1 Nisan 2015 Çarşamba

Hepimiz bölücüyüz!

“Kalemlerin mürekkebi kurudu. Ve sayfalar dürüldü. Sen, yakîni bir imanla, tam bir rıza ile Allah için çalışmaya muktedir olabilirsen çalış. Şayet buna muktedir olamazsan ‘hoşuna gitmeyen şeyde sabır’da çok hayır var.” Kütüb-i Sitte, Hadis No: 5836

Sirenleri Taşa Tutun’da okumuştum. Kafka yazdıklarını gösteren bir gence demiş ki: “İçlerinde çok fazla gürültü var. Çünkü daha çok gençsin.” Yaşım ilerledikçe söyleneni daha iyi anlıyorum. Çünkü cümlelerim kısalıyor. Böyle olmasını beklemezdim halbuki. Zannım aksineydi. Yani şöyle olur diyordum: İnsan olgunlaştıkça cümleleri ağırlaşır. Yükleme varmak için daha uzun yollar kullanılır. Daha bir tumtraklı olur ifadeler. Ve/veya sayısı artar. Yahut/veyahut birkaç katıyla çarpılır. O kadar güçlüdür yani. Herşeyi bir cümlede söyleyebilecek kadar güçlüdür. Daha çok manayı tutabilecek kadar güçlüdür. Bölmeyecek kadar güçlüdür. Fakat öyle değilmiş. Yorgunluk başka birşey. Yavaşlama içinde kısayolları aratan birşey. Ellerin büyürken avuçların küçülmesi.

Şahitliklerin biriken ağırlığı, tecrübenin safrası, bir bıkkınlık dünyayı değiştirememekten gelen; bunlar yazı diline ifadelerin uzunluğuyla yansımıyormuş. Evet. Yaşadıkça görüyorum. Yaşlandıkça yapıyorum. Lokmaları yutmadan önce küçültüyorum. Daha sık nefes alıyorum koştuğumda. Daha çok mola istiyor bedenim. Daha çok mola istiyor fikrim. Kelimeler zihnime yük. Ellerim küçük. Ben acizim. Nihayet farkettim.

Yalnız kalmayı özlüyorum. Sessizliği özlüyorum. Eskiden böyle değildim. Alıştım. Kabirdeki halime yaklaştım. Suskunluk sevdiriliyor bana. Yalnızlık sevdiriliyor bana. Noktalarla barışığım artık. Daha sık uğruyorlar metinlerime. Böldükçe rahatlıyorum. Aczimin bir delilidir bence bölmelerim. Bunu da, çok şükür, idrak ettim. Ve aynı zamanda, asl-ı halimi dürüstçe ifade ettiğim için böylece, rahat ettim. Kolay olan uyumlu olandır. Kolay olan fıtratına uyandır. Doğru kolaydır. Her ne ki bölmeye-bölünmeye ihtiyaçlıdır, belli ki özünde zayıf, sınırlı ve muhtaçtır. Fıtratı budur. Doğrusu budur. Uyumu mudur. Sonsuzsa bölünememesinden tanınır.

“(...) tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâl...” Mürşidim, hem Cenab-ı Hakkın sıfatlarını tarif ederken, hem de yaratışını nazara verirken ‘bölünmezlik’ vurgusunu sık yapar: “Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaz.”

Arkadaşım, işte, bu bölünmezliği bugünlerde biraz daha farklı/zengin anlıyorum. Kendi bölücülüğümdeki aczin soluğu bölünmezliği bir ‘sonsuz kudret’ delili gibi okutuyor. Ve şirkin en büyük düşmanı da yine bu ‘bölünmezlik ilkesi’ oluveriyor. Neresini kesip başka bir ilaha vereceksin? Hiçbir parçası diğerinden bağımsız değil ki. Her an bir işte olan Allah, ara vermeye ihtiyacı olmayan Allah, zaten bu yüzden Allah. Yine mürşidiminden yardım alayım: “Herşey herşeyle bağlıdır. Birşey herşeysiz yapılmaz. Birşeyi halk eden herşeyi halk etmiştir. Öyleyse, birşeyi yapan Vâhid, Ehad, Ferd, Samed olmak zarurîdir.” Allah dediğin ancak böyle olur. Böyle olmayan şeyler ‘ilah’ denmeye layık değildirler.

Varlığın cümlesi ezelden yazılmıştır. Hadis-i şerifte ifade buyurulduğu gibi ‘mürekkebi kurumuştur.’ Bütünlüğü Allah’ın ilmindeki kuşatılmışlığının delilidir. Kıyameti bile virgülüdür Onun, noktası değil. Ebeden devam edecek, yani hiç bölünmeyecek, cümlesinin bir virgülüdür. “Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir.” Sen bölmekle kuşatıyorsun diye, Allah, öyle yapmaya mecbur kalabilir mi? Sendeki kusur, hâşâ, Ona ulaşabilir mi?

Kendine bakarken, dilediğince aczine delil bul, ama Allah’ı kayıt altına almaya çalışma. Çünkü empati yapmak, kendini Onun yerine koymaktır, Onu anlamak değil. Onun nasıllığını anlamaksa ya Ona sormak (vahyini dinleyerek) yahut eserine bakmakla (kainatı tefekkür ederek) mümkündür. Ve arkadaşım; insan bölücüdür, akıl bölücüdür, ben/bencillik bölücüdür. Beşer kendi bölücülüğünün zararlarından Allah’a kaçar. Sağlam kalabilmek için. Sınırlarından kaçar. İmzası olan kusurdan kaçar. Şeytandan kaçar. Nefsi en temiz olanımız Aleyhissalatuvesselamın, nefsiyle başbaşa kalmama duası, hem de göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa, böylesi bir korkudan besleniyor. Biz kendi bölücülüğümüzden tevhidin bütünlüğüne sığınırız. Mahluk olmamızın hudutları kaçınılmaz hale getirdiğini biliriz.

İman yalnız ‘olanlara’ değil ‘olabileceklere’ de şifadır. ‘Zalim’ ve ‘cahil’ bölücülüğümüzden evreni kurtarmanın başka çaresi yok. Yaratılmışın öz zehrinden korunmak için bütünlüğün bilgisine ihtiyacı var. Bunu farkettiğinde anlayacaksın ki, o bilgiden uzaklaştıkça, dünyanın sonunu yaklaştırıyoruz. Ve parçaladıklarımız artıyor. Ve kıyamet yaklaşıyor. Evet, insan kıyametini bir yaraymışçasına yanında taşıyor, tıpkı dendiği gibi: “Beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intaç eden bir zehirdir.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Tâlibân şortlu kızlarla başedebilir mi?

"Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir." İlk Dönem Eserleri'nden. Şahsen hiçbir kadına ...