"Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa'ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum." (17. Lem'a'dan.)
Elhamdülillah. Ben bir Risale-i Nur okuruyum. Ümidim odur ki: Nur talebesiyim. (Bunu ucb ile iddia etmem ama Allah'tan dua dua dilerim.) Senelerdir de külliyatı okuyorum. Ara ara, parça parça, şöyle böyle değil. Tekrar be tekrar okuyorum. Bitirince yeniden başlıyorum. Doyamıyorum. Üzerine yazıyorum. Hakkında düşünüyorum. Fikir üretiyorum (becerebildiğimce). Araştırıyorum. Soruyorum. Dinliyorum... vs. Fakat Risale-i Nur'dan geliştirilen (belki de ona 'dayatılan' demeliyim) bazı okumalar var ki, şunca yıldan sonra bile, her defasında beni şaşkınlık içerisinde bırakıyorlar.
İşte, mürşidimin, "Avrupa ikidir!" dediği yer de onlardan birisi. İlgili birçok meselede, bu metin, Avrupa'yla ilişkilerin sıcak tutulmasının karinesi olarak kullanılıyor. (Özellikle bir kısım nur talebeleri tarafından.) Buna, yalnızca bu zeminde kaldığı sürece, söyleyecek bir sözümüz yok. Çünkü 'gayrimüslimlerle ilişkiler' İslam fıkhında da çerçevesi ortaya konulmuş bir alanı ifade eder.
Yani meşru bir alandır. Meşru olduğu bir çerçeve vardır. İslam tarihinin tamamında Daru'l-İslam'da yaşayan gayrimüslimlere hakk-ı hayat tanınmış ve ehl-i zımme statüsünde bir varlık alanı açılmıştır. Vergileri alınmıştır. Güvenlikleri sağlanmıştır. Siyaseten, ticareten, sanaten veya tebliğ anlamında ilişkiler, hem içeride hem dışarıda, kurulmuştur. Hakları verilmiştir. Bunların tamamının belirlenmiş sınırları fıkıh muktesebatımızda mevcuttur.
Yani; müslümanlar gayrimüslimlerle hiçbir şekilde ilişki kurmaz, hayatlarına/haklarına saygı duymaz, onları var saymaz tipler değillerdir. (Allah korusun.) Bu iddia yalandır. Bizden çıkıyorsa ifrattır. Onlardan geliyorsa iftiradır. Yalancıların ve aşırıların sözüdür. Hakikati yoktur. İlk dönemlerinden itibaren, başta tebliğ olmak üzere, birçok alanda gayrimüslimlerle iletişim sürmüştür. Bunun delilleri saymakla bitmez.
Biraz da bu etkin iletişim sayesinde zaten, Mekke'den başlayan nur-u hidayet, çok kısa bir sürede bugünkü kadar geniş coğrafyalara yayılmıştır. (Elhamdülillah.) İslam ordularının o bölgelere seferi olmadığı halde nüfusları İslam olan (Endonezya, Malezya, Filipinler... gibi) ülkeler bu sözümüze sağlam birer delildir. Bu bölgelerde İslam'ın yayılışının en büyük sebebi müslüman tüccarların güzel ahlakıdır. O ahlakın verdiği nasihattir.
Fakat, yukarıda da altını çizdiğimiz gibi, bu ilişkinin naslarla belirlenmiş çerçeveleri vardır. Mesela: Bir yahudi tüccarın dürüstlüğü, eğer dürüstse, İslam'ın ondaki bir eseri olarak sevilebilir. Ancak sırf dürüst bir adam olduğu için Sinagog'a gidişi beğenilmez. İçki içiyorsa bu özelliğine meyledilmez. İtikadındaki veya amelindeki yanlışları, bu iyi huyu nedeniyle, meşrulaştırılmaz. Muhabbet beslenmez. Müslümanın bir gayrimüslimle ilişkisi kendi kimliğini onda yitirmek üzerine değildir. Eğim o tarafa doğru değildir. Ya nasıldır? Eğim daima kendisine doğrudur. Bir yahudi tüccarda sevdiğiniz bir özellik varsa, onu, 'yahudiliğin meziyeti' olarak sevmezsiniz. Müslümanlığın onda kalmış bir parçası olarak seversiniz. Onu İslam'a taşıyacak diye tutarsınız. Tutar ve kendinize çekersiniz.
Yoksa, ondaki hasletleri, itikadınızı veya amel edişinizi oraya doğru kaydıracak bir ağırlık noktası gibi tanımlamazsınız. (Allah korusun.) Yani; onu 'onun gibi olmak için' sevmezsiniz. Ondaki herhangi birşeyi 'onu size getirecek' diye seversiniz. Getirdiği kadar seversiniz. Sizi oraya götürmeye başladıysa da kaçarsınız. Kötülüğe, en azından, buğzetmek mü'minin başkalaşımını engeller. Bireysel veya küresel çapta İslam'a zarar getirici hiçbirşeyi sevginizin bedeli olarak kabul etmezsiniz/edemezsiniz. Bu noktada Ebubekir Sifil Hoca diyor ki:
"Burada önemli olan nokta, bir müslümanın, gerek birey olarak kendisine, gerekse daha geniş anlamda müslümanlara zarar verebilecek ilişkilerden uzak durmasıdır. Eğer bir kimsenin Ehl-i Kitab’a mensup hanımı, İslam’a ve Müslümanlar’a zarar verecek davranışlarda bulunuyorsa, (ne kadar seviyor olursa olsun) onu bu ayetteki nehyin dışında tutmak mümkün değildir. Şu halde burada belirleyici olan, Yahudi ve Hristiyanlar’la ilişkilerde İslam’ın ve Müslümanlar’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi, izzetinin zedelenmesi anlamına gelen bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Vallahu a’lem."
Peki ya "Avrupa ikidir!" nedir? Bence "Avrupa ikidir!" ifadesinin iki yanı var. Birincisi: İşte yukarıda aktardığım bahistir. Yani bu sözden murad gayrimüslimlerle 'zaten kurulabilir olan ilişkiler' ve 'yenilerinin kurulabileceği meşru zeminler'dir. Bunların çerçeveleri vardır. Bediüzzaman, Avrupa'yı kıyasıya eleştirirken, müslümanlardaki öfke duygusunun aksi yönde ifrata sebep olmaması için 'hak olan husumetin sınırlarını' birkaç cümleyle hatırlatmaktadır.
Kıyamet kopup imtihan bitmediği sürece gayrimüslimlere karşı tebliğ vazifesi de bitmeyecektir. İlişkiler büsbütün kopmayacaktır. Bireyler 'potansiyel müslüman' olma durumunu sürdüreceklerdir. (Aksi bir savrulmanın DAİŞ'le nereye vardığını görüyoruz. Masum-suçlu ayırmadan gayrimüslim herkesi 'aynı şekilde öldürülmesi gereken düşmanlar' olarak gören bir kafa.) Ve tebliğde ilk muhatap, yapı olarak hakkı işitmeye daha müsait olan, hakiki İsevîliğin izlerini bir nebze korumayı başarmış birinci Avrupa'dır. (Bugün de en çok mühtedi onların içinden çıkar.) Zira onların kalplerinde Kur'an'ın nefesi değince can bulacak tohumlar vardır. Tebliğde bu durum kollanmalıdır.
Meselenin ikinci yanını ise, bana göre, ahirzamanla ilgili hadisler belirliyor. Hz. İsa aleyhisselamın nüzul edip Hz. Mehdi'ye namazda iktida etmesi gibi hâdiseleri haber veren hadisler, Bediüzzaman'ı göre, hristiyanların epeyce bir kısmının (veya tamamının) ahirzamanda müslüman olmasını ifade eder. (Bir işarî manası da budur.) Eserlerinde bu tefsirini sıklıkla zikreden Bediüzzaman'ın, Avrupa'ya karşı hakkı tebliğde büsbütün bir kapanmaya veya ümitsizliğe düşmesi elbette beklenemezdi. Biz de düşmemeliyiz. (Âl-i İmran sûresinin 113. ayeti bu hususta hatırlanabilir.) Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.
Fakat burada yanlış anlaşılan şu bence: Hz. Mehdi gelip Hz. İsa aleyhisselama namazda uymayacak. İmamet her şekilde İslam'da kalacak. Meyledilen yine İslam olacak. Bediüzzaman'ın hiçbir metni Batı'ya entegre olmayı övmüyor. İmameti onlara vermiyor. Hatta müellif-i muhteremin I. Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyeti okuyuşu bile bu entegrasyonu engelleme ihtimalinden dolayı iyimser. Alıntılayalım hemen: "Eğer galip olsaydık medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslâm, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübarekeye, Anadolu'da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet-i İlâhiyeyle onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi."
Aslı Lemeat'ta geçen, fakat benim yıllar sonra Kastamonu Lahikası'nda tekrar ettiği halini alıntılamayı seçtiğim bu metin, Bediüzzaman'ın, bir ehl-i sünnet âlimi olarak, ehl-i küfre bakışında hiçbir oynamanın olmadığını ortaya koyuyor. Eski Said ne diyorsa Yeni Said de onu diyor böylesi konularda.
Ben şimdi AB ile bozulan ilişkilerimizi de buradan okumayı teklif ediyorum. AB süreci neydi? Bir 'entegre olma' süreci miydi? Yoksa bir 'entegre etme' süreci mi? Biz biliyoruz ki: AB üyeliği Türkiye'nin Avrupa'ya entegrasyonuydu. Yasalar çerçevesinde başlayarak her açıdan Avrupa'ya uyumlu bir hale gelmesiydi. Hatta bu uygun hale gelme, sadece hukuki açıdan değil, bireylerin 'eşcinsellik' gibi birçok meseleye bakışına yön verecek (yani neredeyse kalbe karışacak) bir şekle doğru ilerliyordu. Bütün bunlar konuşuluyordu. O halde şimdi soralım: Böyle bir sürece Bediüzzaman "Avrupa ikidir!" penceresinden mi bakardı? Yoksa onu I. Dünya Savaşı'na baktığı pencereden mi görürdü? Çok keyifler kaçırmak pahasına düşüncemi söyleyeyim: Ben 'ikincisi' olarak görüyorum.
Batı'yla ilişkilerin bozulmasının bizi demokratik anlamda daha kötüye götüreceği iddiası ise... Bu iddianın zorunluluk bağlamında bir geçerliliği yoktur. Batı'yla ilişkisi iyi olanın iflah olacağına dair bir garanti ben bilmiyorum. Sahada da görmüyorum. Sömürge ülkeleri de buna 'evet' demezler zannederim. Batı gibi olmak Batı'dan kurtulmayı netice vermiyor. Hatta aksine tam tersi netice verdiği söylenebilir. Medeniyet(!) misyonerliği hiçbir mağdurunu zulmünden emin kılmaz. Çoğunlukla yeni bir pazar haline getirir. Asıl biz şu soruya yanıt bulalım:
Meşvereti kendi kaynaklarımızdan üretip geliştiremedikten sonra demokrasi konusunda Batı'nın kötü bir taklidi olmaktan daha ileriye nasıl gideceğiz? Kendi ayaklarımız üstünde nasıl duracağız? Şu kurdun ensesi ne zaman kalınlaşacak? Yüzümüz ve yüreğimiz varsa bununla hesaplaşalım. Meşvereti 'meşveret-i meşrua' olarak her köşesiyle üretebilecek gücümüz var mı? Kendi fıkıh usûlümüzle bir model ortaya koyabilir miyiz? Yoksa AB gibi siz de liberalizmin üzerine bir "Hepimiz kardeşiz!" sürüp hakikat diye bize mi yedireceksiniz? Kabrin arkasında geçer akçe midir onun tokluğu? Hiç sanmıyorum.
İslam dünyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İslam dünyası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
6 Temmuz 2017 Perşembe
31 Ocak 2017 Salı
Trump'a karşı bu sessizlik neden?
"Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı." Rüyada Bir Hitabe'den...
Bu yazıya çok yakışacak bir hikayem var. Onunla başlayalım: Bir zaman krallardan birisi halkına ağır vergiler koymuş. Sonra yardımcısını halkı teftişe yollamış. Yardımcısı teftişini yapmış ve dönmüş. "Kralım söyleniyorlar!" demiş. Kral gülmüş. "İyi!" demiş. Biraz daha arttırmış vergileri. Tekrar teftişe göndermiş. Yardımcısı teftişini yapmış. "Kralım bağırıp çağırıyorlar!" demiş. Kral yine gülmüş. "İyi!" demiş. Biraz daha arttırmış vergileri. Yardımcısı tekrar teftişe çıkmış. Halk içinde tebdil-i kıyafet dolaşmış. Şaşkınlık içinde geri dönmüş: "Kralım" demiş, "çok acayip, ama gülüyorlar." Kral endişeyle emir vermiş: "Başka vergi yok!"
Trump'ın başkanlığı İslam âleminde neden 'yoğun bir endişe kaynağı' olarak değil de, aksine, 'olursa o kız olsun' üslûbunda karşılanıyor? Bencileyin verebileceğim cevap: İslam âleminin Batı'dan çıkacak bir mehdiye artık inanmadığıdır. Evet, ben, Sovyet tehditine karşı ABD ile beraber hareket edilen dönemde, belki biraz da liberalizmin yumuşak dili nedeniyle, Batı'nın kurtarıcılığının müslümanların dünyasına bir inanç olarak yerleştiğini düşünüyorum. Hatta, bu iş, kıyametten önce güneşin batıdan doğacağı ile ilgili rivayetlerin 'buhranlardan kurtuluşun yine Batı eliyle olacağı' şeklinde tevil edilmesine kadar vardı kimilerinde. Hayır, FETÖ konusuna girmeyeceğim, fakat zaten yalnızca onunla da ilgili değil bu mesele. Bu arıza, merhum Muhammed İkbal gibi kimi isimlerin, İslam dünyasının İngilizlerce işgalini olumlanmasıyla başlıyor.
Müslümanların Batı karşısındaki (daha önce benzerini hiç yaşamadıkları) mağlubiyet(!) durumu, bir noktadan sonra, mazlum ve mağdur olanı 'kusuru kendisine alıp işgalciyi tenzih etme' hastalığına itti. İçinde bulunduğu güç duruma rağmen yaşamaya devam edebilmek için yaptı bunu. Aynalara tekrar bakabilmek için yaptı. Mağlubiyet içinde sahte bir zafer sağlıyordu bu yaptığı ona. Boğazınıza basılmış zalim ayağını, bir hakaret olarak değil de, bir iltifat olarak anlamlandırmak üzerindeki baskıyı da azaltıyordu.
Psikolojik arkaplanı da olan birşeydir şu söylediğim. Vazgeçemeyeceğiniz/karşı koyamayacağınız bir insanın kaldıramayacağınız bir tavrıyla karşılaşırsanız, onu, bazen görmezden gelerek, bazen de (elinizden geldiğince) yanlış anlayarak rahatsızlığınızı azaltmaya çalışırsınız. Yanından geçerken size laf atan hasmın sözünü duymazdan gelmeniz bundandır. Sevdiğiniz birisinin hakkınızdaki ağır sözünü tevil edip yutmaya çalışmanız bundandır. Ve yine, mürşidimin, İstanbul'un işgali sırasında İngilizlere karşı şu sözleri sarfetmesi de müslümanlarda böyle bir halet-i ruhiyenin oluşmasından korkmasındandır:
Katılır mısınız bilmem, ama ben bu umudun son balonunun (çok şükür) Arap Baharı ve Obama sayesinde patladığını düşünüyorum. İslam coğrafyasında kendi menfaatine ters olacağını düşündüğü her demokratik dirilişi örseleyen, gelişimine taş koyan ve hatta binlerce kişiyi katleden Sisi gibi diktatörlerin ellerini sıkmaktan utanmayan Batı; kurtarıcılığına dair müslümanlarda varolan yıkılası umuda sağlam bir darbe vurdu. Trump'a karşı sessizliğimiz de biraz bundan. Yani umutsuzluk ve şaşkınlığımızdan..
Ülkemizde 15 Temmuz üzerinden tecrübe ettiğimiz bu ayılma, ABD'de artık başa kimin geçtiğini umursamaz bir hale getirdi bizi. Bence bu çok kıymetli birşey. Trump'ın İslam coğrafyasına yapacağı en büyük iyilik de, selefleri gibi 'yarım elma gönül alma' oyunlarına girmeyerek, ona karşı uyanıklığımızı diri tutmaktır. Belki de şu yanlış mehdiye duyulan ümittir hakiki mehdilerin içimizde yeşermesine engel olan. Şuna alıcı gözüyle bakışımızdır bunu üretmekte elimizi zayıflatan. Şimdi ondan soğusak fena mı olur? En nihayet, Bediüzzaman'ın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dediği yerdeyim:
Bu yazıya çok yakışacak bir hikayem var. Onunla başlayalım: Bir zaman krallardan birisi halkına ağır vergiler koymuş. Sonra yardımcısını halkı teftişe yollamış. Yardımcısı teftişini yapmış ve dönmüş. "Kralım söyleniyorlar!" demiş. Kral gülmüş. "İyi!" demiş. Biraz daha arttırmış vergileri. Tekrar teftişe göndermiş. Yardımcısı teftişini yapmış. "Kralım bağırıp çağırıyorlar!" demiş. Kral yine gülmüş. "İyi!" demiş. Biraz daha arttırmış vergileri. Yardımcısı tekrar teftişe çıkmış. Halk içinde tebdil-i kıyafet dolaşmış. Şaşkınlık içinde geri dönmüş: "Kralım" demiş, "çok acayip, ama gülüyorlar." Kral endişeyle emir vermiş: "Başka vergi yok!"
Trump'ın başkanlığı İslam âleminde neden 'yoğun bir endişe kaynağı' olarak değil de, aksine, 'olursa o kız olsun' üslûbunda karşılanıyor? Bencileyin verebileceğim cevap: İslam âleminin Batı'dan çıkacak bir mehdiye artık inanmadığıdır. Evet, ben, Sovyet tehditine karşı ABD ile beraber hareket edilen dönemde, belki biraz da liberalizmin yumuşak dili nedeniyle, Batı'nın kurtarıcılığının müslümanların dünyasına bir inanç olarak yerleştiğini düşünüyorum. Hatta, bu iş, kıyametten önce güneşin batıdan doğacağı ile ilgili rivayetlerin 'buhranlardan kurtuluşun yine Batı eliyle olacağı' şeklinde tevil edilmesine kadar vardı kimilerinde. Hayır, FETÖ konusuna girmeyeceğim, fakat zaten yalnızca onunla da ilgili değil bu mesele. Bu arıza, merhum Muhammed İkbal gibi kimi isimlerin, İslam dünyasının İngilizlerce işgalini olumlanmasıyla başlıyor.
Müslümanların Batı karşısındaki (daha önce benzerini hiç yaşamadıkları) mağlubiyet(!) durumu, bir noktadan sonra, mazlum ve mağdur olanı 'kusuru kendisine alıp işgalciyi tenzih etme' hastalığına itti. İçinde bulunduğu güç duruma rağmen yaşamaya devam edebilmek için yaptı bunu. Aynalara tekrar bakabilmek için yaptı. Mağlubiyet içinde sahte bir zafer sağlıyordu bu yaptığı ona. Boğazınıza basılmış zalim ayağını, bir hakaret olarak değil de, bir iltifat olarak anlamlandırmak üzerindeki baskıyı da azaltıyordu.
Psikolojik arkaplanı da olan birşeydir şu söylediğim. Vazgeçemeyeceğiniz/karşı koyamayacağınız bir insanın kaldıramayacağınız bir tavrıyla karşılaşırsanız, onu, bazen görmezden gelerek, bazen de (elinizden geldiğince) yanlış anlayarak rahatsızlığınızı azaltmaya çalışırsınız. Yanından geçerken size laf atan hasmın sözünü duymazdan gelmeniz bundandır. Sevdiğiniz birisinin hakkınızdaki ağır sözünü tevil edip yutmaya çalışmanız bundandır. Ve yine, mürşidimin, İstanbul'un işgali sırasında İngilizlere karşı şu sözleri sarfetmesi de müslümanlarda böyle bir halet-i ruhiyenin oluşmasından korkmasındandır:
"Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazının toplarını tahrip ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiyenin âzâsı idim. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!' demiştim."
"Madem ki öldürüyorsun. Ölmek iki sûretledir: Birinci sûret: Senin ayağına düşmek, teslim olmak sûretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle öldürmek, cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci sûret: Senin yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla ruh ve kalbimiz sağ kalır, ceset de şehit olur. Akide faziletimiz tahkir edilmez; İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez. Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile barışamaz."
Katılır mısınız bilmem, ama ben bu umudun son balonunun (çok şükür) Arap Baharı ve Obama sayesinde patladığını düşünüyorum. İslam coğrafyasında kendi menfaatine ters olacağını düşündüğü her demokratik dirilişi örseleyen, gelişimine taş koyan ve hatta binlerce kişiyi katleden Sisi gibi diktatörlerin ellerini sıkmaktan utanmayan Batı; kurtarıcılığına dair müslümanlarda varolan yıkılası umuda sağlam bir darbe vurdu. Trump'a karşı sessizliğimiz de biraz bundan. Yani umutsuzluk ve şaşkınlığımızdan..
Ülkemizde 15 Temmuz üzerinden tecrübe ettiğimiz bu ayılma, ABD'de artık başa kimin geçtiğini umursamaz bir hale getirdi bizi. Bence bu çok kıymetli birşey. Trump'ın İslam coğrafyasına yapacağı en büyük iyilik de, selefleri gibi 'yarım elma gönül alma' oyunlarına girmeyerek, ona karşı uyanıklığımızı diri tutmaktır. Belki de şu yanlış mehdiye duyulan ümittir hakiki mehdilerin içimizde yeşermesine engel olan. Şuna alıcı gözüyle bakışımızdır bunu üretmekte elimizi zayıflatan. Şimdi ondan soğusak fena mı olur? En nihayet, Bediüzzaman'ın Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra dediği yerdeyim:
"Şu millet-i İslâmın felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet istikbalde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbale tebdil eder zîhimmet. Zira ki şu musibet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâmı harikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet, tesri-i ihtizazı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit İslâmî medeniyet."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...