Küçük Sözler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Küçük Sözler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Aralık 2022 Pazar

Nur'un İlk Kapısı ile Küçük Sözler arasında bir çelişki mi var?

"Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil, Kur'ân'ındır ve Kur'ân'dan tereşşuh etmiştir. Hattâ, Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'âniyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir." 
Mektubat'tan.

Bediüzzaman'ın İlk Dönem Eserleri içinde derlenen telifi Nur'un İlk Kapısı'nın bir özelliği beni düşündürüyor. Fakat düşündüğümü aktarmazdan evvel 'kitabın müellifini tekrar buluşu' hikâyesini kendisinden dinleyelim: 

"(...) Barla karyesine, yirmi beş senelik bir mufarakattan sonra, aynen meskat-ı re'sim Nurs karyesine karşı olan sıla-i rahimden daha ziyade bir sâikle geldim. (...) Sonra, gayet zevkli ve neşeli bir halet içinde iken, sekiz sene hiç gücendirmeden mükemmel bana hizmet eden Sıddık Süleyman bana bir kitap getirdi. (...) Küçük Sözler'in ve bazı mühim Sözlerin çekirdeklerini ve bir kısmının tam izahlarını içinde gördüm. (...) Aslâ ve kat'a hatırıma gelmemişti. Bütün bütün bu eseri unutmuştum. Vücudunu hiç bilmiyordum. Sıddık Süleyman'ın sekiz sene sadakatli hizmetinin tam bir yadigârı nev'inden, onun gayet büyük bir hizmeti hükmünde kabul ettim, 'Bin bârekâllah!' dedim."

Yani, mürşidim, o bitmek bilmeyen sürgün/hapis telaşı içinde böyle bir eseri kaleme aldığını unutmuştur. Seneler sonra, kitabı himaye eden talebesi sayesinde, hatırlamıştır. (Allah ikisinden de razı olsun. Cennette Aleyhissalatuvesselam Efendimize komşu eylesin. Herbir harfi için bin hasene yazsın.) Benim dikkatimi çekense şu arkadaşlar: Bediüzzaman, mezkûr eserde, daha sonra Sözler'de (hassaten Küçük Sözler'de) karşımıza çıkacak pekçok temsili/izahı tekrarlıyor. (Nur'un İlk Kapısı'nın telifinin daha önce olduğu düşünülürse aslında tekrar diğerleridir.) Ancak önemli bir farkla: Başlarındaki ayetleri kimi zaman değiştiriyor. Halbuki, nur talebeleri olan hâkim kanaatimiz o ki, Risalelerin başındaki ayetler 'eserde tefsir edilen ayetler'dir. Yani manşetteki ayet neyse içerideki izah onunkidir. Nur'un İlk Kapısı ise bu bakışı 'daha üst bir tanesiyle' değiştirmemizi mecburî kılıyor. Çünkü izah aynı kaldığı halde ayet musırrane değişiyor.

Misal olarak hemen bir tanesini zikredebiliriz: Nur'un İlk Kapısı'nda 2. Ders, Sözler'de 8.'ye denk gelmektedir. İçerikleri hemen hemen aynıdır. Fakat 2. Ders'in başındaki "O gün Cennet takvâ sahiplerinin gözleri önüne getirilir. Cehennem de azgınlara gösterilir." (Şuarâ Sûresi, 26:90-91.) ayeti 8. Söz'de hiç anılmamaktadır. Aynı şekilde, 8. Söz'ün başındaki "Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim Odur. Varlığı sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla devam eder)." (Bakara Sûresi, 2:255.) ile "Şüphesiz Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." (Âl-i İmran Sûresi, 3:19.) ayetleri de 2. Ders'in hiçbir bölümünde geçmemektedir. Peki bu 'mübarek müşkül' karşılaşanı hangi uyanışa iter?

"Allahu'l-a'lem!" kaydıyla söyleyeyim. Çünkü en doğrusunu ancak Allah bilir. Ulaşılması gereken uyanış şudur: Bu eserler sadece başlarındaki ayetlerin tefsirleri değildir. Hem salt içlerinde bir şekilde zikredilmiş ayetlerin izahları sadedinde de sayılamazlar. Bediüzzaman teliflerinde sezdiğimiz-sezemediğimiz birçok ayetin/hadisin tefsirini yapmaktadır. Fakat, bir sebeple de onlardan bazılarını açığa vurmakta, hatta en başa almaktadır. (Diğer birçoğunuysa gizli tutmaktadır.) Sathî nazarla bakıldığında o eser sadece o ayetin tefsiri gibi görülmektedir. Öyle iddia edilmektedir. Halbuki Nur'un İlk Kapısı'nın bana yaşattığı türden uyanışlar yaşandığında bu iddia anlamsızlaşmaktadır. Bediüzzaman Risale-i Nur'da kaç ayeti tefsir etmiştir? Kimbilir. Belki bütün Kur'an Risale-i Nur'da zaten tefsir edilmiştir. Belki de edilmemiştir. "İçinde şu kadar ayet geçiyor!" denilmekle muradı/kapsamı tahdit edilemez. Öyle bir bakışla yukarıdaki durum açıklanamaz.

İşte düşündüğüm bundan ibaretti arkadaşlar. Sürç-i lisan ettiysem affola. Bana kıymetli geldi. Belki size de gelir diye yazdım. Zaten bildiğinizi tekrar ettiysem cahilliğime verin. Ben yeni farkettim. Heyecanlandım. Çocuk dediğin heyecanlandı mı dilini tutamaz. Cahillik de çocukluğa benziyor. Vesselam. 

13 Eylül 2015 Pazar

Yolun ikileştiği yerde duran adam

Bediüzzaman'ın, hassaten Küçük Sözler'de, temsilî hikayecikler ile başlayıp sonra hakikati bu temsilî hikayecikler üzerine bina ettiğini her okuru bilir. Bu temsilî hikayeciklerde bazen yol arkadaşları birbirleriyle konuşur, bazen yolun ikileştiği yerde duran bir adam onlara nasihat eder, bazen de nasihatçi farklı bir kimliğe büründürülür. Kıssanın sonunda da müellif-i muhterem, hikayenin öğelerinin hangi hakikatlere işaret ettiğini, bazen bütün öğelerin karşılığını bizzat kendisi vererek, bazen de bir kısmını verip gerisini okurun aklına havale ederek ifade eder... Uzatmayayım. Çok örneği bulunmakla birlikte, bugün bu örneklerden 3. Söz üzerinde durmak istiyorum. Ve bu kıssada yeralan 'yolun ikileştiği yerdeki adamın' kim olduğu üzerine fikir yürütelim arzu ediyorum. (Zira, kanaatimce, nasihatin maniyetine göre nasihatçinin kimliği de değişiyor.) Bu yürütmeye başlarken metinden bir miktar alıntı yapalım:

"Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."

Metinde 'o muarrif adam' diye bahsedilen bu kişi, eğer dikkatinizi çektiyse, muhataplarını Allah marifetiyle değil, 'seçimin kendilerinde yapacağı etkiyle' bilgilendirmektedir. Bu, bizi bir noktada zorlar. Çünkü Bediüzzaman'ın 'üç büyük küllî muarrif' kullanımı içinde böyle bir uyarıcı yoktur: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Takdir edersiniz ki; kainat kitabının bilgilendiriciliği, mezkûr uyarıda olduğu gibi bir 'duygu boyutu' içeremez. Çünkü kainat hissetmediği hislerden bahsedemez. Kur'an ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın öğretmenlikleri de Allah marifetinden böylesine 'yalıtılmış' olamaz. Yani ne Kur'an ne de Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, müminleri salt bir 'seçimin üzerlerinde yapacağı etkiyle' iknaya çalışır. (Allah ve ahiret vurgusunun da katık olması kaçınılmazdır onlarda.) Ancak müellif, metnin en sonunda bile 3. Söz'ün 'dünyada bulunacak karşılıkla ilgili olduğunu' vurgular: "Elhasıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah'a asker olmaktadır."

Bu noktada imdadımıza Mesnevî-i Nuriye isimli eserden bir bölüm yetişiyor. Küllî muarrif sayısının 'üç' olduğu diğer yerlere nazaran bize 'dört küllî burhan'dan bahseden bu metin, 'yolun üstündeki adamı' da tanıyabilmemize bir imkan sağlıyor:

"Gayr-ı mütenahi berâhininden dört burhan-ı küllîyi îrad ediyoruz. Birinci burhan: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz Şuâat'da tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır. İkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır. Üçüncü burhan: Kitab-ı mu'cizü'l-beyan, Kelâm-ı Akdestir. Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler."

Dördüncü Burhan'ı izah ettiği kısımda onu 'fıtrat-ı zişuur' olarak tarif eden Bediüzzaman, ayrıca dört nükteye de dikkat çeker: 1) "Fıtrat yalan söylemez..." 2) "Beşerin havâssü'l-hams-ı zâhire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var." 3) "Mevhum birşey hakikat-i hariciyeye mebde' olamaz." 4) "Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz..."

Dördüncü öğretmenimizin his boyutuna vurgu yapan bu nükteler, onun ders verme metodunu bize şöyle öğretir: Vicdan, fıtratımızın yaratıldığı şey üzerine olma/kalma arzusu; vicdan rahatsızlığı ise bu arzunun gerçekleşmediği zamanlarda sergilenen bir uyumsuzluktur. Allah, bizi şeriat-ı Muhammediye ile hangi doğrulardan sorumlu tutmuşsa, yaratılışımız da o doğrular üzerine bina edilmiştir. Her yanlış seçimimiz, biraz da bu nedenle, vicdanımız tarafından "Sen bunun için yaratılmadın!" uyarısıyla karşılanır. Bu uyarının türü vahiy ve nübüvvette olduğu gibi aklî ve açıkça değildir. Yalnız seziş, sızı, rahatsızlık veya arayış mesabesinde hissen uyarılır insanoğlu bu burhanla.

İşte ben de, 3. Söz'deki uyarıcının uyarış şekli üzerinden, Bediüzzaman'ın yol üstündeki o muarrif adam ile sembolize ettiği şeyin (Allah en doğrusunu bilir) 'vicdan' olduğunu düşünüyorum. Üstelik, buradaki delilim sadece Risale-i Nur metinlerinden ibaret de değil. Geçtiğimiz günlerde Ebubekir Sifil Hoca'nın bir kitabında (İstikamet Yazıları 1) okuduğum bir hadis de bu tezimi güçlendiriyor. Kitapta kaynağı söylenmemiş, ancak sonrasında yaptığım araştırmada Müsned'de İbn-i Mesud'dan (r.a.) nakledildiğini öğrendiğim bu hadisi şöyle aktarıyor bize Ebubekir Hoca:

"Efendimiz (s.a.v) insanlığın sırat-ı müstakim karşısındaki durumunu şöyle bir misalle açıklamış: Sırat-ı müstakimin (dosdoğru yol) iki yanında duvarlar, o duvarlarda açık kapılar, kapıların üzerinde de örtüler vardır. Yolun başında birisi durmuş şöyle seslenmektedir: 'Ey insanlar! Hep birlikte yola girin, sağa-sola sapmayın (başka istikametlere gitmeyin!' Yolun üstünde de biri vardır ve kapılara yaklaşan olduğunda şöyle seslenmektedir: 'Yazık sana! Sakın o kapıyı açma! Zira onu açacak olursan oradan girersin!' Efendimiz (s.a.v) devam ediyor: 'O yol İslam’dır. Kapıların üzerindeki perdeler hududullah (Allah Teala’nın çizdiği sınırlar) dır. Açık kapılar Allah’ın meharimi (haram kıldığı şeyler) dir. Yolun başındaki, Allah Azze ve Celle’nin Kitabı’dır. Yolun üstündeki ise Allah Teala’nın her mü’minin kalbinde bulunan vaizi (öğütçüsü) dir.'"

'Her mü'minin kalbinde bulunan vaiz...' Bu ifade bana Bediüzzaman'ın vicdanı izah sadedinde söylediği "Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz..." cümlesini hatırlattı. Zaten külliyatın genelinde de Bediüzzaman'ın vicdanı resmedişi Allah'ın insanın içine koyduğu bir 'hakikate taraftarlık/haksızlıktan rahatsızlık' temayülü değil midir? Zaten kalpte bu 'doğrulayıcı' olmasa, insan nasıl doğru/yanlış arasında ayrım yapabilir? "Mevhum birşey hakikat-i hariciyeye mebde' olamaz." Dışımızda gördüğümüz doğruya 'doğru' diyebilmemiz, içimizdeki cetvelin de doğru ile yanlışın bilgisine, yalnız bir fıtrî seziş mesabesinde de olsa, aşina olması sayesinde mümkündür. Güzelin güzel olduğuna, güzelliğin bilgisine fıtraten sahip olmadıktan sonra, nasıl karar verebiliriz? Güldeki sanatın/estetiğin dersini hangimiz aldık? Hangimiz aklen güldeki güzelliği takdir edebiliyoruz? Fakat güle çirkin diyecek insan var mıdır? Tıpkı Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da dediği gibi: "(...) fikriyle i'câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir." (Sokrates'ın Savunması'nı okuyanlar, onun "Bilmek, öğrenmek midir, yoksa hatırlamak mıdır?" sorgulamasında rakibini 'hatırlamaktır'a ikna ettiğini hatırlarlar.)

Bir de hadiste Efendimiz aleyhissalatuvesselamın önce sahabe efendilerimize bir temsilî hikayecik anlattığını, sonra da o hikayeciğin sembollerinin işaret ettiği şeyleri (İbn-i Mesud'un ifadesiyle) 'tefsir ettiğini' görüyoruz. Hatta hadis-i şerif şöyle başlıyor: "Allahu Teala, Sırat-ı Müstakimi size darb-ı mesel yaptı." Ve hakikat kısmına şöyle geçiliyor: "O yol İslam’dır. Kapıların üzerindeki perdeler hududullah (Allah Teala’nın çizdiği sınırlar) dır. Açık kapılar Allah’ın meharimi (haram kıldığı şeyler) dir..." Bu temsilî hikayecik ve devamı 3. Söz'ün yapısına da çok benzerlik içermiyor mu? Ki orada da şöyle başlanır: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..." Ve şöyle hakikate geçilir: "Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, birisi de âsi ve hevâya tabi insanlardır. O yol ise hayat yoludur ki, âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvâdır...." Bediüzzaman'ın yalnız bilgi olarak değil, metod olarak da sünnetten ne denli beslendiğini bana öğreten bir yerdi burası. Allah, şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin bizi.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...