Yazının başlığının gayet garip durduğunun farkındayım. Fakat eğer becerebilirsem birkaç meseleden ve metinden hareketle Risale-i Nur’un mesleğindeki bir nüans üzerine azıcık sarf-ı kelam edeceğim. Hem de dağınık bıraktığım her cümleyi yazının en nihayetinde toplayıp bast edeceğim. Hem başlığın da hakkını vereceğim. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...
31. Söz olan Mirac Risalesi’ni bilirsiniz. Miracın hikmetlerini ve hakikatlerini açıklar. Fakat bu risaleye başlarken Bediüzzaman ilginç bulacağımız bir ihtar yapar ve der ki; “Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. (...) evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor.”
Yani burada (benim anladığım kadarıyla) bize nasihat verilen Mirac özelinde şudur: Bir meseleyi savunduğunuzda önce muhatabın dünyasına dikkat edin. Eğer onun beyninde yaslanacak kabuller bulamazsanız, iddianızın kabul edilebilir olması mümkün değildir. Ve bizzat bu yüzden (müellifin kendi ifadesiyle) Mirac Risalesi’nin muhatabı bir mülhid değil, vesveseli bir mümindir.
Ben bu küçük ihtarda büyük bir meslek özelliğimizin saklı olduğunu düşünüyorum. Bizim mesleğimiz, hakikatin içinde bir hiyerarşik yapı olduğunu ve ayrıca ispatın da belli bir silsile şeklinde yapılabileceğini kabul eden bir meslektir. Yani empatiktir... Bu ihtarda Bediüzzaman, bir yönüyle talebelerine muhatabın kabul seviyesine göre bir inşa yöntemi öğretmiştir, öğütlemiştir.
Ben, bugünlerde kamuoyunda çok tartışılan “kürtaj” konusunda da böyle bir hiyerarşik yapının takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta kürtaj konusunun bu kadar tartışılmasının en büyük müsebbibinin de (tıpkı Mirac Risalesi’nde öğütlendiği gibi) ispattaki hiyerarşik algının gözetilememesinden kaynaklandığını tahmin ediyorum. Zira burada da kürtaj, özgürlüğü birbirinden farklı anlayan iki kesim tarafından çok farklı zeminler üzerinden tartışılıyor. Ve hiçbirinin ürettiği enformasyon, diğerinin kalbine tesir etmiyor. Halbuki karşılıklı zihinlerde yaslanacak noktalar ayarlansa, önce meselenin özüne; yani hürriyet ve sahiplik algımızın kökenlerine inilse bu sorunlar da kalmayacak. Çözüm de pek çabuk olacak. Ama meseleye başından değil, ayağından saldırılıyor.
Bir kere kürtajın yasaklanmasını kalben destekleyen benim gibi insanların kabul etmesi gereken birşey var: Bizim bu kalben desteğimizin muhatabı ancak özgürlüğü ve sahipliği bizim gibi algılayan insanlardır. Yani bedeninin ve kendisinin Allah’ın olduğuna inanan ve hürriyeti Bediüzzaman’ın Münazarat’ta tarif ettiği gibi “şeriatla mukayyed” ve “ne nefsine, ne gayrıya zarar dokundurmayan” şeklinde düşünenlere hitap eder.
Ancak bedenini ve hayatını kendi malı olarak bilen ve yine aynı eserin biraz evvelinde yer alan sualde geçtiği gibi hürriyeti; “insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez” şeklinde düşünenlere tesirimiz sıfırdır. Onlarla önce hürriyetin ve sahipliğin doğru tanımı üzerine konuşmak lazımdır. ("Benim Bedenim. Benim Kararım!" sloganı bile bu algının zeminin tarife yetiyor.)
Ki Kur’an dahi pek musırrane bir şekilde (6. Söz’de Bediüzzaman’ın da tefsir ettiği) “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!” ayetiyle bu sahiplik algısını kökünden keser atar. Pekçok ayetinde daha bunu vurgular. Malik-i Hakiki’nin kendi olduğunu ilan ile bundan sonra oluşturulacak bütün yargı inşalarının bu algı üzerine temellendirilmesini ister. Bir mümin böyle düşünmelidir. Böyle düşünmezse üzerine şeriat binasını dikilmez, dikilemez. Sürekli “Acaba?”lar ile savrulup durur.
Devr-i Cahiliye’de kadınların ve çocukların dahi babalarının malı sanıldığı ve miras kaldığı bir dönemden (Yaşar Kandemir Hoca, Örneklerle İslam Ahlakı eserinde anlatır bunu) kişinin kendi istemedikçe feda edilemediği bir Saadet döneme geçiş işte böyle yaşanmıştır. Kur’an önce temellerle oynamış ve algı bozukluklarını insanın fıtrat-ı aslisine göre ayarlamıştır.
Bu noktada yine sık sık Hazret-i Peygamberin (ayağına toprak olayım); “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki...” diyerek sahipliğin kimde olduğunu sürekli vurgulaması (ki bu yemin bilindiği kadarıyla Allah Resulü’nün en sık kullandığı yemindir) sahiplik algısının doğru konulmasının İslam’da ne kadar ehemmiyetli olduğunu ilan eder.
Şimdi, buraya kadar söylediklerimizden hareketle diyorum ki: Kürtaj meselesinde önce konuşulması gereken işte bu özgürlük ve sahiplik algısıdır. Bunun ilmî ve felsefî bir zeminde tartışması yapılmadan ve muhatap bu noktada ikna olmadan üzerine bunun dinî savunmasını inşa etmek mümkün değildir. Bizim yaptığımız savunmalar da hep bu zemin üzerinde kaldığından muhatapta etkisiz olmaktadır. Böylesi kanunlarda “medenilere galebe ikna iledir” düsturu unutulmadan tüm ikna zeminleri ve dilleri üretildikten sonra adımlar atılmalıdır. Cebir ile iknanın mümkün olmadığı zamanlardayız. Bu yönüyle 31. Söz’ün ihtarından ve Eski Said'in hürriyet tariflerinden alacağımız daha çok ders vardır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder