Tarihi yalnızca siyaset üzerinden okumak hatalıdır. Eğer tarihi siyaset üzerinden okursanız, toprak kayıplarına itikadî kaymalardan daha fazla ehemmiyet verirsiniz. Ve Viyana kuşatmasının başarısızlığına, 'tekke ve zaviyelerin kapanması'ndan daha fazla ağlarsınız. Galibiyet Allah'ın elindedir; bir gün size verir, bir gün de sizi sınamak için kafirlere. İtikadî anlamda imtihan ve galibiyet, kafirin dünyevî başarısından bağımsız olarak şu sorunun cevabına bakar:
"Kaybettiğin gün de, Allah'a, galip getirdiği gün olduğu kadar inanıyor musun?" Onun emirlerine/nehiylerine, Allah Resulünün sünnet-i seniyyesine, selef-i salihinin uygulamalarına, mezhep imamlarına ve ictihadlarına... Bunlara hâlâ Mekke'yi fethettiğin günün sıcaklığında ve selabetinde inanıyor musun? Katıksız ve körkütük doğru olduklarını düşünüyor musun? Hakikatin yine senin elinde ve kalbinde kalan olduğuna emin misin? Eğer emin değilsen, işte o zaman mağlubiyetin hakikattir. Ve gerilemen kaçınılmaz. Nitekim karasal gerilemelerin sürekliliği, aslında itikadî gerilemenin kalplerde yaşanmasının bir sonucudur.
Bugün de aynı sorularla karşı karşıyayız. Modernizm, maddî galibiyetten gelen havasıyla aramızda dolaşırken; aç kalmaktan, ölümden çok İslam'ın "Doğru budur!" dediklerini doğru bulmakta zorlanmaktayız. Çünkü bize göre itikadî anlamda doğru olanın dünyada da bir getirisi/başarısı olmalı. Allah bunu garanti etmediği ve 'günleri çevirdiği' hakikatini bize Kur'an'da hatırlattığı halde, bizim dinden beklentimiz; bizi de en az Avrupalılar kadar zevk u sefa içinde yaşatması. Yaşatamıyorsa, o dinde hatalar var veya şimdiye kadar yanlış anlaşıldı.
Bütün ehl-i bid'a fırkalarına bakın hepsinin sapkınlıklarının arkasında bu beklentinin yıkılmışlığı/hırsı var. Dünyayı istiyordu. Allah vermedi. O zaman bu Allah'ın şimdiye kadar emrettiklerine bir bakmak gerek. Belki de yanlış şeyler emrediyordu? Bunu tabii böyle açıkça söyleyemiyor. Dediği daha çok şu: "Belki de şimdiye kadar bize yanlış anlattılar?" Ve bu yolda Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın bizzat sözleri ve uygulamaları bulunan hususlarda bile, (hatta nass-ı Kur'an'da bile) "O zamanlar öyleymiş!" deme cüretinde bulunabiliyor bu heva köleleri. Peki sahabiler, diğer âlimler, mezhepler? Mezhepler zaten ilk kafasına taş vurdukları Habil. İster selefî, ister modernist; hepsinin okun yaydan çıkması gibi öfkeyle ve rahatlıkla teşebbüs ettikleri şey, bugünün başarısızlığı üzerinden üretilmiş bir "Yanlış yapmış olmalıyız!" argümanına yaslanıyor.
LGBT'nin Onur Yürüşü adını verdiği, fakat kalbinde zerre miktar imanı olan herkesin açık yüreklilikle dile getireceği şekilde 'onursuzluğun dibi' olan eylemi twitter'da büyük tartışmalara neden olurken; dindar gençlerin dahi dilinde aynı tereddüdü görebiliyorsunuz. "Saygı duymak lazım!" diyorlar. Belki "Devir hoşgörü devri..." diyen de var. "Onları da Allah yaratmış!" kabilinden daha bir aj/cıtasyonlu savunmalar geliştirenlere de rastlanıyor. Fakat hepsinin özünde gördüğüm: Bu gençler artık şeriatın onlara durmaları gerektiğini söylediği yerden emin değiller. Bırakın hadis-i nebevide söylendiği gibi elle veya dille bir yanlışa müdahale etmeyi, kalplerindeki buğzu bile diri tutamıyorlar. "Saygı duyuyoruz!" söylemi içerisinde muhatap oldukları fiil meşrulaşıyor. Kalpteki imanın en son delili olan 'buğz' dahi yüreği terk ediyor. "Önemli olan insan olmak!" cümlesi, Asr-ı Saadet'te vahyin gördüğü hürmete bedel bir hürmet görerek dolaşıyor dillerinde.
Fakat Allah, 'önemli olan insan olmak' diye buyursaydı; neden ahlakımızın en derununa kadar tesir eden, hayatımızın her anına dahlolan bir şeriat emretsindi? Kur'an'da altıbin küsûr ayet indireceğine, "Adam olun!" cümlesini mübarek nebinin dilinden iletse yetmez miydi? Ne gereği vardı; komşu hakkına, ana-baba hukukuna, cinsel hayata, alışverişe, hatta sokakta nasıl davranmak gerektiğine kadar teferruatlı bir din göndersindi bize? Öyle ya, madem insan olmak yetiyordu, Ebu Talib iman etmese de olurdu, neden üzüldü Allah Resulü onun dilinden kelime-i tevhidi duymadığı için? Ve Hz. Lut aleyhisselam, sapkın kavmiyle neden mücadele etti onca yıl? Saygıyla yaşayıp gitselerdi ya beraber!
Bakınız, küçük gibi görünebilir, ama hiç küçük değil. Biz müslümanlar bu tereddütler içinde şunları ima ettiğimizin farkında değiliz: 1) Kur'an sadece o zamanki insanlara indi. 2) Allah Resulü sadece kendi dönemindeki insanlar için konuştu. 3) Allah, bütün zamanları kuşatacak bir şeriat gönderemezdi. 4) Bizden öncekiler bu dini bozdular. 5) Allah Resulü ve arkadaşları, bu dinin özünü anlayamayacak kadar zevakette ve ferasette bizden geridelerdi. 6) Allah (haşa), insanlara zalim davranıyor... Daha say say bitmez. Zaten bütün normalleştirmelerin özünde yatan şey şu: Dinin de seküler ilimler gibi zamanla gelişiyor olduğu düşüncesi. Halbuki din zaten zirvesine vurdu ve Hz. Resulullah döneminde rıza-i ilahîye uygun yaşamanın en üst seviyesine çıkıldı. Bundan sonra biz geriliyoruz. Yapabileceğimiz en iyi şey, onların bize bıraktığı mirasa elimizden geldiğince sahip çıkmak. Üstüne çıkmamız diye birşey sözkonusu değil.
"Recep'le Şaban'ın aşkına Ramazam engel olamaz!" sloganıyla pankart açıp dinimizi alaya almalarını bir kenara bırakıyorum; o sapkınların, o çirkin fiileri üzerinden bir müminden talep edecekleri hiçbir saygı olamaz. Mümin harama saygı duyan değil, karşı durandır. Şartlar el veriyorsa eliyle, şartlar el vermiyorsa diliyle durdurmaya çalışacak; şartlar daha da müsaadesizse en azından kalbiyle buğzedecek olandır. Suyuna gidecek veya hoşgörecek insan değildir. Bu noktada onu sınırlayacak olan da liberal ahlak ve hümanist düşünce değil; şeriatın sınırlarıdır. Yani haram işleyene uygulanacak yaptırımlar şeriat dairesinde nass-ı Kur'an, sünnet-i nebeviye, kıyas ve icma yoluyla zaten belirlenmiştir. Fıkıhta hepsi açıktır. Bir müslümana düşen, "Ya bu zamanda olmaz öyle şeyler..." demek değil, Allah Resulünden kendisine temiz eller üzerinden taşınmış bu mirastan razı olmaktır. Şeriatın çerçevesinde, ifrat ve tefrite düşmeden, hal çaresine bakmaktır.
Laik bir devlette yaşıyoruz. Bu belki işin ancak bir devlet otoritesince sağlanabilecek kısmına dahil olamayışımızı açıklayıcı bir hale getirebiliyor. Fakat haramı hoşgörecek, 'bu zamanın ilcaatı' nevinden kılıf bulacak da değiliz. Ona da buğzederiz. Gücümüz yetiyorsa dilimizle, gücümüz yetiyorsa elimizle; yine hukuk-u şeriat içinde kalarak tepkimizi gösteririz, göstermeliyiz. Her günahın normalleşmesi, onu hoşgörmekle başlıyor. Hoşgörmek meşrulaştırmanın ilk adımıdır. "Ya onlar da öyle yaratılmış" deyip, sanki hiçbirimiz günah işlemeye müsait yaratılmamışız gibi imtihanın amacını unutmak yanlış.
Zaten imtihan 'günah işlemeye müsait yaratılmışların buna karşı koyması' üzerine dönüyor. Sen hırsızlık yapabilirdin, yapmıyorsun; ben içki içebilirdim, içmiyorum. O da kendi içindeki çirkin temayülata 'dur' demek zorunda. Hepimiz birşeylere 'dur' diyoruz. İmtihan bu. Kardeşlerim, son cümlelerim: Allah'ın dininden razı olun. Allah'ın emir ve yasaklarından razı olsun. Çünkü Allah, ancak dininden razı olanlardan razı olur.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
Bu kadar temel bir meselenin bile izah edilmek zorunda kalındığı acayip bir zamanda yaşıyoruz.
YanıtlaSil