111'in nurcular için anlamı rakamsal karşılığından fazlasıdır. Çünkü mürşidlerinden böyle ders almışlar. Onlar için 111 'ittihad etmiş üç elif'tir. Kardeşliktir. 1'lerin yalnızlıkla düşecekleri güçsüzlükten ihlaslı bir dayanışmayla kurtulmalarıdır. Tarifini bulduğu yerlerden birisi de şurasıdır:
"Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse yüzonbir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbindörtyüzkırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dörtbinden geçtiğine pekçok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor."
Bu metnin geçtiği yer de mühim. 21. Lem'a. Nam-ı diğerle İhlas Risalesi. Fakat benim yazımın esas konusunu burası oluşturmuyor. Yazımın merkezinde bugünlerde farkettiğim bir tevafuk var. Yusuf sûresiyle ilgili bir tevafuk bu. Nesil Yayınları'nın Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali'nin okurken dikkatimi çeken birşey. Peki nedir o? Hemen cevap vereyim: Yusuf sûresinin de 111 ayeti var.
"Tamam. Varsa var. Bize ne anlatıyor bu rakamsal denklik?" derseniz, onun da cevabını, bir yönüyle, sûrenin meal kısmına konulan açıklamada görüyorum. Deniyor ki o açıklamada: "Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlar: 'Yusuf sûresini öğrenin. Hangi müslüman onu okur, ailesine ve eli altındakilere öğretirse, Allah ona ölümü kolaylaştırır ve hiçbir müslümana haset etmemesi için kuvvet verir.'"
İşte canıma dokunan yeri burası meselenin. Bu hadis-i şerifle ilgili kısmı. Çünkü mezkûr hadis-i şerifte mübarek Yusuf sûresinin dikkat çekilen özellikleri aynı zamanda İhlas Risalesi'nin de özellikleri. Hem müellif-i muhteremi de bu sırra binaen diyor: "Bu lem'a laakal her onbeş günde bir defa okunmalı."
Peki sadece bu kadar mı benzerlikleri? Bence değil. Ancak bu tarz bir okumayı yapabilmek için hem Yusuf sûresinin hem de İhlas Risalesi'nin içeriğine hâkim olmak gerek. Nasıl ki, İhlas Risalesi'nde, hem bireysel hem cemaatî hasetlerden kurtulmanın yolları 'aynı bütünün parçaları olduğumuz hatırlatılmakla' gösteriliyor, aynen öyle de, Yusuf sûresinde de 'ziyade kemal sahibi bir kardeşe' karşı duyulabilecek hasetler, o kardeşin kemalinin en nihayet 'bütün kardeşlerine fayda verir' olduğu hatırlatılmakla tedaviye çalışılıyor. Yani Yusuf aleyhisselamın kardeşleriyle olan öyküsünde aslında hepimizin 'haset hikayesi' saklı.
Biz de bizden üstün olduğunu hissettiğimiz kişilere, gruplara, cemaatlere karşı bir haset hissedebiliyoruz. Onlara edilen ziyade iltifattan, kendi parçamız adına, mutsuz olabiliyoruz. Fakat tam da burada Yusuf sûresi bizi uyarıyor: Neden kendi parçan adına bütünün diğer parçalarına/kardeşlerine haset ediyorsun? Bak Yusuf aleyhisselamın kıssasına. Onun kıskanılan kemali en sonunda bütün kardeşlerine fayda vermedi mi? Ona kötülük eden kardeşleri en sonunda ettiklerinden pişman olmadı mı? Eğer kem yolundan dönmezsen sen de tıpkı onlar gibi olursun. Yaşadıklarını yaşarsın. Yapma!
Hem yine İhlas Risalesi Kur'an'daki bu buyruktan ders alarak söylüyor: "Ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört fertten binyüzonbir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz."
Ben şimdi, yukarıdaki perspektif ile bakınca, Yusuf sûresi ile İhlas Risalesi arasında pekçok izdüşüm görüyorum. Hatta düsturlarında geçen detayları Yusuf kıssası içinde de yakalıyor gibi oluyorum. (Misal: Yakub aleyhisselamın "Sakın rüyanı kardeşlerine anlatma!" nasihati içinde 'kardeşlerinin gıpta damarını tahrik etmemek' arasında bir bağ seziyorum.) Fakat bu yazıda o bahse de girersem epey işi uzatacağım. Sizi de bıktıracağım. Cenab-ı Hak inayet buyurursa başka bir yazıda deneyeyim. Âmin.
İhlas Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İhlas Risalesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Şubat 2019 Cumartesi
20 Eylül 2016 Salı
Parçalarda boğulmak (9): Laakal onbeş günde bir parça olduğunu hatırla!
Yıllar önce bir yazı serisine başlamıştım: 'Parçalarda boğulmak'tı serinin ismi. Daldıkça daldım. Bitiremedim. Zaman geçtikçe de bu parça-bütün tefekkürünün yeni yeni renklerine uyanıyorum. Son aylarda da şu renge kafa patlatıyorum: FETÖ fitnesi üzerinden geliştireceğimiz bir tefekkürle cemaatlerin/tarikatlerin bağlı olması gereken bir yasa oluşturabilir miyiz? Bunu 'devlet yasası' şeklinde düşünmüyorum. Manevî anlamda, bir tür 'kardeşlik ahdi' gibi, üzerine ittifak edebileceğimiz bir metin olarak hayal ediyorum. Bir uyarı metni. Bir bağlılık bildirisi. Bir 'dikkat edilecekler' listesi.
Altında biraraya gelebileceğimiz düsturlar. Bazı maddeler geliyor aklıma. Üzerine bir işaret koyup geçiyorum. Çoğu zaten ehl-i sünnetin mizanlarından ibaret. Temel şeyler... Bunların bir kısmına da Risale-i Nur metinlerinde (özellikle İhlas Risalesi'nde) denk geliyorum. Mesela Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'nin ahirinde yeralan şu kısım:
Bediüzzaman, Mevlana Celaleddin Hazretlerinin 'körlerin fili tarifi' hikayesine benzeyen bu temsili neden anlatıyor? Metnin öncesi maksadın ne olduğunu da söylüyor bize: "Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder."
Maddelerden birisi bu olmalı gibi geliyor bana: Herkes elindekinin 'hazinenin ta kendisi olmadığını' bilmeli. Yolunun yollar içinden bir yol, mesleğinin meslekler içinde bir meslek olduğunu bilmeli. Aksi halde ne olur peki? Metnimiz cevaplıyor: "(...) herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider." Tenasüp nedir? Tenasüb bağlı oluşun (intisabın) farkedilmesiyle gelen kardeşliktir. Tenasüp uyumdur. "Güya bir taksimü'l-a'mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor..."
Yaşayacağımız 'parça boğulmasından' bizi kurtaracak olan da budur: Daha yolun başında parça olduğumuzu itiraf etmek... Neden lazım bu? Belki şundan lazım: Ötekini inkar etmek 'ötekiliğin' farkında olmamaktır. Farkında olmadığınla bağlı da olamazsın. Bağlı olmadığınla uyumlu da olamazsın. Zira uyum farkındalığın ve bağlılık hissinin getirisidir. (Halay çekerken bile uyumlu kalabilmek için diğerlerinin ayaklarına bakmak ihtiyacı duyarsın.) Uyum ahengi doğurur. Ahenkse bütünü ve güzelliği.
Bizim önce şunu bir ant gibi, vird gibi, zikr gibi tekrar etmemiz gerekiyor: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra hiçbirimiz tastamamın mirasçısı olamayacağız. Onun 'bütüne ayna olabilir' varlığının aramızdan çekilmesiyle bütünün haberi de kesildi. Biz aklımızla/kalbimizle acze düştük. Bundan sonrası parçalar zamanıdır. Parçalar da parçalıklarını doğru bir şekilde icra edebilmek için bütün olmadıklarını kabul etmeye muhtaçtırlar. Cemaatlerin/tarikatlerin öncelikle bununla yüzleşmesi gerekiyor. Ve belki, müellifinin 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi de, bizi, bu hakikatle yüzleşmeye çağırıyor.
Bu cemaat asabiyetlerinin/enaniyetlerinin oluşmasını engelleyecek yegane şeydir. Kendisini parça olarak görmeyen bütünlükler asabiyetlere, kendisini parça olarak görmeyen bireysellikler ise enaniyetlere sebep olurlar. Asabiyeti kardeşlikten ayıran en önemli nüans budur. Kardeşlik daha büyük bir parçayı gördüğünde ona dahil olmaya hazır bir bütünlüktür. Asabiyet kendisinden başka/büyük bir bütün kabul etmeyen parçacılıktır. Parçasının büyümesi adına bütünün sağlığına kasteden bir kanserdir. Biraz da bu yüzden, mürşidim, 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi'nde bizi 'metbuiyete (kendisine tâbi olunmaya)' değil, 'tâbiiyete (başkasına tâbi olmaya)' çağırır:
İhlas, bütüne sahip olmayı değil, bütünde parça olmayı/detay kalmayı seçenlere gözkırpıyor. Ümmet bütünü içinde erimeye hazır parçalarsak ne mutlu bize! Değilsek, bugün FETÖ'yü vuran fırtına, yarın bizi de başka şekillerde sarsabilir: "İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir."
Altında biraraya gelebileceğimiz düsturlar. Bazı maddeler geliyor aklıma. Üzerine bir işaret koyup geçiyorum. Çoğu zaten ehl-i sünnetin mizanlarından ibaret. Temel şeyler... Bunların bir kısmına da Risale-i Nur metinlerinde (özellikle İhlas Risalesi'nde) denk geliyorum. Mesela Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'nin ahirinde yeralan şu kısım:
"Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler."
Bediüzzaman, Mevlana Celaleddin Hazretlerinin 'körlerin fili tarifi' hikayesine benzeyen bu temsili neden anlatıyor? Metnin öncesi maksadın ne olduğunu da söylüyor bize: "Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder."
Maddelerden birisi bu olmalı gibi geliyor bana: Herkes elindekinin 'hazinenin ta kendisi olmadığını' bilmeli. Yolunun yollar içinden bir yol, mesleğinin meslekler içinde bir meslek olduğunu bilmeli. Aksi halde ne olur peki? Metnimiz cevaplıyor: "(...) herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider." Tenasüp nedir? Tenasüb bağlı oluşun (intisabın) farkedilmesiyle gelen kardeşliktir. Tenasüp uyumdur. "Güya bir taksimü'l-a'mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor..."
Yaşayacağımız 'parça boğulmasından' bizi kurtaracak olan da budur: Daha yolun başında parça olduğumuzu itiraf etmek... Neden lazım bu? Belki şundan lazım: Ötekini inkar etmek 'ötekiliğin' farkında olmamaktır. Farkında olmadığınla bağlı da olamazsın. Bağlı olmadığınla uyumlu da olamazsın. Zira uyum farkındalığın ve bağlılık hissinin getirisidir. (Halay çekerken bile uyumlu kalabilmek için diğerlerinin ayaklarına bakmak ihtiyacı duyarsın.) Uyum ahengi doğurur. Ahenkse bütünü ve güzelliği.
Bizim önce şunu bir ant gibi, vird gibi, zikr gibi tekrar etmemiz gerekiyor: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra hiçbirimiz tastamamın mirasçısı olamayacağız. Onun 'bütüne ayna olabilir' varlığının aramızdan çekilmesiyle bütünün haberi de kesildi. Biz aklımızla/kalbimizle acze düştük. Bundan sonrası parçalar zamanıdır. Parçalar da parçalıklarını doğru bir şekilde icra edebilmek için bütün olmadıklarını kabul etmeye muhtaçtırlar. Cemaatlerin/tarikatlerin öncelikle bununla yüzleşmesi gerekiyor. Ve belki, müellifinin 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi de, bizi, bu hakikatle yüzleşmeye çağırıyor.
Bu cemaat asabiyetlerinin/enaniyetlerinin oluşmasını engelleyecek yegane şeydir. Kendisini parça olarak görmeyen bütünlükler asabiyetlere, kendisini parça olarak görmeyen bireysellikler ise enaniyetlere sebep olurlar. Asabiyeti kardeşlikten ayıran en önemli nüans budur. Kardeşlik daha büyük bir parçayı gördüğünde ona dahil olmaya hazır bir bütünlüktür. Asabiyet kendisinden başka/büyük bir bütün kabul etmeyen parçacılıktır. Parçasının büyümesi adına bütünün sağlığına kasteden bir kanserdir. Biraz da bu yüzden, mürşidim, 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi'nde bizi 'metbuiyete (kendisine tâbi olunmaya)' değil, 'tâbiiyete (başkasına tâbi olmaya)' çağırır:
"Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, 'El-hubbu fillâh' sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes'uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir."
İhlas, bütüne sahip olmayı değil, bütünde parça olmayı/detay kalmayı seçenlere gözkırpıyor. Ümmet bütünü içinde erimeye hazır parçalarsak ne mutlu bize! Değilsek, bugün FETÖ'yü vuran fırtına, yarın bizi de başka şekillerde sarsabilir: "İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...