3 Ağustos 2015 Pazartesi

Senai Demirci ne yapmaya çalışıyor 2: Nursîcilik yapmadan Nurculuk olur mu?

Bir kimseyi mürşid edinmek, ...'cı olmaktır. Eğer ...'cı olmazsanız, zaten onun bakışaçısını kuşanmaya çalışmazsınız. Tedrisinin önünde diz kırmazsınız. Halinden hallenmez, dilinden ballanmazsınız. Kendi 'görenizi' terk edip onun 'hakikatine' koşmazsınız. Yazılarımı okuyanlar bilirler. Ben, Bediüzzaman hakkında, maaliftihar, altını çize çize, vurgulaya vurgulaya, dilime şeker-şerbet, 'mürşidim' ifadesini kullanırım. Üstelik pek sık kullanırım. (Eski yazılarımda daha az görülebilir. Çünkü bu kadar önemsemiyordum. Fakat ortaya çıktığını düşündüğüm yeni ve de sağlıksız temayüller nedeniyle artık daha sık istimal etmeye başladım.) Bunu yapmamın iki sebebi var. Bu sebeplerden birisi içeriden. Diğerisi dışarıdan.

Efendim, ehl-i sünnetin bir parçası olan Nur mesleğinin hassalarından birisi şudur ki; Risale-i Nur kendine müşteri aramaz. Müntesib sayısı da dahil, nicelik ifade eden hiçbir rakamla işi yoktur Nurculuğun. Bediüzzaman'ın çok tekrarla vurguladığı birşeydir bu. Örnek mi lazım? "Hem, müşterileri de aramaya mecbur değiliz. Müşteriler yalvarmalı." Veya şunu da alıntılayabilirim: "Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil." Fakat ne büyük teessüf ki, Bediüzzaman'dan bu dersi alan Nurcu grupların çoğunluğu, özellikle de yarışa dahil olan Gülen örgütünün ağız sulandıran/imrendiren hızlı büyümesiyle, bir rakamsal büyüme hastalığına tutulmuşlardır. Bu büyüme hastalığı, bu kemiyet/nicelik övgüsü, peşisıra ikinci bir vartayı daha Nurcular içine sürüklemiştir: Kendini başkalarının gözünden değerlendirme ve muhabbetlerine mecbur bile...

Bunu neden bir varta olarak görüyorum? Onu da izah edeyim: Bir ekolün duruşunu kendi metinlerinden değil de muhataplarının kendisine karşı olan tavırlarından belirlemeye başlaması, onun mesleğinden sapmalar yaşamasının alametidir. Kâfirûn sûresinin öğütlediği izzetli duruş, yani 'sizin dininiz size, benimkisi bana...' duruşu, mümine ayaklarını bastığı yerin konumunu kendi içinde anlamlandırmasını öğütler. Yine Uhud yenilgisinden sonra gelen ayetler de, müminlere, hakkın yanındaki duruşlarını Bedir'in galibiyetine veya Uhud'un mağlubiyetine göre değil; hakkın hak oluşuna göre belirlemelerini salık verir: "Eğer siz (Uhud'da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir'de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez."

Bu ve benzeri ayetlerin bize öğütlediği şeyi, büyük düzlemde 'vazife-i ilahîyeye karışmamak' okuyan Bediüzzaman, daha alt bir düzlemde de 'müşteri aramamak' olarak okumuştur. Çünkü Ankebût ve Ra'd sûrelerinde söylendiği gibi: "Peygamber'e düşen, yalnız açık bir tebliğdir." Peygamber varisi olan âlimler de ancak bunu yapabilirler. Ötekinin peşine düşmenin maliyeti ise, 'o günlerin insanlar arasında döndüğü' hakikatine körleşmek ve günlerin dönüşüyle günü kaçırmamak için 'dönmeye' başlamaktır. (İslam'da bir modernizm/reformizm, seküler düzene uygun yeni bir kurgulama amaçlayanların zihin kodlarında da bu maraz vardır.)

Kadim bir tartışmadır: "Risale-i Nur'un tebliğ metodunda neye öncelik verilmelidir? Bediüzzaman'ın şahsiyetine mi? Yoksa Risale metinlerine mi? Yoksa Risale metinlerinin Kur'an'ı anlattığına mı?" Herhangi bir sempozyum/seminer metni hazırlanırken veya hatta en önemsizinden bir kitap ismi belirlenirken bile bu hassasiyet akıllarda not olarak durur. "Bu ismi koyduk ama... Vurgu Bediüzzaman'ın şahsına dönük oldu sanki. Bunu biraz daha böyle Risale merkezli yapalım!" Yahut da "Şimdi bu Risale-i Nur'u anlatıyor ama... Bizim bunun içindeki Kur'an vurgusunu önplana çıkarmamız lazım. Yani Risale-i Nur'u Risale-i Nur için değil, Kur'an için kullanmamız lazım." Ki bu noktada endişeleri destekleyen metinler de vardır külliyatta: "Meselâ, bir adam İbn-i Hacer'e nazar ettiği vakit, Kur'ân'ı anlamak ve Kur'ân'ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer'in ne dediğini anlamak maksadıyla değil." Fakat burayı alıntılayanlar metnin devamını unuturlar: "Bu ikinci tarik de zamana muhtaçtır." Ve Bediüzzaman, bu ikinci maddenin ardından daha idealize ettiği bir madde daha söyler: "Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarikatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak, üstünde Kur'ân'ı gösterip, Kur'ân'ın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın va'zına nisbeten, bir tarikat şeyhinin va'zındaki olan halâvet ve câzibiyet bu sırdan neş'et eder."

Muhakemat'ta geçen bu ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla Bediüzzaman üçüncü yolu, ikinci yoldan daha tercih edilir ve muteber bulmaktadır. (Şaşırmayın, mutasavvıfın yanlış yaptığını değil, en doğrusunu başardığını düşünmektedir.) Elbet, müellif kendisi de bu yolu takip etmiştir. O halde bir kısım Nur talebeleri neden fıtrî ahvalin ölümünü çağrıştırır ikinci bir niyetle Bediüzzaman'ı "Bediüzzaman ne diyor?" diye değil, "Kur'an'dan ne söylüyor?" şeklinde okumayı salık vermektedirler? (Risale-i Nur, 'Bediüzzaman ne diyor?' diye okunabilir mi ki?) Neden Bediüzzaman'ın isminin vurgulandığı yerlerde bir tereddüt yaşamaktadırlar?

Hatta Senai Demirci abi gibi, içimizden birileri dahi, neden sürekli 'Bediüzzaman' demek yerine 'Said Nursî' demeyi tercih etmektedirler? Bu tercihteki kasıt nereden beslenmektedir? Ki malumunuz, Demirci abi, Bedri Gencer'in Bediüzzaman'a, Nurculara ve Risale-i Nur'a dair yaptığı haksız eleştirilerin ardından da şöyle bir twit atmıştır: "Nur talebeliğini 'Said Nursi'cilik' olarak anladığımız sürece, 'yanlış anlama'ya dayalı bu eleştiriler sürecek..." (Daha evvel de Senai abinin benzer bir terkiple 'ehl-i sünnetçilik' eleştirisi yaptığını hatırlıyorum.) Bu derece alttan alış, suçu kendinde arayış, aynı zamanda yukarıda dikkatinizi çektiğim 'karşı taraf üzerinden kendini değerlendirme' hastalığına düçâr olduğumuzu göstermez mi? Ancak bu noktada insaflı olalım. Senai abinin dikkat çektiği şey, eğer Bediüzzaman'ın şahsî kemalatının/hatıratının vurgulanıp Risale-i Nur'un çizdiği tefekkür yolunun ötelenmesi ise, bu hakikaten bir eksikliktir. Bir istikamet yitirilişidir. Fakat yine de Senai abi yanlıştadır, çünkü bu ötekinin yanlışlığı üzerinden doğrulanamaz. Yani Said Nursî'cilik yapılmadan Nurculuk yapılamaz. Çünkü mürşidin hayatı da tebliğin bir parçasıdır. Bediüzzaman'ın yukarıda övdüğü ehl-i tarikat bunu hep böyle uygulamıştır. Şah-ı Nakşibendî (k.s.) olmadan Nakşibendîlik, Abdulkadir Geylanî (k.s.) olmadan Kadirîlik olamaz. (Allah hepsinin şefaatine nail eylesin bizi.) Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatı Kur'an'dan ayrılabilir mi? "Mu'cize-i Muhammedî, aynı Muhammeddir."

"Evet, âyine muhafaza edilmeli, çünkü mazhardır. İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir, Cenâb-ı Haktan gelen feyze mâkes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. Vesilelikten fazla, feyiz noktasında makam verilmemek lâzımdır."

Şimdi, tam da bu aynaların duruşunu belirlemede ifrat ve tefrit ekseninde oturuyoruz. Kimimiz aynaları muhafaza etmeyecek, hatta bırak muhafazayı kırmaya çalışacak kadar kafayı yemiş durumda. Feyzin makese ihtiyaç duymadığını düşünüyorlar. Hatta makeslik iddiasını şirke eşdeğer sayıyorlar. Makes olmazsa, feyzin onların yansıtıcılığını yitirmiş karanlık kalplerine yağmayacağını veya tam olmayacağını ise düşünemiyorlar. Diğer bir kısım ise ayna ile meşgul, feyzin celbine yeterli vakti ayıramıyor. İstikameti/dengeyi koruyamıyor. Ancak yine de aynanın aydınlatmanın bir parçası olduğunu unutmamak gerek. Ne Kur'an müslümanlığı taifesinin sünnetten hariçte kalmış müslümanlığında bir hayır var, ne de ayna ile feyzin geri kalanını unutacak kadar meşgul olanlarda...

Fakat ben kendi adıma konuşursam: Maaliftihar Said Nursî'ciyim. Müderrisin dersiyle müderrisin zatının bir bütün olduğunu düşünüyorum. Kur'an'ın Allah Resulünün bir mucizesi olması gibi, Allah Resulünün de Kur'an'ın bir mucizesi olduğuna kaniyim. Üç küllî muarriften hiçbirisinin fazlalık olduğunu sanmıyorum. Bediüzzaman'ın veya Risale-i Nur'un veya Kur'an'ın bizim kurgu dokunuşlarla öncelik/sonralık veya takdim/tehir vermemize ihtiyacı yok. Bizim bu bütünlüğü unutmamaya ihtiyacımız var. Yoksa ayna güneşi her zaman gösteriyor.

(Not: Bu yazı vesilesiyle bana "Neden Bediüzzaman'a mürşidim diyorsun? Mürşid olan Risale-i Nur'dur veya Kur'an'dır..." diyenlere de bir cevap verebildiğim kanaatindeyim. İtiraz edenler üzerlerine alınmayı unutmasın diye not düştüm. Bediüzzaman'ın şahsını geri plana alışını yanlış anlıyorsunuz. Onun Risale-i Nur'u gösterip kendini saklamasını yanlış yorumluyorsunuz. Hayatı delili olmayan mürşid olamaz. "Ben de Kureyş'ten kuru et yiyen bir kadının oğluyum..." derken Allah Resulü 'Beni önemsemeyin!' demiyordu. Dengeli bir önemseyiş istiyordu. "Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü!" diyen sahabiler de onu yanlış anlamadılar.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...