Benim, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî kitabında rastladığım bu makaleye cevap yazanlardan birisi de o dönemde Daru'l-Hikmet'in âzâsı olan Bediüzzaman. O cevabî makale de aynı kitapta mevcut. Merak edenleri havale ederek detay vermeyeceğim. Fakat meselenin şu kısmı manidardır: Mürşidim, daha sonra telif ettiği 27. Söz/İçtihad Risalesi isimli eserine de Cenab Şehabeddin'in ilgili yazısını hatırlar/hatırlatır şekilde başlıyor: "İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mâni vardır."
Bu yönüyle 'dinin modern hayata uyumlu olması' talebiyle içtihad kapısının açılmasını isteyen Cenab Şehabeddin'in gözünde Bediüzzaman'ın da bir 'din jandarması' olduğunu anlıyoruz. Bugünlerde de 'din jandarmalığı' yapmakla suçlanan bir dolu isim olduğundan, bu miras beni o yaftayla karalanmaya çalışılan insanlara karşı daha 'anlayışlı' kılıyor. Mesela; bugün Ebubekir Sifil Hoca'nın da benzeri suçlamalara maruz kaldığını biliyoruz. Daha başka isimler de var. Peki, bu isimleri bu suçlamalara maruz kılan nedir? Bence yüzyıl önce Bediüzzaman'ın benzeri suçlamalara maruz kalmasına sebep olan şeylerden başkası değil. Reformist veya modernist, bizim tabirimizce ehl-i bid'a kimselere karşı ehl-i sünnetin kodlarını ve mirasını koruma/savunma çabaları...
Herkesin ifratı kendisini bağlar. Selefî çizgiye yakın bazı isimlerin önlerine geleni tekfir etmeleriyle; ehl-i sünnet çizgisini, Bediüzzaman'ın ifadesiyle cadde-i kübrayı korumaya çalışanları karıştırmamak gerekir. Biz bugün 'kurdun gövdeye girdiği' bir ortamda yaftalamalara karşı iki kere dikkatli olmak zorundayız. Nitekim, belki bir-iki yıl önce duyduğum bu tabirlerin artık hakkımda da kullanıldığını işitiyorum. Halbuki âlim bile değilim. Çoğu zaman yaptığım, sahipleri tarafından genel-geçer sanılan sözler hakkında 'acaba' sahibi olmak.
Şu da dikkat edilmesi gereken bir meseledir ki: Bugün ehl-i sünnet ve'l-cemaat, reformist ve modernist çizginin temsilcileri tarafından emeviliğin, selefiliğin veya vahhabiliğin mümessili gibi gösterilmeye çalışılıyor. Sünnet-i seniyyenin dindeki yerini önemseyen herkes bu kalıba iteklenirken güya Kur'an namına binbeşyüz yıllık İslam mirasını ayakaltına alanlar da cadde-i kübrayı sinsi sinsi sahipleniyor. Geçtiğimiz haftalarda Diyanet İşleri'nin sünnetin önemini hatırlatır bir hutbesinden dolayı şahit olduğumuz 'kaşıntılar' da bu durumun en büyük şahidi. Dini değiştirmeye çalışanlar dinin aslına dair yapılan her vurguyu dinin aslına yapılmış bir saldırı gibi lanse ediyorlar.
George Orwell'ın 1984 romanında isimlendirdiği ve izah ettiği şeylerden birisidir: Karşıt-söylem. Karşıt-söylem bir psikolojik harp taktiği ve silahıdır. Kendinizi olduğunuzun tam tersiyle tarif ederek veya isimlendirerek muhatabımızı sizin olduğunuz yere iter, mahkum edersiniz. Haksız olmanıza rağmen hakkın psikolojik üstünlüğünü korursunuz. Bunun Türkiye'deki bir örneklemesi olarak CHP'yi görüyorum ben. CHP'nin açılımı nedir? Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Peki, hakikatte CHP nasıl bir partidir? En devletçi ve en totaliter/otoriter/oligarşik yapıdır. İktidarı tekelinde bulundurduğu dönemde de bu kimliğinin hakkını vermiştir. Ancak aynı CHP kendisini olduğunun tam tersi bir noktada konumlandırarak sürekli muhatabını 'kendisi gibi olmakla' suçlar.
Bunun bir benzerinin de modernistlerin elinde 'uydurulmuş din' ve 'indirilmiş din' söylemi üzerinden yapıldığını düşünüyorum. Mesela; binbeşyüz yıldır cadde-i kübrayı oluşturan ehl-i sünnet mirasını 'hurafeler zinciri' olarak göstererek 'uydurulmuş din' alanına kıstırmak isteyen modernistler, kendilerini ise binbeşyıl sonra sayelerinde ortaya çıkan 'asıl/indirilmiş din'in mensubu olarak lanse etmeye çalışıyorlar. Halbuki bu tam bir cerbezedir. Orwell'ın işaret ettiği karşıt-söylem taktiğidir. Bediüzzaman da Lemaat'ta bu yönteme işaret eder şekilde der ki:
"Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."
Birşeyin aslının sonradan ortaya çıktığı iddiası zaten sorunlu bir söylemken bir de bu iddianın hak din hakkında kullanılması iki kere problemlidir. Hak din olan İslam'ın hakikatinin ortaya çıkması sonradan olmuşsa/oluyorsa, o nasıl geldiği dönemin rehberi/güneşi olmuştur? Ve ondan binbeşyüz yıl uzaklıkta bulunan bugünün yabanileri nasıl sosyolojik ve kronolojik olarak bu kadar geriden baktıkları birşeyin aslını anlamışlardır? Üstelik bahsettikleri bu asıl(!) bugüne gelen mirasın çoğu noktada hilafına işaret etmekteyken...
Ali Şeriati'nin İslam Nedir'de güzel bir sözü var: "Bir dini anlayabilmek için onun tanrı tasavvuruna bakmak lazımdır." Bunların 'indirilmiş dinini' anlamak için de biraz Allah tasavvurlarına bakmak yeterli olur. Bunlara göre Allah, dini indirmiş fakat koruyamamış, aslını ancak binbeşyüz yıl sonra bu malumatfüruşlar sayesinde ortaya çıkarmıştır.
Ben şimdi hem 'din jandarmalığı' hem 'ehl-i sünnetçilik' tabirleri için 'karşıt-söylem'i hatırlamanızı isteyeceğim. Acaba binbeşyüz yıl sonra ortaya çıkıp dipçik zoruyla dini değiştirmeye çalışan jandarmalar ehl-i sünnet uleması mıdır, yoksa bu süper kahraman arkadaşlar mıdır? 'Acaba' diyen herkesi yakaladıkları gibi 'uydurulmuş din' mensubu sayan bu arkadaşlar mı acaba birşeyin 'çilik'ini yapmaktadır, yoksa musavvibe mesleğiyle ve hak mezheplerin/tariklerin kucaklayıcılığıyla birbirine hürmetkâr ehl-i sünnet mensupları mı 'çilik' sahibidir? Müslüman, ehl-i sünnetin istikametli dairesinin çizgilerini korumada hassasiyet sahibi olmayacaksa, acaba imanın taraftarlığı başka ne işine yarayacaktır? Bu konu bugünlerde beni hem güldürüyor hem düşündürüyor. Sizinle de paylaşayım istedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder