"Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa'ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum." (17. Lem'a'dan.)
Elhamdülillah. Ben bir Risale-i Nur okuruyum. Ümidim odur ki: Nur talebesiyim. (Bunu ucb ile iddia etmem ama Allah'tan dua dua dilerim.) Senelerdir de külliyatı okuyorum. Ara ara, parça parça, şöyle böyle değil. Tekrar be tekrar okuyorum. Bitirince yeniden başlıyorum. Doyamıyorum. Üzerine yazıyorum. Hakkında düşünüyorum. Fikir üretiyorum (becerebildiğimce). Araştırıyorum. Soruyorum. Dinliyorum... vs. Fakat Risale-i Nur'dan geliştirilen (belki de ona 'dayatılan' demeliyim) bazı okumalar var ki, şunca yıldan sonra bile, her defasında beni şaşkınlık içerisinde bırakıyorlar.
İşte, mürşidimin, "Avrupa ikidir!" dediği yer de onlardan birisi. İlgili birçok meselede, bu metin, Avrupa'yla ilişkilerin sıcak tutulmasının karinesi olarak kullanılıyor. (Özellikle bir kısım nur talebeleri tarafından.) Buna, yalnızca bu zeminde kaldığı sürece, söyleyecek bir sözümüz yok. Çünkü 'gayrimüslimlerle ilişkiler' İslam fıkhında da çerçevesi ortaya konulmuş bir alanı ifade eder.
Yani meşru bir alandır. Meşru olduğu bir çerçeve vardır. İslam tarihinin tamamında Daru'l-İslam'da yaşayan gayrimüslimlere hakk-ı hayat tanınmış ve ehl-i zımme statüsünde bir varlık alanı açılmıştır. Vergileri alınmıştır. Güvenlikleri sağlanmıştır. Siyaseten, ticareten, sanaten veya tebliğ anlamında ilişkiler, hem içeride hem dışarıda, kurulmuştur. Hakları verilmiştir. Bunların tamamının belirlenmiş sınırları fıkıh muktesebatımızda mevcuttur.
Yani; müslümanlar gayrimüslimlerle hiçbir şekilde ilişki kurmaz, hayatlarına/haklarına saygı duymaz, onları var saymaz tipler değillerdir. (Allah korusun.) Bu iddia yalandır. Bizden çıkıyorsa ifrattır. Onlardan geliyorsa iftiradır. Yalancıların ve aşırıların sözüdür. Hakikati yoktur. İlk dönemlerinden itibaren, başta tebliğ olmak üzere, birçok alanda gayrimüslimlerle iletişim sürmüştür. Bunun delilleri saymakla bitmez.
Biraz da bu etkin iletişim sayesinde zaten, Mekke'den başlayan nur-u hidayet, çok kısa bir sürede bugünkü kadar geniş coğrafyalara yayılmıştır. (Elhamdülillah.) İslam ordularının o bölgelere seferi olmadığı halde nüfusları İslam olan (Endonezya, Malezya, Filipinler... gibi) ülkeler bu sözümüze sağlam birer delildir. Bu bölgelerde İslam'ın yayılışının en büyük sebebi müslüman tüccarların güzel ahlakıdır. O ahlakın verdiği nasihattir.
Fakat, yukarıda da altını çizdiğimiz gibi, bu ilişkinin naslarla belirlenmiş çerçeveleri vardır. Mesela: Bir yahudi tüccarın dürüstlüğü, eğer dürüstse, İslam'ın ondaki bir eseri olarak sevilebilir. Ancak sırf dürüst bir adam olduğu için Sinagog'a gidişi beğenilmez. İçki içiyorsa bu özelliğine meyledilmez. İtikadındaki veya amelindeki yanlışları, bu iyi huyu nedeniyle, meşrulaştırılmaz. Muhabbet beslenmez. Müslümanın bir gayrimüslimle ilişkisi kendi kimliğini onda yitirmek üzerine değildir. Eğim o tarafa doğru değildir. Ya nasıldır? Eğim daima kendisine doğrudur. Bir yahudi tüccarda sevdiğiniz bir özellik varsa, onu, 'yahudiliğin meziyeti' olarak sevmezsiniz. Müslümanlığın onda kalmış bir parçası olarak seversiniz. Onu İslam'a taşıyacak diye tutarsınız. Tutar ve kendinize çekersiniz.
Yoksa, ondaki hasletleri, itikadınızı veya amel edişinizi oraya doğru kaydıracak bir ağırlık noktası gibi tanımlamazsınız. (Allah korusun.) Yani; onu 'onun gibi olmak için' sevmezsiniz. Ondaki herhangi birşeyi 'onu size getirecek' diye seversiniz. Getirdiği kadar seversiniz. Sizi oraya götürmeye başladıysa da kaçarsınız. Kötülüğe, en azından, buğzetmek mü'minin başkalaşımını engeller. Bireysel veya küresel çapta İslam'a zarar getirici hiçbirşeyi sevginizin bedeli olarak kabul etmezsiniz/edemezsiniz. Bu noktada Ebubekir Sifil Hoca diyor ki:
"Burada önemli olan nokta, bir müslümanın, gerek birey olarak kendisine, gerekse daha geniş anlamda müslümanlara zarar verebilecek ilişkilerden uzak durmasıdır. Eğer bir kimsenin Ehl-i Kitab’a mensup hanımı, İslam’a ve Müslümanlar’a zarar verecek davranışlarda bulunuyorsa, (ne kadar seviyor olursa olsun) onu bu ayetteki nehyin dışında tutmak mümkün değildir. Şu halde burada belirleyici olan, Yahudi ve Hristiyanlar’la ilişkilerde İslam’ın ve Müslümanlar’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi, izzetinin zedelenmesi anlamına gelen bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Vallahu a’lem."
Peki ya "Avrupa ikidir!" nedir? Bence "Avrupa ikidir!" ifadesinin iki yanı var. Birincisi: İşte yukarıda aktardığım bahistir. Yani bu sözden murad gayrimüslimlerle 'zaten kurulabilir olan ilişkiler' ve 'yenilerinin kurulabileceği meşru zeminler'dir. Bunların çerçeveleri vardır. Bediüzzaman, Avrupa'yı kıyasıya eleştirirken, müslümanlardaki öfke duygusunun aksi yönde ifrata sebep olmaması için 'hak olan husumetin sınırlarını' birkaç cümleyle hatırlatmaktadır.
Kıyamet kopup imtihan bitmediği sürece gayrimüslimlere karşı tebliğ vazifesi de bitmeyecektir. İlişkiler büsbütün kopmayacaktır. Bireyler 'potansiyel müslüman' olma durumunu sürdüreceklerdir. (Aksi bir savrulmanın DAİŞ'le nereye vardığını görüyoruz. Masum-suçlu ayırmadan gayrimüslim herkesi 'aynı şekilde öldürülmesi gereken düşmanlar' olarak gören bir kafa.) Ve tebliğde ilk muhatap, yapı olarak hakkı işitmeye daha müsait olan, hakiki İsevîliğin izlerini bir nebze korumayı başarmış birinci Avrupa'dır. (Bugün de en çok mühtedi onların içinden çıkar.) Zira onların kalplerinde Kur'an'ın nefesi değince can bulacak tohumlar vardır. Tebliğde bu durum kollanmalıdır.
Meselenin ikinci yanını ise, bana göre, ahirzamanla ilgili hadisler belirliyor. Hz. İsa aleyhisselamın nüzul edip Hz. Mehdi'ye namazda iktida etmesi gibi hâdiseleri haber veren hadisler, Bediüzzaman'ı göre, hristiyanların epeyce bir kısmının (veya tamamının) ahirzamanda müslüman olmasını ifade eder. (Bir işarî manası da budur.) Eserlerinde bu tefsirini sıklıkla zikreden Bediüzzaman'ın, Avrupa'ya karşı hakkı tebliğde büsbütün bir kapanmaya veya ümitsizliğe düşmesi elbette beklenemezdi. Biz de düşmemeliyiz. (Âl-i İmran sûresinin 113. ayeti bu hususta hatırlanabilir.) Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.
Fakat burada yanlış anlaşılan şu bence: Hz. Mehdi gelip Hz. İsa aleyhisselama namazda uymayacak. İmamet her şekilde İslam'da kalacak. Meyledilen yine İslam olacak. Bediüzzaman'ın hiçbir metni Batı'ya entegre olmayı övmüyor. İmameti onlara vermiyor. Hatta müellif-i muhteremin I. Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyeti okuyuşu bile bu entegrasyonu engelleme ihtimalinden dolayı iyimser. Alıntılayalım hemen: "Eğer galip olsaydık medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslâm, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübarekeye, Anadolu'da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet-i İlâhiyeyle onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi."
Aslı Lemeat'ta geçen, fakat benim yıllar sonra Kastamonu Lahikası'nda tekrar ettiği halini alıntılamayı seçtiğim bu metin, Bediüzzaman'ın, bir ehl-i sünnet âlimi olarak, ehl-i küfre bakışında hiçbir oynamanın olmadığını ortaya koyuyor. Eski Said ne diyorsa Yeni Said de onu diyor böylesi konularda.
Ben şimdi AB ile bozulan ilişkilerimizi de buradan okumayı teklif ediyorum. AB süreci neydi? Bir 'entegre olma' süreci miydi? Yoksa bir 'entegre etme' süreci mi? Biz biliyoruz ki: AB üyeliği Türkiye'nin Avrupa'ya entegrasyonuydu. Yasalar çerçevesinde başlayarak her açıdan Avrupa'ya uyumlu bir hale gelmesiydi. Hatta bu uygun hale gelme, sadece hukuki açıdan değil, bireylerin 'eşcinsellik' gibi birçok meseleye bakışına yön verecek (yani neredeyse kalbe karışacak) bir şekle doğru ilerliyordu. Bütün bunlar konuşuluyordu. O halde şimdi soralım: Böyle bir sürece Bediüzzaman "Avrupa ikidir!" penceresinden mi bakardı? Yoksa onu I. Dünya Savaşı'na baktığı pencereden mi görürdü? Çok keyifler kaçırmak pahasına düşüncemi söyleyeyim: Ben 'ikincisi' olarak görüyorum.
Batı'yla ilişkilerin bozulmasının bizi demokratik anlamda daha kötüye götüreceği iddiası ise... Bu iddianın zorunluluk bağlamında bir geçerliliği yoktur. Batı'yla ilişkisi iyi olanın iflah olacağına dair bir garanti ben bilmiyorum. Sahada da görmüyorum. Sömürge ülkeleri de buna 'evet' demezler zannederim. Batı gibi olmak Batı'dan kurtulmayı netice vermiyor. Hatta aksine tam tersi netice verdiği söylenebilir. Medeniyet(!) misyonerliği hiçbir mağdurunu zulmünden emin kılmaz. Çoğunlukla yeni bir pazar haline getirir. Asıl biz şu soruya yanıt bulalım:
Meşvereti kendi kaynaklarımızdan üretip geliştiremedikten sonra demokrasi konusunda Batı'nın kötü bir taklidi olmaktan daha ileriye nasıl gideceğiz? Kendi ayaklarımız üstünde nasıl duracağız? Şu kurdun ensesi ne zaman kalınlaşacak? Yüzümüz ve yüreğimiz varsa bununla hesaplaşalım. Meşvereti 'meşveret-i meşrua' olarak her köşesiyle üretebilecek gücümüz var mı? Kendi fıkıh usûlümüzle bir model ortaya koyabilir miyiz? Yoksa AB gibi siz de liberalizmin üzerine bir "Hepimiz kardeşiz!" sürüp hakikat diye bize mi yedireceksiniz? Kabrin arkasında geçer akçe midir onun tokluğu? Hiç sanmıyorum.
AB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AB etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
6 Temmuz 2017 Perşembe
21 Mart 2017 Salı
Garp husumeti baki mi kalmalı?
Yıllar önce, Düşünce Okulu'nun bir etkinliğinde, Şükrü Nişancı Hoca'yı dinlerken (ne kadar seminerde anlatılanlarla ilgili olduğunu şimdi hatırlayamadığım) şöyle bir kanaate sahip olmuştum: Bediüzzaman'ın "Garp husumeti baki kalmalı!" gibi sözleri o zaman Avrupası için söylenmiş sözlerdir. Dönemseldir. Bugün Avrupa daha başka bir Avrupa'dır. Daha insancıl bir Avrupa'dır. Daha medenî bir Avrupa'dır. Bu Avrupa'ya husumet edilmeyebilir.
Bugün 'akıllara zarar bir saçmalık' gibi görünen şu tesbiti seminerin sonunda seyirci katkısı olarak dillendirdiğimi hatırlıyorum. (Ne cür'et ama!) Şundan daha tuhafı: Benim bu herzeme o güzel topluluktan itiraz eden de olmamıştı. Halbuki herbiri Bediüzzaman hakkında konuşmaya/yazmaya benden daha yetkin gençlerdi. Acaba kale alıp itiraz etmeyi mi gereksiz gördüler? Yoksa onlar da az-çok böyle mi düşünüyorlardı? Hatırladıklarım net bir kanaat ifade etmemi sağlamıyor. Ancak, bugün geldiğim noktada, Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra eleştirilerinin dönemsel değil esasî olduğundan eminim.
Geçen yıllar en çok şunu öğretti bana: Bediüzzaman'ın söz ve tavırlarını, üzerinde yükseldiği ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasından kopardığınız an, o sözleri veya tavırları nereye koyacağınızı şaşırıyorsunuz. Hatta bir adım ötesi: Bediüzzaman'dan duruş almayı bırakıyor ve onu/metinlerini konjonktürel şekilde kullanmaya başlıyorsunuz. Mesela: Avrupa'yla aranız iyi olduğunda 'Avrupa ikidir'e coşkuyla koşarken, aranız kötü olduğunda da 'Garp husumeti baki kalmalı'ya sarılıyorsunuz. Bu, bir aşamadan sonra, "Yahu bu metinlerden sabit bir duruş çıkmaz mı?" sualini sordurmaya başlıyor.
Bediüzzaman'ın bunda bir kabahati var mı? Hâşâ! Hiç yok. O, metinlerinde, ehl-i sünnet aidiyeti ve bu aidiyetten gelen yakîni kuvvetli bir sosyolojiyle konuşuyordu. Fakat ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına bakmadan salt Risale-i Nur ile duruş çıkabileceğini düşünenlerin bunda suçu var. Ve zaten böyle işleyen süreç de sizi 'sizden önce Risale okumuş abiler'in elinde topa çeviriyor. Onların okuması (hesabı hakkıyla verilmediği halde) Risale-i Nur'un kanaati oluyor.
Bu abilerin hükümetle (veya Avrupa'yla) araları iyi iken veya o sabah keyifleri yerinde olduğu için yaptıkları yorumlarla, bütün bunlar tam tersi durumdayken yaptıkları yorumlar, iki farklı duruş ortaya koyuyor. İlkesellik, eğer ayakları bir mirasla bağlanmazsa, herkesin istediğini alabildiği bir 'bir milyoncu'dur. Konjonktüre göre değiştirilebilen bir sürü ilke var. Dün ne söylediğinizi hatırda tutamayanlar için ilkeler üzerinden kolaylıkla cerbeze yapabilirsiniz. Çünkü ilke üzerine birşey giymeyen soyut hakikattir.
Süreç, bir noktadan sonra, abinin "Hadi hükümete yükleniyoruz!" işareti vermesiyle hep beraber hükümete yüklendiğiniz, "Hadi hükümeti korumaya çalışıyoruz!" demesiyle silahlarınızı indirdiğiniz, "Hadi Avrupa'yla aramızı iyi tutuyoruz!" demesiyle Avrupa'ya sıcak baktığınız, "Hadi Avrupa'yla aramızı bozuyoruz!" demesiyle öfkeyle dolduğunuz, ama hiçbir zaman emin ve sağlam bir duruşa sahip olamadığınız bir cendereye savruluyor. Çıkamıyorsunuz. Çünkü tutunabileceğiniz 'zamanları ve sınanmaları aşmış sağlam bir miras' yok.
Peki, derdi söyledik, devası var mı? Var: Bediüzzaman'ı sadece bugünle ve kendi metinleriyle değil, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıyla ve duruşuyla beraber okumak. Yani; Risale-i Nur'u da 'mana-i ismî' ile değil 'mana-i harfî' ile okumak, onu 'dava değil dava içinde burhan' kılmak, o gözle bakmak.
Örneğin: 'Garp husumeti baki kalmalı' meselesinde Bediüzzaman'ın nasıl sınırlar içinde durduğunu/konuştuğunu da yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bin yılı aşkın mirası eşliğinde okuyunca idrak edebiliyorsunuz. Risale-i Nur'un bize söylediği, ne DAİŞ olup canavarlaşmak, ne de FETÖ olup Batı'ya köpekleşmek. Müslümanların, ta Asr-ı Saadet'ten beri, ehl-i küfre karşı gösterdiği temkini ve teyakkuzu korumaya çalışmak bu aslında. Ki, bu ifadeyi kullandığı dönem itibariyle, müslümanların en çok yitirdiği şey şu mübarek temkin ve teyakkuz.
"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."
Hem bakınız, Ebubekir Sifil Hoca, mezkûr meseleyle de ilgili sayılabilecek bir yazısında neler söylüyor:
"Görebildiğim kadarıyla müfessirler arasında bu meseleyi detaylara inerek en güzel tafsil edenlerden birisi İbn Âşûr’dur. Mü’minler’le kâfirler arasındaki 'muvâlât' ilişkisini, intaç ettiği ahkâm bakımından sekiz madde halinde ele alan İbn Âşûr özetle şöyle der:
1) Müslüman’ın, kâfirleri veya kâfir bir grubu, gönlünden küfürlerine meylederek veli edinmesi. Bu küfürdür. Sahibi de münafıktır.
2) Mü’minler’e düşmanlıklarını açığa vurduğu bir zamanda kâfirlere (aralarındaki dostluk ve sevgiye bağlı olarak) müzaheret etmek, yardımcı olmak, destek vermek. Bunu yapan müslümanın içinde kâfirlerin dinine karşı bir meyil söz konusu değilse, bu fiil küfür olmaz; ancak büyük günahtır.
3) Bir önceki maddede zikredilen yaklaşımın, Müslümanlar’a karşı kin ve düşmanlık izhar etmeyen, fiilî saldırı ve ezada bulunmayan kâfirler hakkında söz konusu olması. Bu yaklaşım, sahibinin küfrünü gerektirmez; ancak sakındırılmış/nehyedilmiş bir tavırdır. Zira burada onların durumunu güzel bulma söz konusudur. İbn Âşûr burada, İslam’ın zuhuru esnasında mevcut Arap Hristiyanları’nın durumu ile Habeşistan Hristiyanları’nı örnek gösterir ki, son derece ilginçtir.
4) Müslümanlar’dan bir gruba zarar vermek için kâfirlerden bir grupla muvalat ilişkisine girmek (birbirini veli edinmek). Burada niyete itibar edilir.
5) Müslümanlar’ın, zafer ve galibiyet için Müslümanlar’a karşı sevgi besleyen kâfirlerden bir grubu veli edinmesi. Bunun hükmünde ihtilaf eden ulema arasında Ehl-i Kitap ile diğerlerini ayıranlar bulunduğu gibi, ihtiyaç duyulması yahut kâfirlerin kendiliklerinden yardıma gelmesi haliyle onlardan talepte bulunmayı birbirinden ayıran ve herbiri için farklı hükümler verenler de vardır.
6) Müslümanlar’dan birisinin, kâfirlerden birisini veli edinmesi. Aralarındaki özel bir yakınlık sebebiyle ve Müslümanlar’a zarar verecek bir duruma yol açmamak kaydıyla böyle bir ilişki yasaklanmamıştır.
7) Müslümanlar’la kâfirler arasında ticaret, akitler, musalaha vb. gibi dünyevî ilişkiler bulunmasının hükmü, farklı durumlara göre değişiklik gösterir.
8) Kâfirlerden gelebilecek bir zararın önlenmesi için onlarla muvalat ilişkisine girmek. Ayette geçen '… kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden korunmanız hali müstesna' ifadesinde işaret edilen durum budur."
İşte, Bediüzzaman'ın 'Garp husumeti baki kalmalı' derken 'baki kalmasını' istediği şey, ilişkilerin şu istikametli kıstaslar içerisinde yürütülmesidir. Şu maddeler boyunca anlatılan hassasiyetlerin korunmasıdır. Bu ne ilişkisizliktir, ne DAİŞ olmaktır, ne de küresel güçlerin yalakası olmaktır. Bu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin ehl-i kitap ve sair küfür mensuplarıyla ilişkilerinde gözettiği, naslardan beslenen ve bin yılı aşkın zamandır tecrübe edilen bir duruştur. Konjonktürün ve konjonktür üzerinden konuşanların elinde her yere atılan top haline gelmemenin yolu da burada saklıdır. Bu sekiz maddeyi kuşatamayanlar için daha kısa ve öz bir ifadeyi yine Ebubekir Sifil Hoca'dan naklederek yazıyı bitirelim:
"Burada önemli olan nokta, bir müslümanın, gerek birey olarak kendisine, gerekse daha geniş anlamda müslümanlara zarar verebilecek ilişkilerden uzak durmasıdır. Eğer bir kimsenin Ehl-i Kitab’a mensup hanımı, İslam’a ve Müslümanlar’a zarar verecek davranışlarda bulunuyorsa, (ne kadar seviyor olursa olsun) onu bu ayetteki nehyin dışında tutmak mümkün değildir. Şu halde burada belirleyici olan, Yahudi ve Hristiyanlar’la ilişkilerde İslam’ın ve Müslümanlar’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi, izzetinin zedelenmesi anlamına gelen bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Vallahu a’lem."
Bugün 'akıllara zarar bir saçmalık' gibi görünen şu tesbiti seminerin sonunda seyirci katkısı olarak dillendirdiğimi hatırlıyorum. (Ne cür'et ama!) Şundan daha tuhafı: Benim bu herzeme o güzel topluluktan itiraz eden de olmamıştı. Halbuki herbiri Bediüzzaman hakkında konuşmaya/yazmaya benden daha yetkin gençlerdi. Acaba kale alıp itiraz etmeyi mi gereksiz gördüler? Yoksa onlar da az-çok böyle mi düşünüyorlardı? Hatırladıklarım net bir kanaat ifade etmemi sağlamıyor. Ancak, bugün geldiğim noktada, Bediüzzaman'ın medeniyet-i hazıra eleştirilerinin dönemsel değil esasî olduğundan eminim.
Geçen yıllar en çok şunu öğretti bana: Bediüzzaman'ın söz ve tavırlarını, üzerinde yükseldiği ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasından kopardığınız an, o sözleri veya tavırları nereye koyacağınızı şaşırıyorsunuz. Hatta bir adım ötesi: Bediüzzaman'dan duruş almayı bırakıyor ve onu/metinlerini konjonktürel şekilde kullanmaya başlıyorsunuz. Mesela: Avrupa'yla aranız iyi olduğunda 'Avrupa ikidir'e coşkuyla koşarken, aranız kötü olduğunda da 'Garp husumeti baki kalmalı'ya sarılıyorsunuz. Bu, bir aşamadan sonra, "Yahu bu metinlerden sabit bir duruş çıkmaz mı?" sualini sordurmaya başlıyor.
Bediüzzaman'ın bunda bir kabahati var mı? Hâşâ! Hiç yok. O, metinlerinde, ehl-i sünnet aidiyeti ve bu aidiyetten gelen yakîni kuvvetli bir sosyolojiyle konuşuyordu. Fakat ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına bakmadan salt Risale-i Nur ile duruş çıkabileceğini düşünenlerin bunda suçu var. Ve zaten böyle işleyen süreç de sizi 'sizden önce Risale okumuş abiler'in elinde topa çeviriyor. Onların okuması (hesabı hakkıyla verilmediği halde) Risale-i Nur'un kanaati oluyor.
Bu abilerin hükümetle (veya Avrupa'yla) araları iyi iken veya o sabah keyifleri yerinde olduğu için yaptıkları yorumlarla, bütün bunlar tam tersi durumdayken yaptıkları yorumlar, iki farklı duruş ortaya koyuyor. İlkesellik, eğer ayakları bir mirasla bağlanmazsa, herkesin istediğini alabildiği bir 'bir milyoncu'dur. Konjonktüre göre değiştirilebilen bir sürü ilke var. Dün ne söylediğinizi hatırda tutamayanlar için ilkeler üzerinden kolaylıkla cerbeze yapabilirsiniz. Çünkü ilke üzerine birşey giymeyen soyut hakikattir.
Süreç, bir noktadan sonra, abinin "Hadi hükümete yükleniyoruz!" işareti vermesiyle hep beraber hükümete yüklendiğiniz, "Hadi hükümeti korumaya çalışıyoruz!" demesiyle silahlarınızı indirdiğiniz, "Hadi Avrupa'yla aramızı iyi tutuyoruz!" demesiyle Avrupa'ya sıcak baktığınız, "Hadi Avrupa'yla aramızı bozuyoruz!" demesiyle öfkeyle dolduğunuz, ama hiçbir zaman emin ve sağlam bir duruşa sahip olamadığınız bir cendereye savruluyor. Çıkamıyorsunuz. Çünkü tutunabileceğiniz 'zamanları ve sınanmaları aşmış sağlam bir miras' yok.
Peki, derdi söyledik, devası var mı? Var: Bediüzzaman'ı sadece bugünle ve kendi metinleriyle değil, ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasıyla ve duruşuyla beraber okumak. Yani; Risale-i Nur'u da 'mana-i ismî' ile değil 'mana-i harfî' ile okumak, onu 'dava değil dava içinde burhan' kılmak, o gözle bakmak.
Örneğin: 'Garp husumeti baki kalmalı' meselesinde Bediüzzaman'ın nasıl sınırlar içinde durduğunu/konuştuğunu da yine ehl-i sünnet ve'l-cemaatin bin yılı aşkın mirası eşliğinde okuyunca idrak edebiliyorsunuz. Risale-i Nur'un bize söylediği, ne DAİŞ olup canavarlaşmak, ne de FETÖ olup Batı'ya köpekleşmek. Müslümanların, ta Asr-ı Saadet'ten beri, ehl-i küfre karşı gösterdiği temkini ve teyakkuzu korumaya çalışmak bu aslında. Ki, bu ifadeyi kullandığı dönem itibariyle, müslümanların en çok yitirdiği şey şu mübarek temkin ve teyakkuz.
"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."
Hem bakınız, Ebubekir Sifil Hoca, mezkûr meseleyle de ilgili sayılabilecek bir yazısında neler söylüyor:
"Görebildiğim kadarıyla müfessirler arasında bu meseleyi detaylara inerek en güzel tafsil edenlerden birisi İbn Âşûr’dur. Mü’minler’le kâfirler arasındaki 'muvâlât' ilişkisini, intaç ettiği ahkâm bakımından sekiz madde halinde ele alan İbn Âşûr özetle şöyle der:
1) Müslüman’ın, kâfirleri veya kâfir bir grubu, gönlünden küfürlerine meylederek veli edinmesi. Bu küfürdür. Sahibi de münafıktır.
2) Mü’minler’e düşmanlıklarını açığa vurduğu bir zamanda kâfirlere (aralarındaki dostluk ve sevgiye bağlı olarak) müzaheret etmek, yardımcı olmak, destek vermek. Bunu yapan müslümanın içinde kâfirlerin dinine karşı bir meyil söz konusu değilse, bu fiil küfür olmaz; ancak büyük günahtır.
3) Bir önceki maddede zikredilen yaklaşımın, Müslümanlar’a karşı kin ve düşmanlık izhar etmeyen, fiilî saldırı ve ezada bulunmayan kâfirler hakkında söz konusu olması. Bu yaklaşım, sahibinin küfrünü gerektirmez; ancak sakındırılmış/nehyedilmiş bir tavırdır. Zira burada onların durumunu güzel bulma söz konusudur. İbn Âşûr burada, İslam’ın zuhuru esnasında mevcut Arap Hristiyanları’nın durumu ile Habeşistan Hristiyanları’nı örnek gösterir ki, son derece ilginçtir.
4) Müslümanlar’dan bir gruba zarar vermek için kâfirlerden bir grupla muvalat ilişkisine girmek (birbirini veli edinmek). Burada niyete itibar edilir.
5) Müslümanlar’ın, zafer ve galibiyet için Müslümanlar’a karşı sevgi besleyen kâfirlerden bir grubu veli edinmesi. Bunun hükmünde ihtilaf eden ulema arasında Ehl-i Kitap ile diğerlerini ayıranlar bulunduğu gibi, ihtiyaç duyulması yahut kâfirlerin kendiliklerinden yardıma gelmesi haliyle onlardan talepte bulunmayı birbirinden ayıran ve herbiri için farklı hükümler verenler de vardır.
6) Müslümanlar’dan birisinin, kâfirlerden birisini veli edinmesi. Aralarındaki özel bir yakınlık sebebiyle ve Müslümanlar’a zarar verecek bir duruma yol açmamak kaydıyla böyle bir ilişki yasaklanmamıştır.
7) Müslümanlar’la kâfirler arasında ticaret, akitler, musalaha vb. gibi dünyevî ilişkiler bulunmasının hükmü, farklı durumlara göre değişiklik gösterir.
8) Kâfirlerden gelebilecek bir zararın önlenmesi için onlarla muvalat ilişkisine girmek. Ayette geçen '… kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden korunmanız hali müstesna' ifadesinde işaret edilen durum budur."
İşte, Bediüzzaman'ın 'Garp husumeti baki kalmalı' derken 'baki kalmasını' istediği şey, ilişkilerin şu istikametli kıstaslar içerisinde yürütülmesidir. Şu maddeler boyunca anlatılan hassasiyetlerin korunmasıdır. Bu ne ilişkisizliktir, ne DAİŞ olmaktır, ne de küresel güçlerin yalakası olmaktır. Bu ehl-i sünnet ve'l-cemaatin ehl-i kitap ve sair küfür mensuplarıyla ilişkilerinde gözettiği, naslardan beslenen ve bin yılı aşkın zamandır tecrübe edilen bir duruştur. Konjonktürün ve konjonktür üzerinden konuşanların elinde her yere atılan top haline gelmemenin yolu da burada saklıdır. Bu sekiz maddeyi kuşatamayanlar için daha kısa ve öz bir ifadeyi yine Ebubekir Sifil Hoca'dan naklederek yazıyı bitirelim:
"Burada önemli olan nokta, bir müslümanın, gerek birey olarak kendisine, gerekse daha geniş anlamda müslümanlara zarar verebilecek ilişkilerden uzak durmasıdır. Eğer bir kimsenin Ehl-i Kitab’a mensup hanımı, İslam’a ve Müslümanlar’a zarar verecek davranışlarda bulunuyorsa, (ne kadar seviyor olursa olsun) onu bu ayetteki nehyin dışında tutmak mümkün değildir. Şu halde burada belirleyici olan, Yahudi ve Hristiyanlar’la ilişkilerde İslam’ın ve Müslümanlar’ın herhangi bir şekilde zarar görmesi, izzetinin zedelenmesi anlamına gelen bir durumun ortaya çıkıp çıkmadığıdır. Vallahu a’lem."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...