“(...) hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez. O insana biner.” Mektubat’tan.
VICE’ı izleyenleriniz oldu mu bilmem. Ben beğenmedim. Fakat bütün o kurugürültünün içinde Dedektif Roy’un (Thomas Jane) bir tesbiti düşündürdü beni. Özet geçeyim önce: VICE adlı bir kurgu şehirde insanımsı robotlar ‘robotluklarını bilmeden’ yaşıyorlar. Her sabah uyandıklarında aynı gün başlıyor onlar için. Bir de bu şehre ücret ödeyerek giren hakiki insanlar(!) var. Hakikiler robotlara istediklerini yapmakta serbestler. Zaten ödedikleri bedel bunun için. Öldürüyorlar, işkence ediyorlar, aşağılıyorlar vs. Bütün bunları yaşayan robot ertesi güne tamir edilmiş olarak başlıyor. (Hafızası da sıfırlanıyor.) Ziyaretçiler de zulümleriyle tatmin olmuş bir şekilde yaşamlarına dönüyorlar.
Olanlardan rahatsız bir isim var: Dedektif Roy. Kurgu yaşam alanının varlığından mutlu değil. Bir suçluyu yakalamak için VICE’a izinsiz giriyor. Tam da bir kadın robotu döverken derdest ediyor adamı. Âmiriyle de kavgalı. O soruyor: “Orada ne yaptıklarından sana ne?” Roy cevap veriyor: “Çünkü VICE’ta yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar.” Yakaladığı adamın hikâyesini anlatıyor sonra. Adam şehirde bir kadını döverek öldürmüş. Roy, Julian Michaels’ın (Bruce Willis) aksine, VICE’ın kötülük arzusunu tatmin ederek insanların dışarıda zararsız hale gelmelerini sağladığına inanmıyor. Ona göre, burada kötülük işleme serbestisi kazananlar, dışarıda daha tehlikeli bir hale geliyorlar.
Eski Said eserlerini okuyanlar bilirler. O metinlerde ‘hürriyet’ genelde bir terkiple kullanılır. Takyid edilir. Mutlak bırakılmaz. Meşrutiyet ‘meşrua’ olduğu gibi hürriyet de ‘şer’iye’dir. Dinin sınırları her koşulda gözetilmesi gereken bir mihenktir mürşidime göre. “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar. Herşey hür oldu; şeriat da hürdür, meşrutiyet de. Mesail-i şeriatı rüşvet vermeyeceğiz.” Hatta hürriyet bu metinlerde ikiye ayrılmış gibidir. Bir tanesinin adı ‘hürriyet-i mutlak’tır ve kötülenen bir hürriyet çeşididir: “Asıl mü’min hakkıyla hürdür. Sâni-i Âleme abd ve hizmetkâr olan, halka tezellüle tenezzül etmemek gerektir. Demek, ne kadar imana kuvvet verilse, hürriyet de o kadar kuvvet bulur. Amma hürriyet-i mutlak ise, vahşet-i mutlakadır, belki hayvanlıktır. Tahdid-i hürriyet dahi insaniyet nokta-i nazarından zarurîdir.”
Başka bir yerde ise bu ikili ayrımın altını daha kalın çizer: “Öyleleri hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira, nâzenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır. Nefs-i emmâreye esir olmaktır. Hürriyet-i umumî, efrâdın zerrât-ı hürriyâtının muhassalıdır. Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.”
İşte tam bu noktada birşeyi daha derinlikli konuşmamız gerektiğini düşünüyorum arkadaşım. Nedir? Açayım: Bazen aynı kelimeleri kullanıyoruz da aynı manaları kastetmiyoruz. Mesela: Bize okullarda öğretilen hürriyet tanımı nasıldır? “Başkasına zarar vermediğin sürece istediğini yapabilirsin.” Peki Bediüzzaman yukarıda nasıl tarif etti hürriyeti? “Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayrıya zararı dokunmasın.” Gördünüz ya. Burada araya bir de nefs girdi. Yani insan ne nefsine zarar verebilme hakkına sahiptir ne de başkasının özgürlük alanına girmeye.
Bu tanımı nereden çıkarıyor peki? Elbette Kur’an ve sünnetten. Yani ehl-i sünnet çizgisinden. İslamî metinlerde insanın nefsine zulmünden o kadar bahis var ve zulmetmemesi yönünde o kadar nehiy bulunuyor ki; ister istemez; Kur’an’ın tanımladığı özgürlüğün ‘sadece başkasını’ değil, ‘insanın kendi nefsini de’ gözettiğini anlıyorsunuz. (Günahlardan men edilişimiz de biraz buna bakıyor elbette.) Kur’an’daki yasakların bir kısmı başkasının hukukuna tecavüzü engellediği gibi, diğer bir kısmı da, insanın nefsine ettiği zulmü engelliyor. Nisâ sûresi 110’nun kısa bir mealine bakalım mesela: “Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok yarlığayıcı ve esirgeyici bulacaktır.” Yahut da Zümer sûresi 53’e: “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”
Demek ‘nefsine zulmetmemek’ Kur’an’ın emri. O halde bir mü’min özgürlük tanımını ‘nefsine zarar vermeme’ uyarısı hesaba katmadan yapamaz. Tam da bu noktada özgürlük talepleri ortasından çatlıyor. Dindar olanlarımız bu tanımı Bediüzzaman’ınkine daha yakın düşünüyor. Özel hayatta da sınırları tayin yetkisinin Allah’a ait olduğunu kabulleniyor. Sekülerlerimizse diğer özgürlük tanımına taraftar. Bu yüzden kürtaj ile ilgili bir tartışmada dindar insanlar “O bebeğin canını almaya ne hakkınız var?” derken sekülerlerimiz şöyle bağırıyor: “Benim bedenim benim kararım!”
Şu da var ki arkadaşım: Özgürlük tanımlarının altında ‘mülk algımızın niteliği’ de görünür oluyor. Müslüman için varlık Allah’ın mülkü olduğundan tasarruf yetkisini büsbütün kendisinde göremez. Ama seküler bir insan, mülkü zaten Allah’a bırakmayıp kendisine aldığından, istediği tasarrufu yapmaya kendinde hak görebilir. “Pornoma dokunma!” diye pankart açabilir mesela. Eşcinselliği savunabilir. Enseste dahi meşruiyet sahası açabilir.
Peki bu kadar laf kalabalığını neden yaptım ben? İki nedenden. Birincisi: Özgürlük hakkında konuşurken imanımızın gerektirdiği tanım farklılıklarını unutmamamız için. İkincisi: Kur’an’ın nefse dair koyduğu yasakların aslında ister istemez toplumu da ilgilendirdiğini aklımızda tutmamız için.
Roy’un endişesine geri dönelim. O haksız mıydı? Bence değildi. Eğer isimlerin yerlerini değiştirirsek ve VICE’ı orada yaptıklarımızdan sorumlu tutulmadığımız bireysel/nefsî hayatımız, şehri ise toplumsal hayat gibi düşünürsek, tıpkı Roy’un endişe ettiği gibi VICE’da pornosuna dokundurmayanlar şehirde tecavüze yeltenebilir. Çünkü insan hakikaten Roy’un gördüğü gibidir: “Çünkü VICE’ta yaptıklarını şehrimde de yapabileceklerini sanıyorlar.”
Bunun pozitivist bir eğitimle tedavi edilebilir yanı yoktur. Tek çaresi: O insanı nefsine karşı haddi aşmaktan sakındırmakla toplum hayatını da korumaktır. Kendi sokağında sürat yapmaması dersi almış bir sürücünün otobanda hız sınırını aşması elbette daha zor olacaktır. Fakat ne yazık ki, bizim sekülerlerimiz ikincisine veryansın ederken, birincisine dair her düzenlemeyi “Şeriat geliyor!” korkusuyla bastıyorlar. Günah işleme serbestilerini kamu yararından ayırabileceklerini sanrılıyorlar. Elbette bu bir yanılsama. Onlara diyelim ki: Evet, şeriat geliyor, ama sizin de iyiliğiniz için geliyor. (1400 küsur sene önce de iyiliğimiz için inmişti.) Çünkü Allah hiçbirimizin kötülüğünü istemiyor.
“Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizaptır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir. İşte, medeniyet-i hazıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bahusus Kur’ân’ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur’ân’a karşı böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.”
Hatırlarsınız: Kamuoyu birçok elim cinayetin ardından İslam’ın “Kısasta hayat vardır!” hükmünü hatırlattılar. Doğru. Elbette kısasta hayat var. Ama ondan önce takvada da hayat var. Tesettürde de hayat var. Namazda da hayat var. İmanda da hayat var. Yeter. Yeter. Yeter. Özgüvenle dile getirilmeli artık: Şeriatta da hayat var. Onun herbir detayının bir koruyucu hekimlik içerdiğini, bizi bir uçurumun kenarından çevirdiğini, terbiye ettiğini öğrenmeye daha kaç can feda edeceğiz? Modern hukukun ceza sistemi hangi suçun kökünü kazıyabildi? Kazıyamaz. Kazıyamayacak. Çünkü başlangıç noktasını yanlış ayarlıyor. İnsanın terbiyesi takvasından başlar. İşte şeriat bize, modern hukukun rağmına, bu bütünlüğü hatırlatıyor. Eh, ne diyelim, Cenab-ı Hak bize yeniden rüşdümüzü ilham etsin. Âmin.
Kürtaj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürtaj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
14 Mart 2015 Cumartesi
15 Haziran 2012 Cuma
Mirac, Kürtaj ve Algılarımızın Kökeni...
Yazının başlığının gayet garip durduğunun farkındayım. Fakat eğer becerebilirsem birkaç meseleden ve metinden hareketle Risale-i Nur’un mesleğindeki bir nüans üzerine azıcık sarf-ı kelam edeceğim. Hem de dağınık bıraktığım her cümleyi yazının en nihayetinde toplayıp bast edeceğim. Hem başlığın da hakkını vereceğim. Tevfik Allah’tan ve hamd her vakit Allah’a...
31. Söz olan Mirac Risalesi’ni bilirsiniz. Miracın hikmetlerini ve hakikatlerini açıklar. Fakat bu risaleye başlarken Bediüzzaman ilginç bulacağımız bir ihtar yapar ve der ki; “Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. (...) evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor.”
Yani burada (benim anladığım kadarıyla) bize nasihat verilen Mirac özelinde şudur: Bir meseleyi savunduğunuzda önce muhatabın dünyasına dikkat edin. Eğer onun beyninde yaslanacak kabuller bulamazsanız, iddianızın kabul edilebilir olması mümkün değildir. Ve bizzat bu yüzden (müellifin kendi ifadesiyle) Mirac Risalesi’nin muhatabı bir mülhid değil, vesveseli bir mümindir.
Ben bu küçük ihtarda büyük bir meslek özelliğimizin saklı olduğunu düşünüyorum. Bizim mesleğimiz, hakikatin içinde bir hiyerarşik yapı olduğunu ve ayrıca ispatın da belli bir silsile şeklinde yapılabileceğini kabul eden bir meslektir. Yani empatiktir... Bu ihtarda Bediüzzaman, bir yönüyle talebelerine muhatabın kabul seviyesine göre bir inşa yöntemi öğretmiştir, öğütlemiştir.
Ben, bugünlerde kamuoyunda çok tartışılan “kürtaj” konusunda da böyle bir hiyerarşik yapının takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta kürtaj konusunun bu kadar tartışılmasının en büyük müsebbibinin de (tıpkı Mirac Risalesi’nde öğütlendiği gibi) ispattaki hiyerarşik algının gözetilememesinden kaynaklandığını tahmin ediyorum. Zira burada da kürtaj, özgürlüğü birbirinden farklı anlayan iki kesim tarafından çok farklı zeminler üzerinden tartışılıyor. Ve hiçbirinin ürettiği enformasyon, diğerinin kalbine tesir etmiyor. Halbuki karşılıklı zihinlerde yaslanacak noktalar ayarlansa, önce meselenin özüne; yani hürriyet ve sahiplik algımızın kökenlerine inilse bu sorunlar da kalmayacak. Çözüm de pek çabuk olacak. Ama meseleye başından değil, ayağından saldırılıyor.
Bir kere kürtajın yasaklanmasını kalben destekleyen benim gibi insanların kabul etmesi gereken birşey var: Bizim bu kalben desteğimizin muhatabı ancak özgürlüğü ve sahipliği bizim gibi algılayan insanlardır. Yani bedeninin ve kendisinin Allah’ın olduğuna inanan ve hürriyeti Bediüzzaman’ın Münazarat’ta tarif ettiği gibi “şeriatla mukayyed” ve “ne nefsine, ne gayrıya zarar dokundurmayan” şeklinde düşünenlere hitap eder.
Ancak bedenini ve hayatını kendi malı olarak bilen ve yine aynı eserin biraz evvelinde yer alan sualde geçtiği gibi hürriyeti; “insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez” şeklinde düşünenlere tesirimiz sıfırdır. Onlarla önce hürriyetin ve sahipliğin doğru tanımı üzerine konuşmak lazımdır. ("Benim Bedenim. Benim Kararım!" sloganı bile bu algının zeminin tarife yetiyor.)
Ki Kur’an dahi pek musırrane bir şekilde (6. Söz’de Bediüzzaman’ın da tefsir ettiği) “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!” ayetiyle bu sahiplik algısını kökünden keser atar. Pekçok ayetinde daha bunu vurgular. Malik-i Hakiki’nin kendi olduğunu ilan ile bundan sonra oluşturulacak bütün yargı inşalarının bu algı üzerine temellendirilmesini ister. Bir mümin böyle düşünmelidir. Böyle düşünmezse üzerine şeriat binasını dikilmez, dikilemez. Sürekli “Acaba?”lar ile savrulup durur.
Devr-i Cahiliye’de kadınların ve çocukların dahi babalarının malı sanıldığı ve miras kaldığı bir dönemden (Yaşar Kandemir Hoca, Örneklerle İslam Ahlakı eserinde anlatır bunu) kişinin kendi istemedikçe feda edilemediği bir Saadet döneme geçiş işte böyle yaşanmıştır. Kur’an önce temellerle oynamış ve algı bozukluklarını insanın fıtrat-ı aslisine göre ayarlamıştır.
Bu noktada yine sık sık Hazret-i Peygamberin (ayağına toprak olayım); “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki...” diyerek sahipliğin kimde olduğunu sürekli vurgulaması (ki bu yemin bilindiği kadarıyla Allah Resulü’nün en sık kullandığı yemindir) sahiplik algısının doğru konulmasının İslam’da ne kadar ehemmiyetli olduğunu ilan eder.
Şimdi, buraya kadar söylediklerimizden hareketle diyorum ki: Kürtaj meselesinde önce konuşulması gereken işte bu özgürlük ve sahiplik algısıdır. Bunun ilmî ve felsefî bir zeminde tartışması yapılmadan ve muhatap bu noktada ikna olmadan üzerine bunun dinî savunmasını inşa etmek mümkün değildir. Bizim yaptığımız savunmalar da hep bu zemin üzerinde kaldığından muhatapta etkisiz olmaktadır. Böylesi kanunlarda “medenilere galebe ikna iledir” düsturu unutulmadan tüm ikna zeminleri ve dilleri üretildikten sonra adımlar atılmalıdır. Cebir ile iknanın mümkün olmadığı zamanlardayız. Bu yönüyle 31. Söz’ün ihtarından ve Eski Said'in hürriyet tariflerinden alacağımız daha çok ders vardır.
31. Söz olan Mirac Risalesi’ni bilirsiniz. Miracın hikmetlerini ve hakikatlerini açıklar. Fakat bu risaleye başlarken Bediüzzaman ilginç bulacağımız bir ihtar yapar ve der ki; “Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. (...) evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor.”
Yani burada (benim anladığım kadarıyla) bize nasihat verilen Mirac özelinde şudur: Bir meseleyi savunduğunuzda önce muhatabın dünyasına dikkat edin. Eğer onun beyninde yaslanacak kabuller bulamazsanız, iddianızın kabul edilebilir olması mümkün değildir. Ve bizzat bu yüzden (müellifin kendi ifadesiyle) Mirac Risalesi’nin muhatabı bir mülhid değil, vesveseli bir mümindir.
Ben bu küçük ihtarda büyük bir meslek özelliğimizin saklı olduğunu düşünüyorum. Bizim mesleğimiz, hakikatin içinde bir hiyerarşik yapı olduğunu ve ayrıca ispatın da belli bir silsile şeklinde yapılabileceğini kabul eden bir meslektir. Yani empatiktir... Bu ihtarda Bediüzzaman, bir yönüyle talebelerine muhatabın kabul seviyesine göre bir inşa yöntemi öğretmiştir, öğütlemiştir.
Ben, bugünlerde kamuoyunda çok tartışılan “kürtaj” konusunda da böyle bir hiyerarşik yapının takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta kürtaj konusunun bu kadar tartışılmasının en büyük müsebbibinin de (tıpkı Mirac Risalesi’nde öğütlendiği gibi) ispattaki hiyerarşik algının gözetilememesinden kaynaklandığını tahmin ediyorum. Zira burada da kürtaj, özgürlüğü birbirinden farklı anlayan iki kesim tarafından çok farklı zeminler üzerinden tartışılıyor. Ve hiçbirinin ürettiği enformasyon, diğerinin kalbine tesir etmiyor. Halbuki karşılıklı zihinlerde yaslanacak noktalar ayarlansa, önce meselenin özüne; yani hürriyet ve sahiplik algımızın kökenlerine inilse bu sorunlar da kalmayacak. Çözüm de pek çabuk olacak. Ama meseleye başından değil, ayağından saldırılıyor.
Bir kere kürtajın yasaklanmasını kalben destekleyen benim gibi insanların kabul etmesi gereken birşey var: Bizim bu kalben desteğimizin muhatabı ancak özgürlüğü ve sahipliği bizim gibi algılayan insanlardır. Yani bedeninin ve kendisinin Allah’ın olduğuna inanan ve hürriyeti Bediüzzaman’ın Münazarat’ta tarif ettiği gibi “şeriatla mukayyed” ve “ne nefsine, ne gayrıya zarar dokundurmayan” şeklinde düşünenlere hitap eder.
Ancak bedenini ve hayatını kendi malı olarak bilen ve yine aynı eserin biraz evvelinde yer alan sualde geçtiği gibi hürriyeti; “insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez” şeklinde düşünenlere tesirimiz sıfırdır. Onlarla önce hürriyetin ve sahipliğin doğru tanımı üzerine konuşmak lazımdır. ("Benim Bedenim. Benim Kararım!" sloganı bile bu algının zeminin tarife yetiyor.)
Ki Kur’an dahi pek musırrane bir şekilde (6. Söz’de Bediüzzaman’ın da tefsir ettiği) “Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cennet vermek suretiyle satın almıştır!” ayetiyle bu sahiplik algısını kökünden keser atar. Pekçok ayetinde daha bunu vurgular. Malik-i Hakiki’nin kendi olduğunu ilan ile bundan sonra oluşturulacak bütün yargı inşalarının bu algı üzerine temellendirilmesini ister. Bir mümin böyle düşünmelidir. Böyle düşünmezse üzerine şeriat binasını dikilmez, dikilemez. Sürekli “Acaba?”lar ile savrulup durur.
Devr-i Cahiliye’de kadınların ve çocukların dahi babalarının malı sanıldığı ve miras kaldığı bir dönemden (Yaşar Kandemir Hoca, Örneklerle İslam Ahlakı eserinde anlatır bunu) kişinin kendi istemedikçe feda edilemediği bir Saadet döneme geçiş işte böyle yaşanmıştır. Kur’an önce temellerle oynamış ve algı bozukluklarını insanın fıtrat-ı aslisine göre ayarlamıştır.
Bu noktada yine sık sık Hazret-i Peygamberin (ayağına toprak olayım); “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki...” diyerek sahipliğin kimde olduğunu sürekli vurgulaması (ki bu yemin bilindiği kadarıyla Allah Resulü’nün en sık kullandığı yemindir) sahiplik algısının doğru konulmasının İslam’da ne kadar ehemmiyetli olduğunu ilan eder.
Şimdi, buraya kadar söylediklerimizden hareketle diyorum ki: Kürtaj meselesinde önce konuşulması gereken işte bu özgürlük ve sahiplik algısıdır. Bunun ilmî ve felsefî bir zeminde tartışması yapılmadan ve muhatap bu noktada ikna olmadan üzerine bunun dinî savunmasını inşa etmek mümkün değildir. Bizim yaptığımız savunmalar da hep bu zemin üzerinde kaldığından muhatapta etkisiz olmaktadır. Böylesi kanunlarda “medenilere galebe ikna iledir” düsturu unutulmadan tüm ikna zeminleri ve dilleri üretildikten sonra adımlar atılmalıdır. Cebir ile iknanın mümkün olmadığı zamanlardayız. Bu yönüyle 31. Söz’ün ihtarından ve Eski Said'in hürriyet tariflerinden alacağımız daha çok ders vardır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...