21 Nisan 2025 Pazartesi

Celal Şengör'den itikad alınır mı?

Cemal Yıldırım Hoca'nın 'Bilim Tarihi' nâm eseri bazı konularda kafa gözümü açtı arkadaşım. Şöyle ki: Bilim dediğimiz şey aslında epeyce bir 'dönemsellik' içeriyor. Evet. Zamana göre bilim olan şey de değişiyor. Sözgelimi: Aristo gökbilimi kendi zamanı için en geçerli bilgi/bilim oluyor. Ancak 'cevap veremediği sorular' çoğaldığında devrilip yerine başka bir gökbilim anlayışı yerleşiyor. Sonra bu ikinci gökbilim anlayışı da 'cevap veremediği sorularla' karşılaşınca tahttan indiriliyor. Boşluğuna 'daha fazla yanıt verebilen' bir başkası kuruluyor. Lakin, yok, bu üçüncüsü de tahtında ebediyen kalamıyor. İşte bu yönüyle 'bilim' aslında 'dönemsel' birşey. Bir zamanlar Newton fiziği vardı. Şimdi Kuantum fiziği konuşuluyor. Belki ileride de bir başkası konuşulacak... Fakat, burada, dikkat edilmesi gereken şöyle bir detay var:

Bu bilim anlayışlarının tamamı kendi dönemleri için 'işe yarar' sayılıyorlar. Meşru görülüyorlar. Hatta başka anlayışları baskılayıcı birer 'norm' olma istibdadına sahipler. Zaten bir süre başlar üstünde gezinmelerinin sebebi de 'işe yaramaları' oluyor. Dünyanın merkezde, diğer herşeyin etrafında olduğunu, yani döndüğünü, savunan evren anlayışı dahi denizciler, takvimciler vs. için işe yarar özelliklere sahip. Yani bilimselliğin 'sonsöz olma iddiası' bir yanlış anlamaya dayanıyor diyebiliriz. O da şudur: 'İşe yarıyor olmak' ile 'hakikat olmak' arasındaki nüansı gözetemeyişleridir. Evet. Bir bilgi 'işe yarıyor' olabilir ama 'hakikati ifade ediyor' olmayabilir. Zira hakikat 'bütünde geçerli olan'dır. Bilimsel bilgiyse 'parçalarda iş görür gerçekler'den ibarettir. Yani bilim, tanım olarak, 'kendi zamanında en geçerli olan bilgi'dir.

Bilim felsefecilerinin bilimcileri en çok hırpaladığı konulardan birisi de budur: Bilimin, parçalarda eriştiği 'işe yarar bilgilere' dayanarak, 'bütünün anlamında iddialaşmaya' hakkı var mıdır? Karl Popper gibi isimlerin metinlerine baktığınızda bilimcilere bu hakkı vermediklerini görürsünüz. Bilimin, ulaştığı bilgeliğin hiçbir aşamasında, "Hakikati buldum!" demeye hakkı yoktur. Ancak şunu söyleyebilir: "Bugün öncekinden daha az yanlış içindeyim." Gerçi 'Daha az yanlış içindeyim' iddiasını da geçerli bulmayanlar olmuştur. Fakat oralara kadar gidip yazıyı uzatmayalım. En temelde şunu kavrayalım arkadaşım: Parçada işe yarar olanın, muvakkaten, muamelatta 'gerçek' muamelesi görmeye hakkı olabilir. Lakin sanki bütünün bütün köşelerine ulaşmış, varlığın her sırrını çözmüş, cümle detayını fâşetmiş, hatta sorulabilecek soruları da bitirmiş/cevaplanmış gibi davranmaya hakkı yoktur. Zira tecrübe göstermektedir ki, her yeni zaman dilimi, kendi bilim anlayışını sorgulamaya gebedir. Yeni uyanışlara açtır. Ve Allah tedricen yaratışına aşina eder.

Demek istediğimi, bu defa Ömer Demir Hoca'nın 'Bilim Felsefesi' isimli eserinden, bir iktibasla açmak istiyorum:

"(...) doğru olmayan bir kuramın pratikte nasıl kullanılabilir olduğu sorusuyla karşılaşırız. Popper'ın bu soruya cevabı oldukça ilginçtir: 'Her yanlış önermenin belirsiz sayıda doğru sonuçları vardır.' Bu yüzden, bir teorinin varsayımlarından bir veya birkaçının yanlış olması, teoriden elde edilen sonuçların tümünün yanlış olması sonucunu getirmez. Örneğin: Pazar günü birisi 'Bugün günlerden cumadır' dediğinde bu önerme yanlış olur. Fakat bu yanlış önermeden yola çıkılarak elde edilen ve 'Bugün pazar değildir' hariç, 'Bugün pazartesi değildir' ya da 'Bugün salı değildir' gibi önermelerin tümü doğrudur. Yani, çoğu zaman ve durumlarda, yanlış bir önermeye dayanarak doğru önermelere ulaşmak mümkündür. Buradan şöyle bir sonuca varılabilir: Kesinliğini bilmediğimiz ama yanlışlanabilme ihtimali olan bütün önermelerin kullanılabilir doğru sonuçları vardır. Bu, aynı anda birbirleriyle çelişen sonuçları olan teorilerin birlikte nasıl kullanılabildiğini de çok yalın bir mantıkla açıklamaktadır. Popper'a göre, sonuçta, her bilimsel önermenin 'kullanılabilir sonuçlar'a sahip olması için doğru olması gerekmemektedir. Hakikate yaklaştığımızı bilmekle birlikte, elimizde nihai olarak ulaştığımızı garantileyecek hiçbir yöntem yoktur."

Cemal Yıldırım Hoca'nın Bilim Tarihi'ndeyse aynı mevzuun 'daha sahadan' bir misalini okuruz:

"(...) Antikçağın en büyük astronomi gözlemcisi Hipparkus'tu. Hipparkus'un sistemi, temel varsayımları yanlış olmakla birlikte, gözlem sonuçlarını temsil yönünden başarılıydı. Arzı merkez kabul ederek; Güneş, Ay ve gezegenlerin görünürdeki hareketlerini, herbirinin belli bir yörünge veya episiklde taşındığını, bu yörünge veya episiklin de daha büyük ve çembersel bir yörüngede taşındığını tasavvur etmekle açıklıyordu. Bu yörünge ve episikllerin konum ve boyutları doğrudan gözlemle saptanabiliyordu. Bu gözlem sonuçlarının toplandığı tablolara bakarak; Güneş, Ay, ve gezegenlerin gelecekte herhangi bir andaki konumlarını, Ay ve Güneş tutulmalarını büyük bir doğrulukla saptama olanağı sağlanmıştı."

Dünyanın evrenin merkezinde olduğunu tasavvur eden yanlış gökbilim anlayışı Kopernik'e kadar dayandı. Zira o da 'işe yarıyor'du. Denizcilerin işini görüyordu. Takvimcilerin ölçümlerine elveriyordu. Einstein hayalgücüyle ortaya çıkana kadar da Newton fiziği gayet kullanışlıydı. (Halen de kullanışlıdır.) Kuantum fiziği argümanlarıyla ortaya çıkana kadar da Einstein zirvedeydi. Bugün sahip olduğumuz 'bilimsel gerçeklikler' de böylesi bir 'ara dönem' mahsulü olabilir. Bilim, metodolojik olarak, parçadan bütüne doğru gittiği için, bu onun yapısal bir problemi olduğundan yani, 'bütünün anlamını belirlemeye' asla hakkı yoktur. Böyle birşeyin iddiasında bulunamaz. İddia ederse haddini aşmış sayılmalıdır.

Buradan şuraya geleceğim arkadaşım: Bediüzzaman Hazretleri, Münazarat'ında, Medresetü'z-Zehra hayalini anlatırken, maksadlarından birisinin 'Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc...' olduğunu söyler. Bu 'mezc ve derc'in hikmeti sorulunca da şöyle cevap verir: "Dört kıyas-ı fâsit ile hâsıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halâs etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylâneye ettiği mugalâtayı izâle etmek..." Bu 'dört kıyas-ı fâsiti' ise, kardeşi Molla Abdülmecid abi merhum, haşiyede şöyle açıklamıştır: "İşte o kıyaslar: Mâneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır..."

Tekrar dikkat edilirse, mürşidimin altını çizdiği yaraların, yukarıdaki yanlış kıyaslarla çok ilgisi vardır. Mesela: 1) Mâneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak... Bu maraz, tam da yukarıda zikredildiği şekilde, parçadan bütüne tedricen ilerleyen bir metodolojinin 'bütünün anlamı üzerine' konuşmasını geçerli kabul etme yanlışlığıdır. Halbuki bizzat bilim felsefecileri de bilimin böyle bir hakkı olmadığını söylerler. Öyleyse itikad sahası gibi varlığı kuşatan/aşan bir alanda inkarlarının hükmü yoktur. 2) Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ulemanın sözünü ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek... Bu da felsefik anlamda çok yanlış bir tutumdur. Zira, 'fünûn-u cedide' başka bir uzmanlık alanıdır, 'ulûm-u diniye' başka bir ihtisas sahasıdır. İnşaat mühendisinin tıptan anlamaması, onun inşaat ilmindeki uzmanlığına zarar vermemesi gibi, dinî ilimlerde mütehassıs olanların da başka alanlarda uzmanlaşmamaları kendi alanlarında eksik olduklarını göstermez. Aralarında 'zorunluluk ilişkisi' yoktur. 3) Hem de fünun-u cedidede mahareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek... İşte yukarıda zikredilenlere benzer bir hata daha. Bir insan, velev ki bir alanda uzman olsun, konuştuğu her alanda uzman sayılmaz. Uzman muamelesi görmez. Sözüne itibar edilmez. İkisi de tıp alanında çalıştığı halde kimse gidip baytardan hastalığına ilaç sormaz. Fakat günümüzde, en basit konularda, değil uzmanlık, 'yüzeysel bilgi' ve hatta 'ukalalık' seviyesinde malumat sahibi olmakla dahi, başlıbaşına bir ihtisas alanı olan din hakkında hüküm vermeye cüret edilebilmektedir. Evet, maalesef, piyasa daha Kur'an'ı yüzünden okuyamayan müçtehidlerle doludur. 4) Hem de, selefi halefe, maziyi hâle kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasit kıyaslardır... Bu da daha çok sosyal bilimlerde düşülen bir hatadır. Kendi sosyolojimizi/psikolojimizi 'norm' kabul ederek onun üzerinden geçmişi 'tartma' sevdası, bugün, 'tarihselciler' başta olmak üzere, pekçok kesimin içine düştüğü bir tuzaktır. Böyleleri için mazi biteviye tenkid konusudur. Zira kendi kemallerine asla ulaşamamaktır. Doğrusal tarih anlayışı kalplerinin asıl hâkimidir. Nazarları evrimcidir. O yüzden önyargılı bakarlar. Muhtaç oldukları feyzi alamazlar. 

Yazıyı çok uzattım. Seni de yordum arkadaşım. Nur talebeleri felsefeyle ilgili konuşmayı pek sevmezler. Ben de ne zaman böyle şeyler karalasam "Arkadaş yine felsefe yapıyor!" gibi eleştiriler alırım. Fakat, öyle görüyorum ki, Bediüzzaman bize Risale-i Nur külliyatı boyunca 'nuranî bir bilim felsefesi' de öğretiyor. Zamanın kendisini 'tek ölçü' gibi dayatan muğalatasını sigaya çekebilmeyi ders veriyor. Hani Ebubekir Sifil Hoca sıksık söylüyor ya: "Yanlış soruya doğru cevap verilmez." Evet. Parmak sallanarak yumurtlanan öncüllerin yanlışlığını farketmezsek yanlış cevaplarda debelenip duracağız. İnşaallah yazımla senin de gözünü bir parça açabilmişimdir. Allah'ın hidayetiyle gözünü açtığının kardeşinin gözünü de açmaya çalışması ibadettir. Allah bizleri ibadet için yaratmıştır. Bütünün anlamını ancak bütünün sahibi söyler. O yüzden burnunun ucunu daha yeni yeni görmeye başlamış bilimperestlerden itikad dilenme arkadaşım.

9 Nisan 2025 Çarşamba

Namaz instagramdan da alıkoyar

Allah cümlemizinkini bağışlasın. Benim Salih Kayra isminde bir yeğenim var. Henüz beş yaşında. Her çocuk gibi oynamayı çok seviyor. Ve yine her çocuk gibi oynamaktan bıkmıyor. Herhangi bir sebeple oyununu kesmesi gerekse sinirleniyor. Eh, evet, en azından bizimle oynarken, bunu sıksık da yapması gerekiyor. Çünkü 'namaz' diye bir 'ayraç' var. Günün beş vaktine konulmuş. Beş kere nefes almalık bırakılmış. Emir demiri de keser. Sıkıyorsa bırakma. Elbette, nasıl bir oyun oynanıyor olursa olsun, isterse de en heyecanlı yerine gelinsin, "Namaz kılmam lazım Salihçiğim..." diyerek bırakıyoruz. Başlarda bozuk atan Salih Kayra'nın zamanla bu durum kabulü haline geldi. Şimdilerde hiç tepki göstermiyor. Aksine 'oyunu dahi bölecek kadar' kıymetli birşey olduğunu derkediyor.

Düşünüyorum da, eğer namazların intizamla kılındığı bir ailede yaşıyorsanız, maşaallah, bu eğitim size ta çocukluğunuzdan itibaren veriliyor zaten. Yani, siz, çocukluğunuzdan itibaren biliyorsunuz: Nasıl bir iş yapıyor olursanız olun, o, günde beş vakit bölünmek zorunda. Cihad bile olsa bırakmak zorundasınız. Onda bile namazın bir yeri var. Ki sahabe efendilerimiz, Aleyhissalatuvesselam Efendimizin rehberliğinde, misallerini göstermişlerdir.

Buradan şuraya geleceğim: Bir vakitler uzunyol şoförleri için otobüs firmalarının 'asgarî' saydığı bir mola sayısı vardı. Hatta yolculuğun uzunluğuna göre sayı arttırılırdı. "Şu kadar saatte bir..." denilirdi, "Mola vermek zorundasınız." Neden? Sadece yolcular için miydi bu uygulama? Hayır. Elbette öyle değildi. Şoförün sağlığı için de molalar gerekliydi. Ayrıca, uzun zaman aralıkları molalarla bölünmezse, şoförün de şoförlüğü tehlikeli bir hale geliyordu. Dalgınlaşıyordu. Uyukluyordu. Yani dikkati ölmeye başlıyordu. Benzeri birşeyi bir savaş hatıratında da okumuştum. Ön safta çarpışan askerlerin düzenli bir şekilde değiştirilmesi gerekiyordu. Zira, uzun süre ön safta çarpışan bir asker, mermilerden sakınmayı bırakmaya başlıyordu. Ölümle o kadar uzun süre arkadaşlık yapıyordu ki, sonunda, sakınılacak birşey olduğuna dair 'unutkanlaşıyor'du. Dikkat gösteremez hale geliyordu. Köreliyordu.

Geçenlerde, bebeklerini, sosyalmedya bağımlılıkları nedeniyle çeşitli yerlerde unutarak ölümlerine sebep olan ebeveynlerle ilgili haberlere rastladım. Allah kimsenin başına vermesin. Böyle acı yaşatmasın. Zor. Çok zor. Bir tanesi yıkamak için koyduğu küvette unutmuştu bebeğini. Bir tanesi de arabasının içinde... Subhanallah. İkisinin de arızası aynı. Telefonlarına dalmışlardı. Telefonlarına, yani sosyalmedyalarına, instagramlarına vs... Bu durum, bana, Hakîm-i Alîm olan Hüda'nın 'namazı emrediş hikmetini' yeniden düşündürdü. Evet. Kıymetini yeterince kavrayamıyoruz. Onsuz nasıl bed bir hayatımız olacağını kifayetle öngöremiyoruz. Fakat namaz bizi sahiden, hakikaten, tıpkı ayet-i kerimede ifade buyrulduğu gibi, günahlardan alıkoyuyor. İşte bu 'alıkoyuş' vechelerinden birisi de 'bağımlılık tedavisi' yapmasıyladır. Evet. Namaz bir bağımlılık tedavisidir. Çünkü namaz kılan kişi, hangi iş üzere çalışıyor olursa olsun, günde beş defa onu bölmek zorundadır. Bölünen de insana hâkim olmakta zorlanır. Köleleştiremez. Hatta, sadece namaz da değil, ibadetlerin çoğunda böylesi bir 'kesme' sırrı vardır.

Bediüzzaman Hazretleri, 20. Söz'de, kurban emrinin İsrailoğullarındaki 'bakarperestlik' yani 'sığıra tapıcılık' bağımlılığını 'kestiğini' anlatır bize. Bakara sûresine ismini veren hâdisedir. Bir cinayet işlenir. Katiller bulunamaz. Musa aleyhisselama gelinir. O da, Cenab-ı Hak'tan aldığı emirle, 'bir bakar kesmelerini' emreder. İsrailoğulları ayak sürür. İyice tarif etmesini isterler. En nihayet 'kesmekten kaçamayacakları' şekilde net bir tarife ulaşılır. Buna rağmen ayet-i kerime onlardaki 'isteksizliği' şöyle beyan buyuruyor kısa mealiyle: "Neredeyse kesmeyeceklerdi."

"Mısır kıt'ası, kumistan olan Sahrâ-yı Kebirin parçası olduğundan, Nil-i mübarekin feyziyle gayet mahsuldar tarla hükmüne geçtiğinden, o cehennem-nümun sahrâ komşuluğunda şöyle cennet-misal bir mevki-i mübarekin bulunması, felâhat ve ziraati, ahalisinde pek mergup surete getirmiş ve o sekenenin seciyesine öyle tesbit etmiş ki, ziraati kudsiye ve vasıta-i ziraat olan bakarı ve sevri mukaddes, belki mâbud derecesine çıkarmış. Hattâ, o zamandaki Mısır milleti, sevre, bakara, ibadet etmek derecesinde kudsiyet vermişler. İşte, o zamanda Benî İsrail dahi o kıt'ada neş'et ediyordu; ve o terbiyeden bir hisse aldıkları, 'icl' meselesinden anlaşılıyor. İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın risaletiyle, o milletin seciyelerine girmiş ve istidatlarına işlemiş olan o bakarperestlik mefkûresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhiyle ifham ediyor. İşte şu hadise-i cüz'iye ile bir düstur-u küllîyi, her vakit, hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olduğunu, ulvî bir i'câz ile beyan eder. Buna kıyasen bil ki, Kur'ân-ı Hakîmde bazı hâdisât-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz'î hadiseler, küllî düsturların uçlarıdır."

Kurban 'hayvanperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Namaz 'zamanperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Zekat 'malperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Oruç 'gıdaperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. Hac 'mekanperestliğe' vurulmuş bir bıçaktır. İbadetlerimizden hangi nurlu tanesini ele alsak, görürüz ki, durum tam da mürşidimizin söylediği gibidir: "Cenâb-ı Hak, senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde..." Yani ibadetler, hâşâ, Subhaniyet sahibi olan Allah'a birşey kattıklarından-eklediklerinden değil, çünkü Hüda hiçbirşeye muhtaç değil, bizim ihtiyaç duymamızdan dolayı emredilmişlerdir.

Böyle düşününce, Salih Kayra bile, namazın sırrından mahrum kalmamış oluyor. Yani namazlarını düzenli kılan ferdler arasında büyüyen bir çocuk şu fikri alıyor: "Hayatta 'namaz' diye öyle önemli birşey var ki, Onu emredenin hatırı o kadar büyük ki, benim için her fedakârlığı yapan ebeveynim bile, iş namaza geldiğinde, bana 'Hayır!' diyebiliyorlar. Oyunu kesebiliyorlar. Dediğimi yapmıyorlar. Onu bana, tereddütsüz hem, tercih ediyorlar."

Bediüzzaman merhum böyle bir okumayı 'yağmur duası' hakkında da yapıyor. Malumunuz, yağmur duası çocukların da katıldığı bir ibadettir. Hatta çocuklar 'özellikle' duaya götürülür. Neden? Hemen yerinden okuyalım:

"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur." 

İslam, bizi ta derinlerden nasıl inşa ediyor, insan ediyor, pek farkında değiliz bunun. Çocukluğumuzdan itibaren şeair nevinden şahit olduğumuz güzellikler dahi bir güzel terbiyeyi içimize yeşertiyorlar. Hatta suyu üç yudumda içmek ki, belki sünnet-i seniyyenin küçüklerindendir, o bile birtür 'sabır eğitimi'dir. En susuz zamanında dahi bu hassasiyeti gösteren birimiz kendinde yerleştirir ki: Bazı şeyler var, aceleye getirmemek gerekir, şartlar ne olursa olsun. Bedenimiz küçük küçük hücrelerin teşekkülünden oluşmuş bir bütün olduğu gibi, karakterimiz de, küçük küçük temayüllerimizin teşekkülünden oluşmuştur arkadaşım. Bu temayülleri yönetebilirsek karakterimizi de yönetiriz. İşte, İslam, bize hediye ettiği ibadet dünyasıyla, eğilimlerimizi yönetmeyi öğretiyor. Rabb-i Rahimimiz daha ziyade istifade edebilmeyi, hakkını verebilmeyi, şükrünü sarınabilmeyi nasip eylesin. Âmin. Âmin. Âmin...

'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor

"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..."  Münazarat'tan....