9, 2017

Belki de ben çirkin değilim sen çok yakınsın

Yakından bakılan hiçbir yüz güzel değildir. Gözenekleri vardır. Siyah noktaları vardır. Sivilceleri vardır. Belki terlidir. Yediği yemekten iz kalmıştır. Belki düzgünce de traş olmamıştır. Burun kılları uzamıştır. Dişine maydanoz takılmıştır. Yakından bakarak kimseye âşık olmazsınız. Yanında uzun müddet kalınarak kimseye hayran olunmaz. (Ancak ki o insanın kemali bütün hayatını kaplayan bir kemaldir.) Bu yazıma aranızda hak verecek çokların olduğunu umuyorum. Öncelikle hemen belirteyim: Sosyalmedya düşmanı değilim. Doğru şekilde kullanıldığında pekçok hayrı olduğuna inanıyorum. Nitekim kendim de kullanıyorum. (Hem de istemediğim kadar çok.) Ancak sosyalmedyanın bize kötü birşey yaptığının da farkındayım. Nedir o? Bizi 'an'ların insanı haline getiriyor.

Bazılarımızın bundan bir şikayeti olmayabilir. Ancak özellikle yazar-düşünür kısmımızın olmalı. Çünkü yazmak/düşünmek özünde 'an'a değil 'sürec'e bakan şeyler. Süreçle yetişen, olgunlaşan ve kemalini bulan şeyler. Aklınıza gelen herhangi birşeyi bir twit olarak paylaşmakla bir yazı haline getirmek arasında büyük farklar var. Yazı bir olgunluktur. Üstünde durulmuşluktur. Tekrar tekrar düşünülmüşlüktür. Bir yazıyı ne kadar hızlı yazarsanız yazın, bir saatte bile yazsanız, başından sonuna geldiğinizde başka bir insan olursunuz. Hakkında yazdığınız meseleden bir nebze uzaklaşırsınız. Yazmaktan yorulursunuz.

Yorulmak uzaklaşmaktır. Öfkeniz geçer. Heyecanınız diner. Bu uzaklık aynı zamanda bütünü görme imkanı verir size. Birşey hakkında fazla duygulanmak ona aşırı yakın olmanın (zamansal veya mekansal) alametidir. Uzaklaştıkça duygulanım azalır. Mantık daha rahat işler. Mürşidimin de dediği gibi: Zaman bir müfessirdir. Üzerinden zaman geçen olaylar sizin için bir derece tefsire uğrar. Açıklık kazanır. İnsanlar hakkında yazar. Başkaları başka başka bakış açıları sunar. Siz de o meseleye bakarken olgunlaşırsınız bekledikçe.

Hakkında bir yazı yazsanız güzellikle ortaya koyacağınız, belki daha az yanılacağınız, belki muhatabınızı daha güzel ikna edeceğiniz birşeyi twitlerle anlık iletiler şeklinde tüketmek elinizi zayıflatır da zayıflatır. Sonra tekrar yazacak enerjiniz de kalmaz. Ben bunun sancısını çok çekiyorum. Hem şu da var: Twit attığınız hiçbir mesele arkanızda kalmıyor. Ancak hakkında yazınız olan meseleleri arkanızda bırakabiliyorsunuz. Bu yönüyle twitter'ı yazar katili gibi görmeye başladım. Hatta çoklarını katlettiğini gözlerimle görüyorum. Ahmet Haşim bir yerde 'resim' ve 'fotoğraf' arasındaki farkı ortaya koyarken diyor ki:

"Fotoğraf adesesine zerre kadar itimadım yoktur. Bundan dolayı fotoğraf aletinin keşfiyle 'portre' ressamının vazifesine nihayet bulmuş gözüyle bakanlara hak vermek bence müşküldür. Şekil ve madde ışığın akislerine göre her an değişir. Bu itibarla hiçbir çehrenin, vasıfları belirli, bir tek görünüşü yoktur. Fırça sanatkârı resmedeceği çehre üzerinde uzun müddet hayatının iniş ve çıkışını gözlemek ve onu birçok değişikliklerinde tesbit etmek suretiyle, nihayet gerçek hüviyetin gizli hatlarını sezmeğe ve görmeğe muvaffak olur. Fotoğraf bu zihnî tahlil ve terkip kudretine sahip değildir. Onun için hassas cam üzerinde beliren şekle bir vesika kıymeti izafe edilmez."

Bu metinde ifade edilen hakikatin 'anlık ileti' ve 'yazı' arasında da geçerli olduğunu söyleyemez miyiz? Ben söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Öyle ya! Acele bizi parçayla muhatap ediyor. "Hayır küllî, şer cüz'îdir..." sırrında gizlenen bütüncül bakıştan aklımızı mahrum ediyor. Yazmak yerine twit atmayı seçtiğimiz herşey belki de kürtaj ettiğimiz bir fikir. En iyi ihtimal bir erken doğum. Bebek için yine tehlikeli. Hadi, hepsi için böyle olduğunu söylemek abartı olur, ama yok mu böyle cinayetler? Kaç yazar öldürdü sosyalmedya siz de görüyorsunuz.

Metinlerini okumaktan keyif aldığınız insanların anlarıyla karşılaştığınızda nasıl inkisar-ı hayale uğradığınızı biliyorum. Ben de yaşadım çünkü. Belki bazıları da benimle yaşadı. Bir yazıda güzel olan insan, aslında bir yazı bütünlüğünde güzelliği görülebilen insandır, anlarda değil. (Bazı filmlerin güzelliği de sonuna kadar izlemekle ortaya çıkmaz mı?) Anların adamı olmaya çalıştıkça çirkinleşmeye başlıyoruz. Belki de sosyalmedyadan üzerimize akan çirkinlik de bu açıdan yanıltıcı bir çirkinlik.

Bu insanlar, bir saat yanlarında otursanız siz de bileceksiniz, böyle kötü değiller. Ama o anlarda, o çirkin anlarda, kötüler. Cüz'îde şer daha sık göz kırpmaya başlıyor. Normalde bu anları bilmezdiniz. Şahitleri olmazdınız. Hayatlarını bu kadar yakından görmezdiniz. Ancak devir değişti. Artık o anları size pek kolay ulaştırabiliyorlar. Bu da korkunç değil mi! Örtünemiyoruz. Settar isminin bir perdesini kendi elimizle yırttık. Zamanın örtücülüğünü kullanamıyoruz. Beklemenin olgunluğundan faydalanamıyoruz. Özgürleşirken esir alındık. Ne kadarına ulaşabilirsek o kadarı da bize ulaşıyor. Kimin köle kimin efendi olduğu belli olmayan bir ilişki bu.

Saturday, July 22, 2017

Ebubekir Sifil Hoca ne yapmaya çalışıyor?

Bediüzzaman Hazretlerinin, Mektubat'ta, ahirzaman ahvaline dair sorulan suallere verdiği cevaplardan birisi beni hep düşündürmüştür. Sual şöyle: "Âhirzamanda, Hazret-i İsâ aleyhisselâm Deccalı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki, rivayetlerde gelmiştir ki, 'Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.' Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?" Cevabın finaline yakın şunları söyler mürşidim:

"İsevîliğin din-i hakikîsi zuhur ile ve İslâmiyete inkılâp etmesiyle, çendan, âlemde ekseriyet-i mutlakaya nurunu neşreder. Fakat, yine kıyamet kopmasına yakın, tekrar bir dinsizlik cereyanı başgösterir, galebe eder ve 'El-hükmü li'l-ekser' kaidesince, yeryüzünde Allah Allah diyecek kalmayacak; yani, 'ehemmiyetli bir cemaat küre-i arzda mühim bir mevkie sahip olacak bir surette Allah Allah denilmeyecek' demektir. Yoksa, ekalliyette kalan veyahut mağlûp düşen ehl-i hak kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı ânında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır."

Bu metni ilk okuduğum günlerde 'böyle birşeyin nasıl mümkün olabileceğini' düşünüp hayret ederdim. Risale-i Nur'u yeni yeni okuduğumdan belki, ondaki burhanlara bakarak, "Bunlardan sonra tekrar nasıl mağlup oluruz?" diye düşünürdüm. İslam âlimlerinin (Allah hepsinden razı olsun) ürettiği marifetin karşıkonulmaz bir içeriğe sahip olduğunu zaten biliyordum. Günbegün artıyordu da sanki bu karşıkonulmazlık! Ateizmin hâkim ideoloji olup üniversite kürsülerinden bile dayatıldığı/haykırıldığı devirler geride kalmıştı. Materyalist-naturalist-evrimci saldırı ümmetin sinesinde erimişti. Bu ümmet komünizm gibi bir dehşeti bile, yaralar almasına rağmen, atlatmıştı. Peki nasıl olup da tekrar mağlup olacaktı? İşte o zaman cevabın ortasını kaçırdığımı farkettim:

"Âhirzamanda, dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak. Birisi: Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek, Süfyan namında müthiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı, Âl-i Beyt-i Nebevînin silsile-i nuranîsine bağlanan ehl-i velâyet ve ehl-i kemâlin başına geçecek, Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır. İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı Nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir."

Geçtiğimiz gün Habertürk'te yayınlanan münazarayı izlerken de bu bu bahis aklıma geldi. Ebubekir Sifil Hoca (Allah ona yüz şehit sevabı versin) Caner Taslaman'ın bir rapçi gibi seri şekilde savurduğu herzelerine cevap verirken neden şikayet ediyordu? Verecek cevabı olmamasından mı? Hayır, Ebubekir Sifil Hoca'yı az-çok takip edenler bilir ki, o bütün bu herzelerin cevabını bihakkın vermeye yetecek bir ilim ve istidat sahibidir. Ki birçoğunu da program sırasında cevapladı. (Zaman yetse daha çoğunu da cevaplayacaktı.)

Fakat muhatabı cevap aramıyordu. Taslaman, haksız da olsa, galip gelmenin peşindeydi. Karşısındaki ağaç yıkılmasa da baltasını sallamanın peşindeydi. Programı sorulara/şüphelere/dedikodulara boğdurmanın planıyla gelmişti. Masasını perşembe pazarına çevirmesinin bundan başka ne sebebi olabilirdi? Düşünün ki, o masada sergilemek için, muhtemelen evinde itinayla sakladığı deve idrarını bile kavanozlayıp getirmişti. (Tabii insan o evde daha neler saklandığını merak ediyor.)

Ben işte bu münazara sırasında yukarıdaki metinlerde Bediüzzaman Hazretlerinin ders verdiği bir sırrı görür gibi oldum. Neyi gördüm peki? Gördüğüm şudur: Bu dalalet dediğimiz şey tek bir koldan gelmiyor. Diyelim 'ikincisini' mağlup ettiniz. Uluhiyeti inkâr eden tabiatçı, materyalist, ateist felsefeyi yendiniz. Elhamdülillah. Lakin iş burada bitmiyor ki. Bir de 'nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) inkâr edecek' birileri çıkıyor/çıkacak. Nifak perdesi ile çıktıklarına göre biz bunları müslüman sanacağız. Dillerinden de, zâhiren, İslam'ın oğlu oldukları iddiası ifade olunacak. Fakat hakikatte, alttan alta, saman altından su yürütür bir şekilde, risalet-i Ahmediye'yi inkâr edecekler. Peki bunu nasıl yapacaklar? Allahu'l-A'lem, Ebubekir Sifil Hoca'nın karşısında Caner Taslaman bu kanunun bir ferdini pek çirkef bir şekilde bizlere gösterdi.

Risalet-i Ahmediye (a.s.m.) onu bizzat görmemiş, dizi dizine değmemiş, sözü kulağına erişmemiş, gözü yüzüne dokunmamış müslümanlar için nedir? Risalet-i Ahmediye, görenler için de görmeyenler için de, öncelikle sünnet-i seniyyesidir. O sünnetle gelen ahlakıdır, hikmetidir, öğrettiğidir, hissettirdiğidir. Sünnet-i seniyyeye dair bilgi olmadan bakılan Şems-i Hidayet (a.s.m.) ışıksız bir güneş haline gelir. Yanar ama bizi aydınlatmaz. Güneşi güneş yapan aydınlığıdır.

Hadislerin inkârı, öncelikle sünnet-i seniyyeye dair bilginin, sonrasında da (müddei bunun aksini söylese de) Risalet-i Ahmediye'nin (a.s.m.) inkârıdır. Daha doğru bir ifadeyle: Risalet-i Ahmediye'nin çaktırmadan inkârıdır. Lütfen, Caner Taslaman'ın münazara boyunca dilinden çıkan şeylere bakın, dikkat edin. Bir de Ebubekir Sifil Hoca'nın hamiyet-i diniyesine nazar edin. Hangisi binayı tutuyordu? Hangisi yıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'buradan balta vurman yanlış' diye delille ispat olunduğunda bile zeytinyağ demagojilerle üste çıkmaya çalışıyordu? Hangisi 'Bu binayı yıkarsan altında Kur'an da kalır' diye endişe ediyordu?

Bakınız, derde uyanık olmak lazım, devayı elde edebilmek için. Hakiki âlimler, mehdî misal mürşidler, hadis-i şerifin ifadesiyle Allah Resulü aleyhissalatüvesselamın varisleridir. Aynı sesin zamanlarındaki yankılarıdır. Bediüzzaman Hazretleri bundan yüzyıl önce ne için mücadele ediyorsa, Ebubekir Sifil Hoca aynı şey için mücadele ediyor. İkisi de ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikadını maruz kaldığı saldırılara karşı koyuyor. Avamın itikadını bu saldırılardan korumaya çalışıyor. Bediüzzaman ağırlıklı olarak 'ikinci' fitneye dair cevaplar verdi. 'Birinci fitneye' dair de çok kıymetli şeyler söyledi. Eserlerinde hassaten fenden gelen dalaletin belini kırdı.

Bugün Ebubekir Sifil Hoca da ağırlıklı olarak 'birinci' fitneye karşı mücadele ediyor. O da onların belini kırıyor. Vurgudaki farklılık gözünüzü aldatmasın. Âlimlerimiz, elbette, zamanlarında ümmetin muhatap olduğu fitnenin renk tonuna göre cevap üretirler. Demek, fitne bir kere yenilmekle mağlup olan birşey değil, tekrar be tekrar değişik sûretlerle üzerimize gelen birşey. Biz nur talebeleri de uyanık olalım, parçası olduğumuz ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına sahip çıkalım, sahip çıkanlara da sahip çıkalım. Zaman cemaat zamanıdır. Bizim cemaatimizi oluşturan ise sünnettir. Sünnet-i seniyye ile gelen bilgidir. Efendimiz (a.s.m.) fırka-i naciyeyi böyle tarif etmiştir. Onun etrafında birleşelim. Onun etrafında birleşmek bizi 'biz' yapan itikatta buluşmaktır.

Bediüzzaman 'Cumhur İttifakı'nı gördü mü?

Kimse "Ayranım ekşidir!" demez, biliyorum, yine de cüret edeceğim: Ben Kürdüm. Fakat 'milliyetçi' olmamaya çalışıyorum. Çü...