Bediüzzaman'ın tedrisinin iki şekilde olduğunu farkediyorum. Bunlardan birincisi daha doğrudan gerçekleşiyor ve izahlı/isbatlı marifet aktarımından oluşuyor. Erkan-ı imaniyeye veya ibadetlerin ehemmiyetine veya takvanın zaruretine dair izahlarını hep bu sadedde örnek olarak gösterebiliriz. İkincisi ise biraz daha talibin dikkatine ve gayretine bırakılmış bir 'farkedişe' ve 'yoğunlaşmaya' bağlı. Buna verebileceğim en kolay örnek 'tevafukatla' ilgili bahisler.
Böylesi kısımlarda müellif-i muhteremin paylaştığı bilgi daha kuşatılmaz bir üslûb içinde geliyor. Farkettiği tevafuklar üzerinden bizde tevafuk aramaya/kollamaya dönük bir hassasiyet oluşturuyor. Yaşadıklarımıza alınganlığımızı arttırıyor. Bir nur talebesi, Üstad'ından "Hayatındaki tevafukları ara!" ödevi almadan geliştiriyor bu yönünü. Çünkü mürşidinin keşfedişleri onu meraklandırıyor/heyecanlandırıyor. Birinci yöntem, bir babanın oğluna namazın nasıl kılındığını ve ehemmiyetini anlatışı gibi; ikinci yöntemse babanın namazlarında gösterdiği hassasiyetle oğlunu 'ilgi duyar' hale getirmesine benziyor hal diliyle.
Nur talebelerinin kolaylıkla kabul edeceği birşeyden bahsettiğimi düşündüğümden uzun uzun delillendirmeyeceğim. Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Risale-i Nur metinleriyle aşinalığı artmış bir insanın dilinden 'tesadüf' kelimesi uzaklaşırken, 'tevafuk' kelimesi nasıl da yaklaşıyor! Hatta ilk dönemlerinde, daha dilinin yeni yeni bu güzel âdeti kaptığı zamanlarda, 'tesadüf' dediği zaman ya kendisi düzeltmeye çalışıyor veyahut çevresindekiler 'tevafuk' olduğunu hatırlatarak ona tevhidin bakış açısını yeniden yüklüyorlar. Bu o kadar güzel birşey ki! Nur talebeleri birbirlerini en kolay böyle tanıyorlar. 'Tevafuk' kelimesini kullanmaya alışmışsa, büyük ihtimal, o bir nurcudur. Ve bu alışkanlığı kazanırken Üstad'ından aldığı bir tane bile şöyle nasihat yok: "Bundan sonra tesadüf demeyeceksiniz, tevafuk diyeceksiniz!" Demeden diyor mürşidimiz bunu bize.
Risale-i Nur'un, özellikle Bediüzzaman'ın kendi hatıralarını/halini veya talebelerinin kendi yaşadıklarını/hallerini anlattıkları bölümlerin böylesi bir 'demeden deme' eğitimi içerdiğine kaniyim. Hatta İmam-ı Azam'a (r.a.); "Âlimlerin güzel ahvalinin anlatılması bana fıkıh ilminin birçok meselesinin müzakere edilmesinden daha hoş gelir..." dedirten veya Süfyan b. Uyeyne'ye (r.a.) 'salihlerin anıldığı yere rahmet iner'i söylettiren sır bu. Hem zaten Kur'an-ı Hakîm de demiyor mu: "Elbette onların hikâyelerinde akıl sahipleri için ibret vardır..." İşte bu ibret, bir yanıyla kıssaların içinde barındırdığı hisseler, yani 'demeden deme' eğitimidir. Allah dostlarının hayat hikayelerini bilmek, okumak, dinlemek ve anlatmak bu yüzden önemlidir. Çünkü Allah da 'dostlarının kıssalarını' kelam-ı ezelisinde anlatmıştır.
Tevafuk meselesine geri dönelim. Bu sıralar kütüphaneden aldığım kitaplar genelde aynı dönemin yazarlarına denk geliyor. Stefan Zweig, Uwe Timm, Hermann Hesse, Christopher Isherwood, Vasili Grossman... Bu yazarların tamamı II. Dünya Savaşı'na bir yanından dokunmuş/yaşamış insanlar. Kimisi savaşın etkisiyle intihar etmiş, kimisi uğradığı sarsıntılar nedeniyle rahatsızlanmış ve tedavi görmüş, kimisi o savaşta kardeşini kaybetmiş, kimisi de annesinin yakılmak üzere götürüldüğünü ve buna engel olamadığını asla unutamamış. Savaşın her kesiminden insan vardı bu kitapların içinde. Sovyet tarafında savaşan, Alman tarafında yeralan, savaşa hiç müdahil olmamış ama uzaktan dizlerini dövmüş...
Hepsinin de bana hissettirdiği şuydu: II. Dünya Savaşı sadece şiddetin zirve yaptığı değil insanlığın da dibe vurduğu bir dönem. Mesela; Vasili Grossman, Yaşam ve Yazgı'sında sadece Almanların değil Rusların da sebep olduğu ölümleri anlatıyordu. Hatta işgal edilen bölgelerinde Ruslar bizzat yahudi komşularını Almanlara ihbar ediyorlardı evlerindeki eşyaları paylaşabilmek için. Alman ordusunda Ruslara karşı savaşırken ölen abisinin günlüklerini okuyan Uwe Timm de kırıntı kadar olsun bir 'pişmanlık' izi arıyor ama bulamıyordu. Yaşananlardan dolayı hiçkimse "Yanlış yapıyoruz!" hissine kapılmamıştı.
Bütün bunları okuduğum dönemde bir de film izledim. Yine tam olarak ne bulacağımı bilmeden/aramadan. Stanley Milgram'ın hayatını anlatan Deney (Experimenter) filmi. Film sırasında ismiyle meşhur olmuş deneylerinin amacını şöyle anlatıyordu Milgram: "Gayet medeni olan Avrupalı insanlara II. Dünya Savaşı'nda ne olduğunu anlamaya çalışıyorum." İkisi de Avrupa kökenli olan Stanley Milgram ve Solomon Asch, savaşın ardından bu soruyu sorma ihtiyacı hissetmiş ve adlarıyla anılan 'insan kararlarında çevre etkisi ve itaat' temalı deneyler yapmışlardı. Sonuçlar hakikaten ilginçti. Fakat o konuya da girersem yazı çok uzayacak. Merak edenleri filme ve ilgili kitaplara yönlendirmiş olayım.
Tam bu okumalardan ve izlemelerden sonra, bir proje kapsamında, Niyazi Beki Hoca'yla sohbet edebilme imkanım oldu. Sohbetimiz sırasında Bediüzzaman'ın Kastamonu Lahikası'nda geçen ve üzerinde pekçok tartışma yaşanmış bir mektubunu da müzakere ettik. İmam Eş'arî'den (r.a.) İmam Gazalî'ye (r.a.) uzanan Eş'arî çizgideki 'ehl-i fetret' yorumlarını ve bu yorumlar ekseninde Bediüzzaman'ın masumiyet ve mazlumiyete bakışını anlattı Niyazi Hoca o sohbette. "Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu..." diye başlayıp devam eden mektubun detayları bir yana, Niyazi Hoca'nın bir hatırası, metnin bambaşka bir yönüne dikkatimi çekti.
Aklımda kaldığı gibi/kadar aktarayım. Bir keresinde, Vatikan temsilcisi Thomas Michel, Bediüzzaman'ın bu mektubunu çok ilginç bulduğunu söyleyerek şöyle demişti Niyazi Hoca'nın da bulunduğu bir mecliste: O dönemde Avrupalılar o kadar kötü durumdalardı ki, bırakın başka din mensuplarını, hristiyanlar hristiyanların masum veya mazlum olabileceğini düşünmüyorlardı. Saflar çok keskinleşmişti ve iki taraf için de karşı tarafın masumu yoktu. Sivillerin yaşadıkları yerler bile bombalanıyordu. Ama Bediüzzaman, savaşa müdahil olmamış bir müslüman ülkeden Rusya'daki masumlar için acısını dile getiriyor. Masumluklarından ve mazlumluklarından bahsediyor. Bu çok ilginç birşey...
Bu hakikaten çok ilginç birşey. Sanırım o mektubun neden yazıldığına dair bir hikmet pırıltısı daha gülümsüyor bize bu vesileyle. Evet, o mektubu yazmak ve ehl-i sünnetin masumiyet ve mazlumiyet çizgisini hatırlatmak sanıyorum II. Dünya Savaşı yıllarında sadece Bediüzzaman'ın şefkatiyle açıklanamayacak bir durum. Acaba savaş sırasında müslümanlar daha çok kimin tarafını tutuyordu dersiniz? Rusya'nın mı, Almanya'nın mı? Ben Almanya şıkkını daha büyük ihtimal gibi görüyorum. (Tam bu noktada Bediüzzaman'ın I. Dünya Savaşı'nda Ruslara karşı savaştığı, yeğenini ve talebelerinin birçoğunu o savaş sırasında kaybettiğini ve hatta Rusya'da esir tutulduğunu hatırlayalım.) Taraf tutan, tuttuğu tarafın zulmünü görmemeye yatkındır. Yani demem o ki: Belki bu da bahsettiğim o gizli derslerden. Doğrudan "Şöyle yapın!" demeyen türden, ama 'bir müslümanın nerede durması gerektiğini' de hatırlatan cinsten. Savaş zamanı bile olsa bize karşısında olduğumuz tarafın 'masumiyet' ve 'mazlumiyet'ini hatırlatıyor. Sahi, fitne zamanlarında bu hatırlatmayı yapacak kaç âlimimiz kaldı?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder