Cemaatler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemaatler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2018 Salı

FETÖ fitnesi neden nurcuların başına geldi?

Başlarken bir hikayeyi paylaşmak istiyorum sizlerle. Hayatımızdaki her olaya, hatta en acılarına bile, hikmet penceresinden bakmayı öğütleyen bir hikaye. Hatırımda kaldığı kadarıyla nakledeceğim: Ava meraklı sultanlardan birisi, herhalde Afrika'da hüküm süren bir sultan idi kendileri, erkânıyla birlikte aslan avlamak üzere yola çıkmışlar. Av sırasında nasıl olmuşsa, öldüğü sanılan aslanlardan biri, civarına fazla yanaşan sultanın bir kolunu kapıvermiş. Tabii etrafındakiler bir yandan sultanı tedaviye çalışıyorlar diğer taraftan da acısını paylaşıyorlarmış. Bu sırada bilge veziri sultanının kulağına şöyle fısıldamış: "Sultanım bunda da bir hayır vardır."

Sultan çok sinirlenmiş. "Ulan, benim kolup koptu, sen aforizma derdindesin!" diyerekten vezirini hapsettirmiş. Tabii huylu huyundan vazgeçmez. Aradan zaman geçince bizim sultanın da av merakı tekrar kıpırdanmaya başlamış. Yine balta girmemiş ormanlara doğru açılmışlar. Galiba biraz da fazla açılmışlar. Bunlar bir aslanı kovalamaya dalmışken etrafları yamyamlar tarafından sarılmış. Adamları kendisiyle birlikte esir alınmış. Yamyamlar, haklarını yemeyelim şimdi, insaflı adamlarmış. Karınları acıktıkça içlerinden birisini katledip kazana atıyorlarmış. Sıra en son sultana geldiğinde, bir bakmışlar, adamın tek kolu eksik. Hayda!

Neden 'Hayda?' Çünkü yamyamların bile kendince bir töresi vardır. İşte bizim yamyamlarımızın da töresi dermiş ki: "Bir uzvu eksik adamı yemek uğursuzluktur!" Başlarının-gözlerinin sadakası olarak onu serbest bırakma kararı almışlar. Kolunun eksikliği nedeniyle canı kurtulan sultan sarayına kavuşunca hemen zindana koşmuş. Vezirinin dizlerine kapanmış: "Kıymetini bilemedim. Sözünün hikmetini anlayamadım. Beni affedebilecek misin?" demiş. Sultanın bu yakarışları karşısında vezir gülümsemiş, hiçbir kırgınlık hissetmediğini belirtmiş ve eklemiş: "Sultanım, bunda da bir hayır vardır, eğer beni zindana attırmamış olsaydınız, av sırasında ben de sizin yanınızda olurdum. Ve görüyorsunuz: Benim hiçbir uzvum eksik değil."

Aynı hikmet okumasını çağrıştırır bir başka ders de Hz. Hızır ve Musa aleyhisselam kıssasında karşımıza çıkar. Hz. Hızır, yolculuk ettikleri gemiyi deldiğinde, Musa (a.s.) ona itiraz eder. Hızır (a.s.) bu delişteki hikmeti şöyle anlatır: "Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu kılmak istedim. (Çünkü) onların arkasında her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı." Yani Hızır aleyhisselamın kusurlu kılışı aslında koruyuşudur. Bu okuma şekli kaderimizle barışmanın yollarını da gösterir bizlere. Cenab-ı Hakkın, bizi 'zâhiren eksik bıraktığı' öyle hususlar vardır ki, aslında o eksiklikler ikramın ta kendisidir. Hediyesidir. Belki bizim hayatlarımız da çok belalardan o eksikler sayesinde korunmuştur.

Buradan şuraya geçeceğim: Kıssadaki 'her sağlam gemiyi gasbetmete olan kral' ifadesi, bana, mürşidimin 'seküler medeniyet' hakkında yaptığı bir tesbiti hatırlatıyor. II. Dünya Savaşı hakkında söylenilenini alıntılayalım: "İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur'ân teberrî eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur'ân'a, İslâma yardım, belki kendine tâbi ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zâlimlerin kılıçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur'âniye elbette tenezzül etmez. Ve milyonlarla mâsumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur'ân'a farz ve vaciptir." Yine başka bir tanesi de şöyle: "(...) şimaldeki dehşetli anarşistlik tohumunu saçan ve nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp karâbet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur şakirtlerine medar-ı mes'uliyet cemiyet namını verebilir." Böylesi metinlerin bütününe bakıldığında görülense şudur kanaatimce: Bediüzzaman tüm seküler ideolojilerin benzer bir yanı olduğunu düşünmektedir. Onlar, başarıya ulaşabilmek için, çevrelerindeki her türlü enstrümanı araçları kılarlar.

Bu 'araç kılma' meselesinin günümüze bakan diğer bazı yanlarını bir kenara bırakarak, çünkü onları ayrı bir yazı konusu yapmayı Cenab-ı Hak'tan diliyorum, FETÖ fitnesinin ortaya çıkışıyla ilgili bir hikmetini konuşmak istiyorum bugün sizlerle. Ve eğer becerebilirsem bu yazı vesilesiyle, başta nurcular olmak üzere, tüm İslamî gruplar adına da bir özeleştiri yapabilmeyi umuyorum. Yani en büyük hisse şüphesiz nurculara düşecek, çünkü ben onların evladıyım, çuvaldınızı kendimize batıracağım, fakat diğer gruplar da şu iğne sızısından mahrum kalmayacak.

Öncelikle şunu kabul etmemiz gerektiğini düşünüyorum: FETÖ'nün yaşattığı travma tüm İslamî grupların, cemaatlerin, gayretlerin (şöyle veya böyle) yara almasına neden oldu. Neyin-ne için-ne çerçevede yapıldığını iyi bilenler hariç tutulursa, sempatizanların büyük bir kısmının gönüllerine tereddüt geldi. "Acaba bunlar da onlar gibi çıkar mı?" şeklinde bir soruyu her grubun bağlısı karınca-kaderince işitir oldu. Hatta, şunu da ilave edeyim, yayıncılığımızın yaşadığı krizin bir yüzünün de buraya baktığını düşünmekteyim. Evet. İnsanlar metinlere olan güvenlerini yitirdiler. Mübarek metinleri okuyup-okutarak bu hale gelebilen bir örgütün varlığı 'onları okudukça herşeyin yolunda gireceği' güvenini yaraladı. Kitapların değiştiriciliğe ilgi azaldı. Hatta kimileri 'bu metinlerle fazla meşgul olmanın sorunun anneliğini yaptığını' iddia etmeye kadar gittiler. Allah hidayet versin.

Elbette bu işte en büyük pay nurculara düştü. Çünkü nurcuların FETÖ'yle diğer gruplara nazaran aşkın sayılabilecek bir bağı vardı. Evet. Derine inildiğinde birçok şeyde farklı düşünüyorlardı. (Ben de bunları dersane krizinin yaşandığı yıllarda "Çok Kimlikli Olmanın Kökenleri" başlıklı bir yazıserisinde dilegetirmeye çalışmıştım.) Fakat en nihayetinde onlar da Risale metinlerinin varisi olduklarını iddia ediyorlardı. Bu da ister-istemez aramızdaki nüansın yitimine neden oluyordu. Elinizde Risale-i Nur gören herkes sizi pekala 'Fetullahçı' sanabiliyordu. Üstelik sayılarının/imkanlarının çokluğu da, vurguyu kendilerine kaydırarak, diğer nurcuları görünmez kılıyordu.

Bu nedenle yaşattıkları yıkımın nurculara da ödettiği bir bedel oldu. Nurcuların paylarına düşen bedeli hakettikleri yerler var mıydı? Bu konuda hepten tenzih edici olamıyorum. Hataların olduğunu düşünüyorum. Fetullahçılığın gittiği yolun yanlışlığını ortaya koymada daha toplu/önde/net duruşlar sergilenmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak bütün bunlar FETÖ'nün 'bin yüzlü yapısı' ile yine de absorbe edilebilirdi. Herkes onlarda 'onların görmemizi istediği kadarını' gördü.

Fakat bu bedelin Risale-i Nur'a ödetilmek istenen kısmını o mübarek metinler kesinlikle haketmiyor. FETÖ'nün bükme yeteneğinin önlerindeki metinlerle hiçbir ilgisi yok. Onların cerbezeleriyle bir ilgisi var. Çünkü, kitaplarını okuyanlar veya vaazlarını dinleyenler bilirler, Gülen'in Asr-ı Saadet anlatılarından Kur'an ayetlerine, hadis-i şeriflerden Necip Fazıl şiirlerine, kendi yoluna uydurmadığı hiçbir metin yok. O hepsinde aynısını yapabiliyordu. Ve yolundan gidenler de aynısını yapabiliyorlardı.

Yapabilmeleri metinlerin sorumluluğundan ziyade ehl-i sünnet ve'l-cemaatin istikamet dairesini/çerçevesini bilemeyen bizlerin sorumluluğuydu. (Bir de bilip de söylemeyenlerin sorumluluğu.) Fakat kesinlikle metinlerin sorumluluğu değil. Onların yazarlarının da suçu değil. Her neyse...

Bu tarafı işin acı yanı. Fakat, alıntıladığımız Kur'an kıssası perspektiğinden bakacak olursak, yaşananların bir de hikmet boyutu var. Cenab-ı Hak, bunu bize, cemaatlere, bütün dinî gruplara boşuna yaşatmadı. Bu gemiler boşuna delinmedi. Peki niye başımıza geldi şu dehşetli musibet? Evet. Allahu'l-a'lem kaydıyla söyleyeyim. Bunun cevabını, Bediüzzaman'ın, Abdulhakim Arvasi Hazretleri ile aralarında geçen meseleyi analiz ettiği yerde buluyorum:

"Amma, kader-i ilâhinin veçh-i adaleti şudur ki: Risale-i Nur'un hakikatıyla ve şakirtlerinin şahs-ı mânevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını biçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avâmın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nispeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mesele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına râcih gördüklerinden, o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılâpçı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur'a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hatâ, hem zarar büyüktür. Kader-i İlâhî, bu yanlışı tashih etmek ve o ihtimali izale etmek ve öyle ümit besleyenlerin ümitlerini tâdil etmek için, en ziyade öyle cihetlerde yardım ve iltihaka koşacak olan ulemadan ve sâdâttan ve meşayihten ve ahbaptan ve hemşehriden birisini muarız çıkardı, o ifratı tâdil edip adalet etti. 'Size, kâinatın en büyük meselesi olan iman hizmeti yeter' diye, bizi merhametkârâne o hâdiseye mahkûm eyledi."

Bediüzzaman'ın buradaki tereddüdünü anlamak gerek. O her zaman 'ikincil niyetlerin birincil niyetleri öldürdüğü' imanında olmuştur: "Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir. Ve fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et."

Bu nedenle, hangi hayır amacı güdülürse güdülsün, ikincil bir niyetin karıştığı amellerle mesafelidir Bediüzzaman. Özellikle de Risale-i Nur ile ettiği Kur'an ve iman hizmeti hususunda. Hatta canı gibi sevdiği, bu zamanın en büyük farzı dediği İttihad-ı İslam'a bile, bir siyaset haline getirildiğinde, alet olmak istemez. Eserlerinin İslam coğrafyasına yayılmasını engelleyen bir olay hakkında söylediklerine bakalım:

"(...) Çok da isabet olmuş. Çünkü, benim ve Nur şakirtlerinin namına şimdi bu mecmuaları göndermek, her halde inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur'u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmaya mecbur edecekti. Halbuki Risale-i Nur'un mesleğindeki sırr-ı ihlâs; iman, Kur'ân hakikatlerinden başka hiçbir şeye âlet, tâbi olmadığı; hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur'u aramasının lüzumu; halbuki gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını değil, belki âlem-i İslâmın hayat-ı dîniyesine ait cihetlerinden düşünmeye mecbur olması; hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik, merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirtleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlâhî, Nur şakirtlerini tam ihlâsın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor."

Bu manayı destekleyen bir başka metni ise şöyledir: "Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz, dünya işlerine siper edilmez. Çünkü, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksatlar onunla kasten istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli ibadet şekli değişir."

Peki asıl söylemek istediğimize gelelim şimdi: Bugün de İslam dünyasında, Türkiye merkezli olarak, güzel şeyler yaşanıyor. AK Parti'nin 16 yıllık iktidarı sayesinde iyiye giden, bu gidiş nedeniyle bizim de kalbimizi heyecan içinde bırakan, şeyler var. Dengeler değişiyor ve bizi de gelecek adına umutlandırıyor Elhamdülillah. Fakat, uzun süre inkisar-ı hayal yaşamış bizim gibi milletlerde, umudun ziyadesi zarardır. Temkini elden bırakmaya neden olduğundan tehlikelidir. Umuduna fazla kapılanlar sahip oldukları diğer bütün herşeyi o umut uğrunda vermek isterler. İnanmak isterler. İnandırmak isterler. Bütün gemileri bir uğurda yakmak isterler.

Bugün Kur'an'dan, hadisten veya Risale-i Nur'dan AK Parti'ye veya Erdoğan'a işaretler çıkaranlar, ona 'mehdi' veya 'ceh-cah' gibi yakıştırmalar yapanlar, hadi bu dereceye çıkmasalar bile, siyaset-i İslamiyeyi hakaik-ı İslamiyenin önüne koyacak derecede herşeyi siyaset odaklı okuyanlar, işte onlar, geminin delinmesine sebep oluyorlar. Kadere fetva verdiriyorlar. Allah da arızalar ile gemimizi yaralıyor. Ve bu sayede herşeyi gasbeden hâkim ideolojiler, akımlar, heyecanlar, siyasetler ve umutlar gemimizden soğuyorlar. Gemimiz yaraları sayesinde kullanılmaktan kurtuluyor. Çünkü biz geminin tayfaları olarak 'kullandırmayacak' basirete sahip değiliz.

Ben şimdi FETÖ fitnesine biraz da Bediüzzaman'ın Abdulhakim Arvasî Hazretleriyle aralarında geçen meseleye baktığı gibi bakıyorum. "İfratımız tâdil ediliyor!" diyorum. "Hem gözden düşürülüyoruz." Düşürülüyoruz ki, gemimize el konulmasın, o yoluna selametle devam etsin. Siyasetçiler siyasetleriyle meşgul olsunlar, dindarlar din hizmetleriyle... Allah ikisine de istikamet versin. Ama birbirlerinin müşterisi/taliplisi eylemesin. Âmin. Çünkü, yukarıda da gördük, ikincil niyetler birincilerini öldürürler. Ehl-i Beyt mesleğindeyiz. Ne zaman siyasete elimizi uzatsak başımıza işler gelir. Ne zaman bölgemizin dışına çıksak niyetimiz de bozulur. Başımıza birşey gelmeden bölgemizin sınırlarında kalmayı öğrenmemiz gerek.

20 Eylül 2016 Salı

Parçalarda boğulmak (9): Laakal onbeş günde bir parça olduğunu hatırla!

Yıllar önce bir yazı serisine başlamıştım: 'Parçalarda boğulmak'tı serinin ismi. Daldıkça daldım. Bitiremedim. Zaman geçtikçe de bu parça-bütün tefekkürünün yeni yeni renklerine uyanıyorum. Son aylarda da şu renge kafa patlatıyorum: FETÖ fitnesi üzerinden geliştireceğimiz bir tefekkürle cemaatlerin/tarikatlerin bağlı olması gereken bir yasa oluşturabilir miyiz? Bunu 'devlet yasası' şeklinde düşünmüyorum. Manevî anlamda, bir tür 'kardeşlik ahdi' gibi, üzerine ittifak edebileceğimiz bir metin olarak hayal ediyorum. Bir uyarı metni. Bir bağlılık bildirisi. Bir 'dikkat edilecekler' listesi.

Altında biraraya gelebileceğimiz düsturlar. Bazı maddeler geliyor aklıma. Üzerine bir işaret koyup geçiyorum. Çoğu zaten ehl-i sünnetin mizanlarından ibaret. Temel şeyler... Bunların bir kısmına da Risale-i Nur metinlerinde (özellikle İhlas Risalesi'nde) denk geliyorum. Mesela Mucizat-ı Kur'aniye Risalesi'nin ahirinde yeralan şu kısım:

"Meselâ, bir denizde, hesapsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir definenin bulunduğunu farz edelim. Gavvas dalgıçlar, o definenin cevahirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvas hükmeder ki, bütün hazine, uzun direk gibi bir elmastan ibarettir. Arkadaşlarından, başka cevahiri işittiği vakit hayal eder ki, o cevherler bulduğu elmasın tâbileridir, fusus ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yakut eline geçer. Başkası, murabba bir kehribar bulur, ve hâkezâ, herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakikî rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır. Hattâ, bazan inkâr ve tâtile kadar giderler."

Bediüzzaman, Mevlana Celaleddin Hazretlerinin 'körlerin fili tarifi' hikayesine benzeyen bu temsili neden anlatıyor? Metnin öncesi maksadın ne olduğunu da söylüyor bize: "Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyet enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur. Ya ifrat veya tefritle hakaikın muvazenesini ihlâl edip tenasübünü izale eder."

Maddelerden birisi bu olmalı gibi geliyor bana: Herkes elindekinin 'hazinenin ta kendisi olmadığını' bilmeli. Yolunun yollar içinden bir yol, mesleğinin meslekler içinde bir meslek olduğunu bilmeli. Aksi halde ne olur peki? Metnimiz cevaplıyor: "(...) herbiri eliyle gördüğü cevheri, o hazinenin aslı ve mu'zamı itikad edip, işittiklerini o hazinenin zevâid ve teferruatı zanneder. O vakit hakaikın muvazenesi bozulur. Tenasüp de gider." Tenasüp nedir? Tenasüb bağlı oluşun (intisabın) farkedilmesiyle gelen kardeşliktir. Tenasüp uyumdur. "Güya bir taksimü'l-a'mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor..."

Yaşayacağımız 'parça boğulmasından' bizi kurtaracak olan da budur: Daha yolun başında parça olduğumuzu itiraf etmek... Neden lazım bu? Belki şundan lazım: Ötekini inkar etmek 'ötekiliğin' farkında olmamaktır. Farkında olmadığınla bağlı da olamazsın. Bağlı olmadığınla uyumlu da olamazsın. Zira uyum farkındalığın ve bağlılık hissinin getirisidir. (Halay çekerken bile uyumlu kalabilmek için diğerlerinin ayaklarına bakmak ihtiyacı duyarsın.) Uyum ahengi doğurur. Ahenkse bütünü ve güzelliği.

Bizim önce şunu bir ant gibi, vird gibi, zikr gibi tekrar etmemiz gerekiyor: Allah Resulü aleyhissalatuvesselamdan sonra hiçbirimiz tastamamın mirasçısı olamayacağız. Onun 'bütüne ayna olabilir' varlığının aramızdan çekilmesiyle bütünün haberi de kesildi. Biz aklımızla/kalbimizle acze düştük. Bundan sonrası parçalar zamanıdır. Parçalar da parçalıklarını doğru bir şekilde icra edebilmek için bütün olmadıklarını kabul etmeye muhtaçtırlar. Cemaatlerin/tarikatlerin öncelikle bununla yüzleşmesi gerekiyor. Ve belki, müellifinin 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi de, bizi, bu hakikatle yüzleşmeye çağırıyor.

Bu cemaat asabiyetlerinin/enaniyetlerinin oluşmasını engelleyecek yegane şeydir. Kendisini parça olarak görmeyen bütünlükler asabiyetlere, kendisini parça olarak görmeyen bireysellikler ise enaniyetlere sebep olurlar. Asabiyeti kardeşlikten ayıran en önemli nüans budur. Kardeşlik daha büyük bir parçayı gördüğünde ona dahil olmaya hazır bir bütünlüktür. Asabiyet kendisinden başka/büyük bir bütün kabul etmeyen parçacılıktır. Parçasının büyümesi adına bütünün sağlığına kasteden bir kanserdir. Biraz da bu yüzden, mürşidim, 'onbeş günde bir okunmalı' dediği İhlas Risalesi'nde bizi 'metbuiyete (kendisine tâbi olunmaya)' değil, 'tâbiiyete (başkasına tâbi olmaya)' çağırır:

"Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı, 'El-hubbu fillâh' sırrıyla, tarik-i hakta gidenlere refakatle iftihar etmek; ve arkalarından gitmek; ve imamlık şerefini onlara bırakmak; ve o hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enâniyetinden vazgeçip ihlâsı kazanmak; ve ihlâsla bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amellere râcih olduğunu bilmekle ve tâbiiyeti dahi, sebeb-i mes'uliyet ve hatarlı olan metbûiyete tercih etmekle o marazdan kurtulur ve ihlâsı kazanır, vazife-i uhreviyesini hakkıyla yapabilir."

İhlas, bütüne sahip olmayı değil, bütünde parça olmayı/detay kalmayı seçenlere gözkırpıyor. Ümmet bütünü içinde erimeye hazır parçalarsak ne mutlu bize! Değilsek, bugün FETÖ'yü vuran fırtına, yarın bizi de başka şekillerde sarsabilir: "İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umura gidip, sünnet-i seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudatına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyasetine geçip bir fırka teşkil eden firak-ı dâllenin bütün imamları, hakaikın tenasübünü, muvazenesini muhafaza edemediğindendir ki, böyle bid'aya, dalâlete düşüp bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir."

19 Şubat 2013 Salı

Aşmak ya da açmak, işte bütün mesele...

Peki... Zor bir yazı olacak şimdiden kabul edelim. Çok şey anlatan bir kitabı, birkaç sayfa içinde aktarmaya çalışacağım. Büyük hayaller kurmaya gerek yok. Muhtemelen beceremem. Yine eteğimde ne kaldıysa onlar dökülecek ortaya. O halde biraz kendi geçmişimden bahsedeyim size. Oradan başlayınca, yaşamak gibi, herşey kolay geliyor. Okuduklarımı hayatımla tefsir ediyorum böylece, daha bir kalıcı oluyor. Ayıraç koyduğun sayfaya dönmek gibi birşey. Tanıdık bir satır bulmak gibi. Oradan tekrar okumaya başlıyorsun herşeyi. Herşey evine giden yol gibi tanıdık oluyor.

Benim Risalelerle tanışıklığım aslında eskidir. Daha önce bahsetmiştim. Ortaokul yıllarımdan itibaren, hatta belki daha öncesinde Risale metinleri görmüştüm. Birinci Söz’ü de yine o yıllarda okumuştum. Daha sonra ise yine sevdiğim bir abimin (ve de kendi abimin) etkisiyle Nur cemaatlerinin birisine dahil oldum. Dahil olmak derken, işte Fen Lisesi sınavlarına hazırlanırken üniversite öğrencisi abilerden dersler falan almaya gidiyorduk ilçemizdeki yurda. Dinî bir eğitim de alıyorduk. Dahil olduğum bu daire beni ancak lise ikiye kadar taşıyabildi. Daha sonra attı omuzlarından... Evet, resmen atıldım. Çünkü ben biraz aykırı bir adamdım.

Ahlaksızdım, hırsızdım, yalancıydım anlamında değil; biraz beynime ve irademe düşkündüm diyeyim. Bana birşeyin yapılması söylendiğinde—eğer ikna edici bir sebep zikredilmezse—onu yapmıyordum. Çok soru soruyordum. Hatta dersanede böyle ev işlerine falan koştururken heyecanla yaptığım birşeyi, birisinin “Yap!” diye emretmesiyle derhal bırakıyordum. Daha elimi de sürmüyordum. Garip bir şekilde emir-komutaya uymayan bir yapım vardı. Dahası; beynimin açlığı giderek artıyordu. Okuduklarımla (ki okuduğumuz kitaplar da kontrol ediliyordu bir nevi) bu açlık doymuyordu. Eh, en nihayet bir gün arkadaşlarım dersaneden geldiklerinde benim cemaatten atıldığımı söylediler. Herşeye rağmen umursamadım desem yalan olur. Umursadım. Hatta yaşarken cehenneme gitmiş gibi hissettim kendimi.

Nedenine gelirsek, işte bu neden beni Geleceğe Dönüş kitabına bağlıyor. Çünkü aynı kitapta anlatıldığı gibi, Bediüzzaman’ın daire dışına çıkanlar hakkında yaptığı yorumları kendi cemaatlerine/kanaatlerine münhasır gören insanlar bana şakiler defterine yazıldığımı öğrettiler. Onlara göre ben artık iflah olmazdım. Tuhaftır, ben de bu telkinin etkisiyle onlara hak veriyordum. Aralarda aksatsam da kıldığım namazlarımı tamamen bıraktım. Hatta cumaları hiç kaçırmayan birisiyken onları da terk ettim. Her tarafımı şüpheler sardı. Bir boşluğa düştüğümü hissettim. Bana öyle geliyordu ki, artık ben cehenneme doğru gidiyordum. Her neyse...

Yıllar geçtikten sonra Cenab-ı Hak, insanların rağmına, benden vazgeçmediğini göstererek beni sevindirdi. Hem sadece Cenab-ı Hak da değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi de bana küsmemişti. O güzel kitaplar yıllar sonra bana tekrar açıldılar. Dört beş yıllık ademî bir hayatın ardından tekrar vücudumla buluştum. Hem de ne güzel buluştum. Bu sefer taklidî değil, tam bir tahkikle sarıldım onlara. Doğrudan onlara sarıldım. Başka hiçkimse arada kalmadı. Her perdeden soyundum.

Şimdi, Metin Karabaşoğlu’nun Geleceğe Dönüş kitabına geri dönelim. Geleceğe Dönüş, aslında isminden başlayarak benim gibi öyküleri olan Nurculara hitap ediyor kanaatimce. (Çok mu üzerime alındım?) Bizim geleceğimiz aslında ilk Risaleleri elimize aldığımız gün. O günkü tat, lezzet. O günkü samimiyet. Daha külliyatın dışında, külliyatın üzerinden geliştirilen hiçbir sınırla tanışmadığımız o zaman dilimi. Oraya dönmek aslında bu kitapla amaçlanan. Müellifin izahı başka Sunuş’ta ama ben cüretkâr davranıp farklı izah edeceğim. Benim arkalarda okuduğum başka şeyler var. Kavgalardan yorgun başka şeyler...

Metin abinin Geleceğe Dönüş boyunca aradığı/sorguladığı şey, aslında(n) kaybolan metinler, becayiş-i mekanî yaşamış anlamlar ve tevillerle incitilmiş hakikatler... Amaçların önüne geçmiş araçlar, araçlaşmış amaçlar, görmezden gelinen gerçekler ve hepsinin ortasında hâlâ temizliğini koruyabilmiş bir güzellik: Umut. Risale-i Nur’un ilk yazılmaya başladığı günlerden bugünlere inşa etmek istediği insan tipiyle, insanların inşa etmek istediği Nurcu tipi arasındaki derin uçurumlar... Sanıyorum bütün bunlar Geleceğe Dönüş’te var. Ve sanıyorum, eylem ve söylem arasındaki farklılıklara uyanmış her insanın da bu kitaptan istifadesi olacaktır.

Ben hep birşey söylerim bana Risale-i Nur’u soranlara: Risale-i Nur bir kitaptır, cemaat değildir. Bir yönüyle cemaatlerin ilk ilhamı ondan olsa da sonuçta bu kadar çok insanın karıştığı bir çorbadan bir kitabın lezzeti, nizamı beklenemez. Biz ilk hatayı oradan yapıyoruz. Nurculuğu kulaktan dolma yaşıyoruz. İnsanlardan okuyoruz. Metinlerle aramız iyi değil. Çok okumak da değil kastettiğim, yanlış bile çıkacak olsan, hakikati arayarak okumak...

Aslında biraz daha içerikten bahsetmek istiyordum ama şimdi neresini anlatsam? Her yazı değişik bir zaman diliminin ve yaranın ilacı. İlaç diyorum çünkü taşların kafanızda yerlerini bulması açısından çok anlamlı. Metin Karabaşoğlu’nun Risale Okumaları serisi, Risale-i Nur’u okumaya başlamadan önce değil, ama en azından bir miktar haşır neşir olduktan sonra mutlaka takip edilmesi gereken eserler. Çünkü cemaat içinde eritilen sorularınızı yeniden diriltiyorlar. Bu kadar cemaat aleyhinde konuştum da onların düşmanı değilim tabii... Ama içinde bu kadar insan olan hiçbir şeye (kendim de dahil) kitaplar kadar güvenmiyorum. Ve en az müellif kadar endişe ediyorum hakikatlerin yerini kişilerin/kanaatlerin almasından...

Nurculuk açısından bence çok önemli bir özeleştiri dili (belki tek dil bu) geliştiren Metin Karabaşoğlu’nu tebrik etmek gerek. Belki Risale-i Nur’u geleceğe bu sorular taşıyacak. Sorusu olmayana hiçbir şey öğretemezsiniz. Nur talebelerinin de kendilerini geleceğe taşıyacak yeni sorulara ihtiyacı var. Gerçi Metin abi kitabını ifade eden cümleyi “Risale-i Nur aşılmayı değil, açılmayı bekliyor” olarak seçiyor. Fakat kitabı anlamak için benim tavsiyem 254. sayfanın ilk paragrafının okunması. Yapılmaya çalışılan en çok bu... Hepinize güzel okumalar muhterem karilerim. Bu kitaplık benden bu kadar...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...