Yol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yol etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2022 Cuma

Kervanı kaybetmenin çaresi yolu bilmektir

"O azabı çekmekte kabahat, kusur ona aittir. Çünkü, kalbindeki hadsiz istidad-ı muhabbet, hadsiz bir cemâl-ı bâkiye mâlik bir Zâta tevcih etmek için verilmiş. O insan, sûiistimal ederek o muhabbeti fâni mevcudata sarf ettiği cihetle kusur ediyor, kusurunun cezasını firâkın azabıyla çekiyor." 3. Lem'a'dan.

Diyelim ki bir basket maçını izliyorum. Şöyle bol sayılı olanlardan birisini. (Onlar hep bol sayılıdır gerçi.) Önümdeki deftere tek tek not alıyorum kimin-kaç sayı attığını. Nedense lazım bana. Aaaa. Eyvah. Cık, cık, cık. Elektrikler kesilmesin mi! Ne yaparım? "Elektrikler geldiğinde maç istatistiklerini incelerim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten maç o istatistiklere ulaşmak için izlenmektedir. Asıl gaye budur. İzlemek vesiledir. Arada bağlantı kopsa ne zarar! Neticede yine bilgiye ulaşılacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. Gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız vesvesem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse izleyememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde seyir değildir. Yitirilen yalnız şahitliktir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan istatistiğe değil maça bakandır. Onun lezzetine tutunandır. Evet. Hedefin varlığından haberdar olmayanlar için seyri kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki gayemiz böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.

Diyelim ki birbirimizi takip ederek bir yere gidiyoruz. Kaç araç? Üç araç. Beş araç. On araç. Her neyse. Yol kalabalık. Vasıta çok. Şeritler vızır vızır. Şoförlüğüm kötü. (Aslında şoförlüğüm hiç yok.) İnsan da aciz. Ve trafikte arkadaşlarımı kaybettim. Eyvah. Ne yaparım? "Buluşmak için sözleştiğimiz yere giderim!" cevabı geliyor aklıma. En uygun çözüm bu gibidir. Zaten yola menzile varmak için çıkılmıştır. Asıl gaye budur. Takip vesiledir. Arada dostu kaybetsek ne zarar! Neticede yine buluşulacaktır ya. Araç amacı boşa düşüremez. O halde gamlanmaya gerek yoktur. Bu düşünceyle teselli bulurum. Daha da önemlisi: Derdimin dert olmadığını, yalnız paniklemem olduğunu, yani ki evham yaptığımı, kısa görüşlü davrandığımı böyle bilirim. Süreçte bir aksama yoktur. Öyleyse takipleşememekten doğan bir sıkıntı da yoktur. Yitirilen mutlak şekilde vuslat değildir. Yitirilen yalnız ülfettir. Kazanılan yeni bir dikkattir. Süreçte aksama olduğunu sanan yola değil arkadaşa bakandır. Onun varlığına tutunandır. Evet. Menzilin varlığından haberdar olmayanlar için arkadaşını kaybetmek yolu kaybetmektir. Halbuki yolculuk böyle bir sancıya mecbur etmez hiçbirimizi.

Mürşidim, 3. Lem'a'sında, Kasas sûresinin 88. ayetini tefsir ediyor. Kısa bir meali şöyledir: "Herşey helâk olup gidicidir—Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm sadece Ona aittir; siz de Ona döndürüleceksiniz." Ayetin aslını okuduğunuzda bir ikiye bölünmüşlük hissedersiniz. (Ben hep hissediyorum.) "Küllü şey'in halikün illa vechehu..." Duraksamak zorunda bırakılır âdemoğlu sanki burada. Biraz bekletilir. Akıp gidemez. (Harflerin mecbur ettiği bir 'es'tir sanki.) Ve şöyle devam eder: "Lehül hükmü ve ileyhi turcaun." Manasına baktığınızda yine bir yutkunma kaçınılmazdır. Herşey yokolup gidici! Ona bakan yüzü hariçte kalarak. Kolay kaldırılacak bir bilgi mi bu? Bir değil yüz kere yutkunsan, yüz ara versen, nefes alsan, dinlensen, hakediyor.

Bediüzzaman, daha tefsirinin başında, "O azîm âyetin meâlini bu iki cümle ifade ediyor!" diyerek nakşî ruesasının bir hâtme-i mahsusuna dikkat çeker: "Ya Bâki, ente'l-Bâki. Ya Bâki, ente'l-Bâki!" Neden bir değil iki? Neden aynı cümlenin iki kere tekrarı? Bir ziyadelik yok mu bu işte? Acaba dalgınlık mıdır? Yok. Asla. Değildir. Sakın aldanmayın. Zira ayeti aynı ifadenin iki farklı karşılığıyla tefsir eder devamında. (Yani 1. Nükte'de.) Tekrarının hikmetsiz olmadığını öğrenirsiniz böylece. Nasıl ayette bir ikiye bölünmüşlük vardır; ayete meal olarak okunan hâtmenin de 'aynılığı içinde yaptığı' iki farklı iş vardır. Mevzuyu özetle kavramak isteyenlere mürşidimin ilgili makamlarda kullandığı şu kelimeleri önerebilirim. Birincisi 'kesik'tir. İkincisi 'merhem'dir. Nasıl vücuddaki bir iltihap önce deşilir, akıtılır, sonra üzerine şifalı merhem sürülür. Ayet-i kerimenin ikili yapısında da böyle bir durum vardır. Önce hikmetli bir kesik atar. Sonra merhemini çalar.

Sözü uzatıyorum. Seni de sıkıyorum. O yüzden hızla esasa dönüp yazıyı bitireyim arkadaşım: Ayetin ikinci parçasında da (yani merhem bahsinde) iki türlü teselli seziyorum ben. Birincisi şurasında gizli: "Hüküm sadece Ona aittir." İkincisi şurasında parlıyor: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Hani başlarken iki temsil zikretmiştim ya. Hadi onlara dönelim yeniden. Ve hatırlayalım: Maçı takip eden beklemediği kesintiye karşı teselliyi nerede buluyordu? 'Nihaî bilgiye ulaşabileceği ümidinde' değil mi? Yani maçın hükümlerini sonradan-başkasından öğrenebilirdi. O halde izleyemediğine yanmasına gerek yoktu. Hiçbirşeyi kaçırmış sayılmazdı. Zaten hepsi hıfzediliyordu. Şahit olamamak artık 'mutlak şekilde kaybetmek' anlamına gelmezdi.

İşte dünya da avuçlarımızdan böyle kayıyor. 'Ânı yaşamak!' diye birşeyden bahsediyorlar ya, inanma, yalandır. İnsan anı yaşayamaz. Ancak kaçırır. Çünkü sınırlıdır. Çünkü acizdir. Çünkü mahluktur. Herşey avuçlarından çekilir gider. Tutamaz. Tutunamaz. Ne kadar severse o kadar ayrılır. Üstelik dikenleri ellerinden çok kalbini kanatır. Yakar. Yandırır. Bu nedenle "Hüküm sadece Ona aittir!" tesellisine çok muhtaçtır. Yükünü omuzlarından gemiye bırakmayı başarır böylece. Sonuçların sahibi elbette sürecin de sahibidir. Süreci bilmeyen sonucu belirleyemez. Allah Teala hükmü sahiplendiği an sürecin şahitlik yükünü de hafifletir üzerimizde. Ayrılıklar mutlaklıktan kurtulur. Madem 'unutması mümkün olmayan'ın hıfzındadır tüm detaylar, o zaman hep varlar; hem yazılmışlar hem kalmışlar; hiç unutulmamışlar, yazık olmamışlardır.

Peki yol arkadaşlarını kaybeden seyyah teselliyi nerede buluyordu? 'Menzilin bilgisine zaten sahip olmasında' değil mi? Evet. Çünkü menzili bilen yolun şahitlik yükünden kurtulmuş oluyordu. Gideceği yerde buluşacak olduktan sonra aradaki ayrılıklara aldırmıyordu. Gözden kaçırmalara yanmıyordu. Firak aralarına darılmıyordu. Bunlar geçici şeylerdi. Kaybolmak değildi. Ziyan edilmek değildi. Yazıklanmaya gerek yoktu. Umudu her zaman koynundaydı. Buluşacak olanların ayrılığı arızîydi. Aslolan vuslattı. Arkadaşlarının gideceği yere gidebildikten sonra neden takipteki sıkıntılarına aldırsındı ki. Başının çaresine bakardı. 

İşte dünya da gözümüzden böyle siliniyor. O kadar çok sevdiğimiz var ki! Hepsini sonsuzca takibe ne onların ömürleri ne bizim ömrümüz yetiyor. Trafik de yoğun. Araç da çok. Hızlar korkunç. Subhanallah! Peki ne olacak? Yol boyunca bu sancılarla mı uğraşılacak? Yok. Hayır. Gerek yok. Hiç gerek yok. Cenab-ı Hak müjdesini buyuruyor işte: "Siz de Ona döndürüleceksiniz." Yani tekrar buluşacaksınız. Menzilinizin konumu belli. Takipleşmek şart değil. Her firâka bin telaş etmeye neden yok. Gözünüzden yiten de oraya gidiyor siz de. Herkesin yolunun ucu o meydana çıkıyor. O halde var mı küçük hasretler için dövünmeye? Öyle yapmak yerine kazasız-belasız yolu tamamlamaya dikkat etmek daha doğru olmaz mı? Akşam yuvasına dönecek kuş sabah yavrusunu kaybettiğine üzülür mü? Huzura döndürüldükten sonra huzursuzluğa hiç lüzum var mı?

3. Lem'a'yı düşünürken kalbime lütfedilenlerden bazıları bunlar oldu arkadaşım. Seni de haberdar etmek istedim. Gönlüne hoş geldiyse sarıl. Gelmediyse bırak. Başka bazıları daha var. Belki onları da yazacağım. Yazamasam da üzülmüyorum eskisi gibi. Ne de olsa onları da menzilimde bulacağım. Yeter ki yüzleri Ona baksın. Ona bakan yüzlerle meşgul olsun. Yüzleri Ona baktırsın. Gövde gözü takip eder. Yüzün nereye bakıyorsa oraya yürüyorsun. Yürüyüşünde bozukluk varsa yüzüne dikkat et derim arkadaşım, vesselam.

13 Eylül 2015 Pazar

Yolun ikileştiği yerde duran adam

Bediüzzaman'ın, hassaten Küçük Sözler'de, temsilî hikayecikler ile başlayıp sonra hakikati bu temsilî hikayecikler üzerine bina ettiğini her okuru bilir. Bu temsilî hikayeciklerde bazen yol arkadaşları birbirleriyle konuşur, bazen yolun ikileştiği yerde duran bir adam onlara nasihat eder, bazen de nasihatçi farklı bir kimliğe büründürülür. Kıssanın sonunda da müellif-i muhterem, hikayenin öğelerinin hangi hakikatlere işaret ettiğini, bazen bütün öğelerin karşılığını bizzat kendisi vererek, bazen de bir kısmını verip gerisini okurun aklına havale ederek ifade eder... Uzatmayayım. Çok örneği bulunmakla birlikte, bugün bu örneklerden 3. Söz üzerinde durmak istiyorum. Ve bu kıssada yeralan 'yolun ikileştiği yerdeki adamın' kim olduğu üzerine fikir yürütelim arzu ediyorum. (Zira, kanaatimce, nasihatin maniyetine göre nasihatçinin kimliği de değişiyor.) Bu yürütmeye başlarken metinden bir miktar alıntı yapalım:

"Bir vakit iki asker uzak bir şehre gitmek için emir alıyorlar. Beraber giderler. Ta yol ikileşir. Bir adam orada bulunur, onlara der: Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar görür. Hem ikisi kısa ve uzunlukta birdirler. Yalnız bir fark var ki, intizamsız, hükûmetsiz olan sol yolun yolcusu çantasız, silâhsız gider. Zahirî bir hiffet, yalancı bir rahatlık görür. İntizam-ı askerî altındaki sağ yolun yolcusu ise, mugaddî hülâsalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir mükemmel mîrî silâhı taşımaya mecburdur."

Metinde 'o muarrif adam' diye bahsedilen bu kişi, eğer dikkatinizi çektiyse, muhataplarını Allah marifetiyle değil, 'seçimin kendilerinde yapacağı etkiyle' bilgilendirmektedir. Bu, bizi bir noktada zorlar. Çünkü Bediüzzaman'ın 'üç büyük küllî muarrif' kullanımı içinde böyle bir uyarıcı yoktur: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Takdir edersiniz ki; kainat kitabının bilgilendiriciliği, mezkûr uyarıda olduğu gibi bir 'duygu boyutu' içeremez. Çünkü kainat hissetmediği hislerden bahsedemez. Kur'an ve Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın öğretmenlikleri de Allah marifetinden böylesine 'yalıtılmış' olamaz. Yani ne Kur'an ne de Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, müminleri salt bir 'seçimin üzerlerinde yapacağı etkiyle' iknaya çalışır. (Allah ve ahiret vurgusunun da katık olması kaçınılmazdır onlarda.) Ancak müellif, metnin en sonunda bile 3. Söz'ün 'dünyada bulunacak karşılıkla ilgili olduğunu' vurgular: "Elhasıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah'a asker olmaktadır."

Bu noktada imdadımıza Mesnevî-i Nuriye isimli eserden bir bölüm yetişiyor. Küllî muarrif sayısının 'üç' olduğu diğer yerlere nazaran bize 'dört küllî burhan'dan bahseden bu metin, 'yolun üstündeki adamı' da tanıyabilmemize bir imkan sağlıyor:

"Gayr-ı mütenahi berâhininden dört burhan-ı küllîyi îrad ediyoruz. Birinci burhan: Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır. Şu burhan-ı neyyirimiz Şuâat'da tenevvür ettiğinden, tenvir-i müddeâmızda münevver bir mir'attır. İkinci burhan: Kitab-ı kebîr ve insan-ı ekber olan kâinattır. Üçüncü burhan: Kitab-ı mu'cizü'l-beyan, Kelâm-ı Akdestir. Dördüncü burhan: Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki âlemden birbirine gelen seyyârâtın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuâını neşrederler."

Dördüncü Burhan'ı izah ettiği kısımda onu 'fıtrat-ı zişuur' olarak tarif eden Bediüzzaman, ayrıca dört nükteye de dikkat çeker: 1) "Fıtrat yalan söylemez..." 2) "Beşerin havâssü'l-hams-ı zâhire ve bâtınadan başka, âlem-i gayba karşı açılan pek çok pencereleri var." 3) "Mevhum birşey hakikat-i hariciyeye mebde' olamaz." 4) "Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz..."

Dördüncü öğretmenimizin his boyutuna vurgu yapan bu nükteler, onun ders verme metodunu bize şöyle öğretir: Vicdan, fıtratımızın yaratıldığı şey üzerine olma/kalma arzusu; vicdan rahatsızlığı ise bu arzunun gerçekleşmediği zamanlarda sergilenen bir uyumsuzluktur. Allah, bizi şeriat-ı Muhammediye ile hangi doğrulardan sorumlu tutmuşsa, yaratılışımız da o doğrular üzerine bina edilmiştir. Her yanlış seçimimiz, biraz da bu nedenle, vicdanımız tarafından "Sen bunun için yaratılmadın!" uyarısıyla karşılanır. Bu uyarının türü vahiy ve nübüvvette olduğu gibi aklî ve açıkça değildir. Yalnız seziş, sızı, rahatsızlık veya arayış mesabesinde hissen uyarılır insanoğlu bu burhanla.

İşte ben de, 3. Söz'deki uyarıcının uyarış şekli üzerinden, Bediüzzaman'ın yol üstündeki o muarrif adam ile sembolize ettiği şeyin (Allah en doğrusunu bilir) 'vicdan' olduğunu düşünüyorum. Üstelik, buradaki delilim sadece Risale-i Nur metinlerinden ibaret de değil. Geçtiğimiz günlerde Ebubekir Sifil Hoca'nın bir kitabında (İstikamet Yazıları 1) okuduğum bir hadis de bu tezimi güçlendiriyor. Kitapta kaynağı söylenmemiş, ancak sonrasında yaptığım araştırmada Müsned'de İbn-i Mesud'dan (r.a.) nakledildiğini öğrendiğim bu hadisi şöyle aktarıyor bize Ebubekir Hoca:

"Efendimiz (s.a.v) insanlığın sırat-ı müstakim karşısındaki durumunu şöyle bir misalle açıklamış: Sırat-ı müstakimin (dosdoğru yol) iki yanında duvarlar, o duvarlarda açık kapılar, kapıların üzerinde de örtüler vardır. Yolun başında birisi durmuş şöyle seslenmektedir: 'Ey insanlar! Hep birlikte yola girin, sağa-sola sapmayın (başka istikametlere gitmeyin!' Yolun üstünde de biri vardır ve kapılara yaklaşan olduğunda şöyle seslenmektedir: 'Yazık sana! Sakın o kapıyı açma! Zira onu açacak olursan oradan girersin!' Efendimiz (s.a.v) devam ediyor: 'O yol İslam’dır. Kapıların üzerindeki perdeler hududullah (Allah Teala’nın çizdiği sınırlar) dır. Açık kapılar Allah’ın meharimi (haram kıldığı şeyler) dir. Yolun başındaki, Allah Azze ve Celle’nin Kitabı’dır. Yolun üstündeki ise Allah Teala’nın her mü’minin kalbinde bulunan vaizi (öğütçüsü) dir.'"

'Her mü'minin kalbinde bulunan vaiz...' Bu ifade bana Bediüzzaman'ın vicdanı izah sadedinde söylediği "Akıl tâtil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sânii unutamaz..." cümlesini hatırlattı. Zaten külliyatın genelinde de Bediüzzaman'ın vicdanı resmedişi Allah'ın insanın içine koyduğu bir 'hakikate taraftarlık/haksızlıktan rahatsızlık' temayülü değil midir? Zaten kalpte bu 'doğrulayıcı' olmasa, insan nasıl doğru/yanlış arasında ayrım yapabilir? "Mevhum birşey hakikat-i hariciyeye mebde' olamaz." Dışımızda gördüğümüz doğruya 'doğru' diyebilmemiz, içimizdeki cetvelin de doğru ile yanlışın bilgisine, yalnız bir fıtrî seziş mesabesinde de olsa, aşina olması sayesinde mümkündür. Güzelin güzel olduğuna, güzelliğin bilgisine fıtraten sahip olmadıktan sonra, nasıl karar verebiliriz? Güldeki sanatın/estetiğin dersini hangimiz aldık? Hangimiz aklen güldeki güzelliği takdir edebiliyoruz? Fakat güle çirkin diyecek insan var mıdır? Tıpkı Bediüzzaman'ın İşaratü'l-İ'caz'da dediği gibi: "(...) fikriyle i'câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir." (Sokrates'ın Savunması'nı okuyanlar, onun "Bilmek, öğrenmek midir, yoksa hatırlamak mıdır?" sorgulamasında rakibini 'hatırlamaktır'a ikna ettiğini hatırlarlar.)

Bir de hadiste Efendimiz aleyhissalatuvesselamın önce sahabe efendilerimize bir temsilî hikayecik anlattığını, sonra da o hikayeciğin sembollerinin işaret ettiği şeyleri (İbn-i Mesud'un ifadesiyle) 'tefsir ettiğini' görüyoruz. Hatta hadis-i şerif şöyle başlıyor: "Allahu Teala, Sırat-ı Müstakimi size darb-ı mesel yaptı." Ve hakikat kısmına şöyle geçiliyor: "O yol İslam’dır. Kapıların üzerindeki perdeler hududullah (Allah Teala’nın çizdiği sınırlar) dır. Açık kapılar Allah’ın meharimi (haram kıldığı şeyler) dir..." Bu temsilî hikayecik ve devamı 3. Söz'ün yapısına da çok benzerlik içermiyor mu? Ki orada da şöyle başlanır: "İbadet ne büyük bir ticaret ve saadet, fısk ve sefahet ne büyük bir hasâret ve helâket olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle..." Ve şöyle hakikate geçilir: "Bil ki, o iki yolcu, biri mutî-i kanun-u İlâhî, birisi de âsi ve hevâya tabi insanlardır. O yol ise hayat yoludur ki, âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider. O çanta ve silâh ise, ibadet ve takvâdır...." Bediüzzaman'ın yalnız bilgi olarak değil, metod olarak da sünnetten ne denli beslendiğini bana öğreten bir yerdi burası. Allah, şefaatlerine nail, sırlarına aşina eylesin bizi.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Kalbin mehre alışsın

"İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece 'İman ettik!' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?" (Ankebût sûresi, 2)

Şunu farkettim arkadaşım: Yol, onu bir kere seçtikten sonra, sahibini kendisine mecbur eder. Şartlarını dayatır. Yani 'gitmek istediğin yere' veya 'görmek istediğin şeye' göre katlanman gereken kuralları olur. Kurallarından vazgeçersen yoldan da vazgeçersin. Dağa tırmanmanın mehri yorgunluktur. Suda yürümenin bedeli ıslaklıktır. Bulutların duvağını yükselerek açarsın. Denizlerin tenine alçalarak dokunursun. Yol aslında nedir peki? Yol bir tür bedeldir. Menzilin bedelidir. Varmanın kaporasıdır. Hatta duasıdır.

Manzara denilen en mukavemetsiz şey bile seyrinize kendisini bedelsiz bırakmıyor. Emek istiyor. Gayret istiyor. Dikkat istiyor. Hatta en güzel manzaraların bedeli en zor yollar. 'Gidilmez' denilen yerlere gittikçe, 'Çıkılmaz' denilen yerlere çıktıkça, 'Varılmaz' denilen tepelere vardıkça alıyorsunuz ücretinizi. Ayaklarınız yola bir nevi 'yüz görümlüğü' takıyor. Hem dağcılık da ancak buradan bakınca anlaşılabilecek bir sevdadır. Başka gözlerin aşinası olmadığı harikalara varabilmek için dağcı bir bedel öder. Bizden daha fazlasını ödemeye hazırdır her zaman. Daha azimlidir. Daha cüretkârdır. Daha sebatkârdır. Allah sebatında sabredenleri muvaffak eder.

Sadece zaman/zahmet olarak değil hem de. Ümit ve korku olarak da bedel ödemeye hazırdır. Dağcının yaşadığı kazalar, salgıladığı adrenalin, döktüğü ter, gösterdiği dikkat, aldığı tedbir, mahrum kaldığı rahatlık ve serbestlik... Bunların tamamı 'şahidi olunacak manzaranın' bedelidir. Çıkacağı makamın istediğidir. Ve artık, dağcı, maksadına ulaşmıştır.

Gözleri 'gözlerimizin asla şahit olmadığı' bir dünyaya şahit olmuştur. Dünyamızın 'daha yukarısından' ve 'daha çoğuna' bakmıştır. 'Kalb-i beşere hutur etmeyen' şeylere dokunmuştur. Mürşidimin tabiriyle 'hiç ender hiç' iken 'bütün mevcudatı umumen' elde etmiştir. Biz, yani aşağıdakiler, ancak onun çektiği fotoğraflarla ve hayalimizle yetiniriz şahitliğini anlayabilmek için. Neden? Ödenmesi gereken bedelden kaçıyoruz çünkü. Mehrini vermediğimiz manzara da bize duvağını açmıyor.

Tasviri çok mu uzattım arkadaşım? Doğrudur. Tamam. Sadede geleyim: Ben bu kadar şeyi sana neden anlattım? Anlattım, çünkü dağcı, manzara ve yol arasındaki ilişki benim takvayı da anlamamı sağlıyor. Kur'an buyuruyor: "Akıbet takva sahiplerinindir!" Bu ayet-i kerime bana dağcının zirveye ulaştığı anı hatırlatıyor. Takva manzarası güzel bir yola ödenmesi gereken dikkat bedelidir. Düşünsene! Allah'ın rızasını istiyorsun. Cennet istiyorsun. Hem bu dünyada hem ahirette selamet istiyorsun.

Nasıl bedelsiz elde edeceksin? Öyle kıymetli şeyleri bedelsiz verirler mi? Öyleyse dikkat edeceksin. Az şey istemiyorsun. Arzunda ciddi isen bedeli 'dikkat' olacak. Bazen de çile çekeceksin tıpkı dağcının çektiği gibi. Herkesin evinde oturup rahatça televizyon izlediği zamanlarda sen yolla boğuşacaksın. Oruç tutacaksın mesela. Aç kalacaksın. Günde beş vakit namazın olacak. Talim yapacaksın. En sıcak vakitlerde bile örtüneceksin. Tenin zararlardan korunacak. Dilin, en öfkeli anlarında bile, bir sınırı geçemeyecek. Duracak. Ne kadar albenili dursalar da günahkâr eğlencelerden uzak kalacaksın. Küçük görme. Bakarsan ciddi bedeller bunlar. Düzlükte yaşanacak bir hayattan vazgeçiyorsun sen.

Birşeye niyet ettin çünkü. Bir manzaraya talip oldun. Aşağılar yetmez göründü sana. Sonsuzluğa talip oldun. Az şey değil. Hiç az şey değil. Zerresin ama Şems-i Sermed'i istiyorsun artık. Hiç ender hiçsin ama bütün mevcudatı umumen istiyorsun. 'Bedelini sevmek' başka şey amma, sormadan edemiyorum arkadaşım, nasıl 'bedel ödememeyi' beklersin? Nasıl zahmetlerden alınır, Allah'a gönül koyarsın, nazlanırsın? Talip olan sensin. Bu dünyayla yetinemeyen sensin. Allahsız bir hayatın boşluğundan yakınan sensin. Fanilikten usanan sensin. Sevdiklerini kaybetmekten yanan sensin.

Nasıl bütün bunlardan kaçmak için girdiğin bir yoldan yakınırsın? Kendin diledin onu oysa. Böyleyken halimiz, Bediüzzaman'ın, Mevlana Celaleddin-i Rûmî'den (Allah ikisinin de şefaatine nail eylesin bizi) alıntıladığı gibi değil midir? Hani o 'Kalubela gününü' pek güzel tasvir eder ve der: "O, 'Ben Senin Rabbin değil miyim?' dedi. Sen 'Bela/Evet' dedin. 'Evet' demenin şükrü nedir, bilir misin? Çok bela çekmektir. Bilir misin bela çekmenin sırrı nedir? Yani fakr u fena dergahındaki halkaya katılmaktır." Evet arkadaşım. O halkaya katılmadan dağı tırmanamazsın. Tek başına dağcılık olmaz. İz lazım. Tecrübe lazım. Dost lazım. Sonra Derviş Yunus'un (k.s.) tarif ettiği gibi olur halimiz: "Göçtü kervan, kaldık dağlar başında..."

12 Nisan 2014 Cumartesi

Sokak âşıkları...

"Ben seyr-i ruhanîde kat-ı merâtip ederken, tabakat-ı evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakâtın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu."
İmam Rabbanî Ahmed-i Farukî (r.a.)

Allah'a, Hakîm-i Mutlak demek "Her yaptığında bir amaç var!" demek değil yalnız. "Her yarattığında farkındalığının kuşatamayacağı kadar çok amaç/hikmet var!" demek. Sondaki mutlak'lık, yani sonsuzluğa varması hikmetin, sonsuzu bildiğinden ve kuşattığından ötürü değil. Hâşâ, insan için sonsuzluk yalnızca kuşatamadığının ifadesidir. Bilmediğine taktığı isimdir. Bir itiraftır. Acz itirafıdır.

İnsan, bildiğine de bilmediğine de isim takar. Her isim taktığını tam anlamıyla biliyor sanmamak gerek. Zaten çoğu zaman isim, tarif de içerir. Her tarif bir sınırlamadır. Sınırlı olan, sonsuz olanı tarif etmede hep eksik kalacağından, marifet-i ilahiyeye dair meselelerde isimlere ve tariflere dikkat etmek gerek. Belki onları tam bir isim ve tam bir tarif olarak değil; girilecek bir kapı, bakılacak bir pencere, bir uzun yolculuğun başlangıcı kabul etmek gerek. Tıpkı bir hurma çekirdeği ile hurma ağacının arasındaki mesafe gibi. İkisi de hurma ama, ikisi de başka.

Mütekellimin kelimelerdeki hassasiyeti bize abartılı gelmemeli. 14 asırdır anlaşılan ve hâlâ anlaşılmaya devam edilen; bitmeyen ve bitmeyecek, belki cennette de üzerine konuşacağımız vahyin her kullanımında bir/bin hikmet var. Hassaten esmayı kullanımında. İsimlerden birisi seçilmişse ayetlerden birisi içinde, "Neden o birisi?" veya "Neden başka birisi değil?" sorularını otomatik sorarım ben. Külliyat içinde Bediüzzaman'ın, bu hikmeti taklit edişinden belki, bir refleks kazanmışımdır. Onun, en küçük Risalesinde bile birçok esmayı beraber kullanmasından, her kullandığı esmanın mevzuun içinde ve hatta o cümlede, altı çizilmesi gereken hikmetli bir duruşu olduğundan; bu alışkanlık ile bakarım Kur'an'a da. Talebe, hocasının yalnızca 'öğreneni' değil, bakış açısını kuşanarak bulmaya devam edenidir. Daha evvel çok kapılar açtı bana bu bakış. İnsan, bir yanıyla hayvan. Bir kapıdan nimetlendi mi, o kapıyı kolay kolay terkedemiyor. Ben de edemem.

"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayeti üzerinden "Neden 'Allah'ın Zikriyle?" diye bir soru çıkarmıştım vaktiyle. O soruyu çok kovaladım, bir yazı oldu. Başlığı da yine aynı soruydu. Ondan başka; "Onlar, 'Rahman evlat edindi' dediler!" ayetini düşünürken de "Neden esmadan bir başkası değil; Samed değil, Kerîm değil! Neden Rahman?" diye düşünmüş ve birşeyler karalamıştım kendimce. Şimdi yine, 11. Lem'a'nın 5. Nükte'si münasebetiyle, Âl-i İmran sûresindeki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki; Allah da sizi sevsin!" ayetini, aynı pencereden bakarak ele almak gerektiğini düşünüyorum.

Çünkü biliyorum: Allah'ı sevmek, Rahman'ı sevmek gibi değildir. Kahhar'ı sevmek, Kerîm'i sevmek gibi değildir. Her isim, bizim sınırlılığımızdan dolayı, duygularımızı kendi rengine boyar. Biz, o kadar aciziz ki; andığımız isme göre kalbimiz de değişiyor. Sevgimiz, onun rengine bürünüyor. Belki küfür de bu acizliğin farkında olamamanın neticesi: "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar..." derken Bediüzzaman, bu durumun altını çiziyor.

Allah'ı bilmek, sadece Halık'ı bilmek değil. Fakat Metin Karabaşoğlu abinin yıllar önce dikkatimizi çektiği gibi; günümüzde, Allah denildiğinde çoğu müminin aklına yalnızca Halık isminin manası geliyor. Allah lafzının bütün esmayı kuşattığını, Kenan Demirtaş abinin ifadesiyle; Zat'ın ismi olduğu; bütün esmanın, sıfatların ve şuunatın o isimle kastolunduğunu pek kimse hatırlamıyor.

Bu yüzden işte, ben Allah'ı sevmekle, Kahhar'ı sevmenin, Rahman'ı sevmenin bir olmadığını söylüyorum. Allah, bütün esmanın dengesini bulduğu bir marifet zeminini ifade ediyor aslında esma terminolojisinde. Muhabbeti öyle bir muhabbet. Allah'ı bütün esmasıyla bilme ve sevme; o bilme ve sevmelerin birbirilerine uyumunu kavrama ve esma zemininde de tevhidî bakışı yakalamanın en açık ifadesi. En genele açık, cadde, bereketli, hakikatli yol bu.

Yani bir ismin gölgesinde yolculuk edip onda garkolmak değil yalnız. Sadece Rahman'ı bilmeme, sadece Kahhar'ı bilmeme. Birbirine zıt sandığın, kuşatamadığın tecellilerde dahi bir uyumun olduğunu, hepsinin aynı Zat'ın tecellileri olduğunu farketme Allah'ın zikri. Kalp bu yüzden ancak Allah'ın zikriyle tatmin oluyor. Ve belki bu yüzden, Allah'ı sadece Rahman bilenler, "Evlat edindi" diyebiliyorlar. İhlas sûresindeki; "O doğmamış ve doğurmamıştır!" sırrını kavrayamıyor, marifette eksik kalıyorlar.

"Öyle de Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve ef'alinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengarenk sanatında ve mütenevvi' masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyâtı vardır."

Ve Mirkatü's-Sünne ve Tiryak-u Marazi'l-Bid'a ismiyle meşhur 11. Lem'a'nın da bu ayet üzerinden verdiği ders boşuna değil. Eğer bütün esmanın dengesini bulduğu bir zeminde, kuşattığı tüm manaları anlamış bir şekilde Allah'ı seviyorsanız; sizin bu Allah'a duyduğunuz muhabbet, ancak Allah Resulü'nün yoluna uymakla mecraını bulur. Çünkü bahsin devamında da altı çizildiği gibi; Allah'ı bütün bu farklı isimleri ve tecelliyatıyla tam anlamış, marifet dersini zirve bir dengede almış bir Peygamber'dir ki, o dengeyi arayanlara yol gösterici olabilir. Sıfatlarda hata yapanlara gelince: Elbette onlar Allah'ı kastettiği tüm manalarla anlayamadıkları için dengeden çıkmaları kaçınılmazdır.

"Evet, Cenab-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur."

Şimdi arkadaşım, anladın mı sünnet-i seniyye'yi beğenmemezlik edenler, "Bize yalnız Kur'an var!" diyenler veya farklı versiyonları, neden bu hatayı ediyorlar? Çünkü onlar birşeylerde garkolmuşlar, birşeylerde hata etmişler. Muhabbetleri tüm kuşatıcılığıyla Allah'a değil ki, buldukları da ona en kısa yol olan Habibullah'ın yolu olsun. Başka türlü seven, elbette kendine has muhabbet rengini cadde-i kübra'nın beyazlığında bulamaz. Sokağına âşık olan, caddeyi beğenir mi hiç?



23 Şubat 2014 Pazar

Son'u olmayan yol, yolların en güzeli

Gayb'a dair bütün anlam araştırmaları, gidip en sonunda 'bilinmezliğe' dayanıyor. Kimisi onu 'beş duyu organıyla bilinemeyenler' olarak tarif ederken, kimisi de 'Allahın bildirmesi dışında bilinemeyecekler' olarak izah ediyor. Ben bu tanımların tamamının hakikatin bir köşesine denk geldiğini düşünüyorum. Ama hakikat, tariflerden ibaret değildir. Tariflerin yetişemediğidir. Zaten tarifin asl-ı hizmeti odur ki; hakikate giden yolda 'hakikat avcısına' mihmandar olabilsin. Fakat perde olmasın. Ama gölge etmesin. Zaten avcı da hakiki ise bilir ki; tarif, hakikate giden yoldur sadece. Hakikatin kendisi değildir.

Şimdi ey nazar sahibi, sen de okuduklarına öyle bak. Ben de birşeylerin etrafında geziyorum. Varıyor muyum, uzaklaşıyor muyum, bilinmez. Yolculuğumun bittiği yer, seninkinin başladığı yerdir sadece. Hayırda yarışıyoruz, ama birbirimizi geçmeden. Gıpta damarını tahrik etmeden. Bir çemberin etrafından, çemberin merkezine koşan çocuklar gibiyiz. Kâbenin etrafındaki saflar gibiyiz belki. Aramızdaki hakikat o kadar büyük ki, bazı birbirimizi de göremiyoruz.

İşte; koştuğum kısmı tarif ediyorum sana, görebilesin diye. Dilerim; sen de bir gün bana tarif edersin. Böyledir bizim halimiz. Fazlası değil. Hele son hiç değil. Marifet yolunda, ilk aldığımız derslerden birisidir seninle: Bu, sonu olmayan, inşaallah cennette de devam edecek bir tedrisin başıdır! Hz. Âdem efendime, talim-i esma ile sonsuzluğun ilk müjdesini tattıran Allah'a hamdolsun. Hiç bitmeyecek olanı öğrenmeye başlamak, hiç bitmeyecek tedrisin müjdesidir çünkü.

Buraya varırken nefes alalım. Ben de sana bencileyin bir gayb tarifi yapacağım. Gaybın, dünyamda nasıl yansıdığını anlatamazsam, bundan sonra söyleyeceklerimi de isbat edemem. Bence gayb, ikinci bir akıl/kalp yürütmeye ihtiyaç duymayacağımız şekilde bize sunulan şahitlik alanının dışında kalan herşeye tekabül ediyor. Yani malumatımızın dışında kalan herşeye... Çünkü aynı kökten gelen 'gıybet' gibi, 'gıyabında konuşmak' gibi kimi kullanımlar, onun bireysel şahitliğimizin dışına dair olabileceğini de gösteriyorlar. (Bu noktada mana-yı isminin, mana-yı harfiden farkı; birincisinde nesnenin kendisine, ikincisinde nesnenin arkasındaki gayba ferasetle nazar etmektir.)

Diyelim; birşeyin şahidi oluyorsun. O şahidi olduğun şeyden sonra, hâlâ şahidi olamadığın her ne varsa, onlar senin gaybındır. Hepimizin şahitlik seviyesi de farklıdır üstelik. İmam-ı Mübin'den Kitab-ı Mübin'e düşen, oradan da bizim nazarlarımıza isabet eden kısımlar, değişiyor. Ehadiyet, bize özel bir gılaf giydiriyor onlara. Kulluğumuz da bunu arttırma çabamız oluyor. Daha çok şeye şahit olma çabası.

Bana öyle geliyor ki; ayet-i kerimenin övdüğü; 'gayba inananlar' bir yönüyle de, işte, bu bilme yolculuğunun hiç bitmeyeceğini kabul edenlerdir. Allah Resulü misali; "Seni hakkıyla bilemedik ya Maruf!" diyenlerdir.

Nasıl tarif etmeli? Yani bizim için her zaman birşeyler gayb kalacaktır. Hakikatin her tarafı aşikâr olmuş, sonuna gelinmiş olmayacaktır hiçbir zaman. Zaten bilmedikleri birşeyler olduğunu kabul edenler ki; yeni şeyler öğrenmek de ancak onlara nasip olur. İlmin başlangıcı, cahilliğin kabulüdür. Şimdi sen söyle arkadaşım: Cahiliyeyi cahiliye yapan nedir? Bilmemek mi? Yoksa bilmediğini bilmemek mi? Bence bütün cahilliklerin 'gaybında birşeyler olduğunu inkâr etmekle' bir ilgisi var.

"Onlar (takva sahipleri), gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler..." ayeti bunu da ihtar ediyor âdeta.

Şahit olunan âlemin dışında, şahit olamadığımız birşeylerin de varlığını kabul etmek, farketmek. Buna açmak kalbini ve ruhunu. Beklemek. "Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir..." dersini almak 17. Lem'a'dan. Uyananları uyandıran bu. Uyanmayanların uykularını ağırlaştıran da.

Birşeyi k(g)aybetmek'ten çektiğimiz korkuyu ve acıyı hatırlayalım bu arada. Acaba g(k)ayba iman etmek, birşeylerin yokluğunu ve açlığını çektiğimize iman etmek de olabilir mi? Tamam olmadığımızı, vahiy olmadan tamam olamayacağımızı, hep eksik birşeylerin kalacağını kabul etmek mi? Mesela; dua etme açlığını, Allaha bütün güzel isimleriyle inanma ihtiyacını, bekaya erme açlığını, ibadet etme ihtiyacını... Bunları, k(g)aybettiğimiz birşeyi arar gibi aramak mı gayba iman etmek?

Ah arkadaşım, fıtratımızın derinine insek, daha bunlar gibi bir sürü açlığımız var, hepsini göreceğiz. Hatta her ne ki imana dahildir; inanmayan birisi için, o, fıtratının kaybettiği yanıdır kanaatimce. İbadet de zaten bu açlıkları giderir. "Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın..." Belki ayetin devamında namazın, rızıkla birlikte zikredilmesindeki hikmet de bu. Yani muhtaçlıklarımızı farkedişimizin ifadesi ibadetler. (Rızka ne kadar muhtaçsan, namaza da o derece muhtaçsın.) Yani eksik yanlarımızı, k(g)aybettiklerimizi...

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...