23 Şubat 2014 Pazar

Son'u olmayan yol, yolların en güzeli

Gayb'a dair bütün anlam araştırmaları, gidip en sonunda 'bilinmezliğe' dayanıyor. Kimisi onu 'beş duyu organıyla bilinemeyenler' olarak tarif ederken, kimisi de 'Allahın bildirmesi dışında bilinemeyecekler' olarak izah ediyor. Ben bu tanımların tamamının hakikatin bir köşesine denk geldiğini düşünüyorum. Ama hakikat, tariflerden ibaret değildir. Tariflerin yetişemediğidir. Zaten tarifin asl-ı hizmeti odur ki; hakikate giden yolda 'hakikat avcısına' mihmandar olabilsin. Fakat perde olmasın. Ama gölge etmesin. Zaten avcı da hakiki ise bilir ki; tarif, hakikate giden yoldur sadece. Hakikatin kendisi değildir.

Şimdi ey nazar sahibi, sen de okuduklarına öyle bak. Ben de birşeylerin etrafında geziyorum. Varıyor muyum, uzaklaşıyor muyum, bilinmez. Yolculuğumun bittiği yer, seninkinin başladığı yerdir sadece. Hayırda yarışıyoruz, ama birbirimizi geçmeden. Gıpta damarını tahrik etmeden. Bir çemberin etrafından, çemberin merkezine koşan çocuklar gibiyiz. Kâbenin etrafındaki saflar gibiyiz belki. Aramızdaki hakikat o kadar büyük ki, bazı birbirimizi de göremiyoruz.

İşte; koştuğum kısmı tarif ediyorum sana, görebilesin diye. Dilerim; sen de bir gün bana tarif edersin. Böyledir bizim halimiz. Fazlası değil. Hele son hiç değil. Marifet yolunda, ilk aldığımız derslerden birisidir seninle: Bu, sonu olmayan, inşaallah cennette de devam edecek bir tedrisin başıdır! Hz. Âdem efendime, talim-i esma ile sonsuzluğun ilk müjdesini tattıran Allah'a hamdolsun. Hiç bitmeyecek olanı öğrenmeye başlamak, hiç bitmeyecek tedrisin müjdesidir çünkü.

Buraya varırken nefes alalım. Ben de sana bencileyin bir gayb tarifi yapacağım. Gaybın, dünyamda nasıl yansıdığını anlatamazsam, bundan sonra söyleyeceklerimi de isbat edemem. Bence gayb, ikinci bir akıl/kalp yürütmeye ihtiyaç duymayacağımız şekilde bize sunulan şahitlik alanının dışında kalan herşeye tekabül ediyor. Yani malumatımızın dışında kalan herşeye... Çünkü aynı kökten gelen 'gıybet' gibi, 'gıyabında konuşmak' gibi kimi kullanımlar, onun bireysel şahitliğimizin dışına dair olabileceğini de gösteriyorlar. (Bu noktada mana-yı isminin, mana-yı harfiden farkı; birincisinde nesnenin kendisine, ikincisinde nesnenin arkasındaki gayba ferasetle nazar etmektir.)

Diyelim; birşeyin şahidi oluyorsun. O şahidi olduğun şeyden sonra, hâlâ şahidi olamadığın her ne varsa, onlar senin gaybındır. Hepimizin şahitlik seviyesi de farklıdır üstelik. İmam-ı Mübin'den Kitab-ı Mübin'e düşen, oradan da bizim nazarlarımıza isabet eden kısımlar, değişiyor. Ehadiyet, bize özel bir gılaf giydiriyor onlara. Kulluğumuz da bunu arttırma çabamız oluyor. Daha çok şeye şahit olma çabası.

Bana öyle geliyor ki; ayet-i kerimenin övdüğü; 'gayba inananlar' bir yönüyle de, işte, bu bilme yolculuğunun hiç bitmeyeceğini kabul edenlerdir. Allah Resulü misali; "Seni hakkıyla bilemedik ya Maruf!" diyenlerdir.

Nasıl tarif etmeli? Yani bizim için her zaman birşeyler gayb kalacaktır. Hakikatin her tarafı aşikâr olmuş, sonuna gelinmiş olmayacaktır hiçbir zaman. Zaten bilmedikleri birşeyler olduğunu kabul edenler ki; yeni şeyler öğrenmek de ancak onlara nasip olur. İlmin başlangıcı, cahilliğin kabulüdür. Şimdi sen söyle arkadaşım: Cahiliyeyi cahiliye yapan nedir? Bilmemek mi? Yoksa bilmediğini bilmemek mi? Bence bütün cahilliklerin 'gaybında birşeyler olduğunu inkâr etmekle' bir ilgisi var.

"Onlar (takva sahipleri), gaybe inanırlar, namazı kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan yerli yerince sarfederler..." ayeti bunu da ihtar ediyor âdeta.

Şahit olunan âlemin dışında, şahit olamadığımız birşeylerin de varlığını kabul etmek, farketmek. Buna açmak kalbini ve ruhunu. Beklemek. "Öyleyse, sen kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle. Belki kendi kendine gelir..." dersini almak 17. Lem'a'dan. Uyananları uyandıran bu. Uyanmayanların uykularını ağırlaştıran da.

Birşeyi k(g)aybetmek'ten çektiğimiz korkuyu ve acıyı hatırlayalım bu arada. Acaba g(k)ayba iman etmek, birşeylerin yokluğunu ve açlığını çektiğimize iman etmek de olabilir mi? Tamam olmadığımızı, vahiy olmadan tamam olamayacağımızı, hep eksik birşeylerin kalacağını kabul etmek mi? Mesela; dua etme açlığını, Allaha bütün güzel isimleriyle inanma ihtiyacını, bekaya erme açlığını, ibadet etme ihtiyacını... Bunları, k(g)aybettiğimiz birşeyi arar gibi aramak mı gayba iman etmek?

Ah arkadaşım, fıtratımızın derinine insek, daha bunlar gibi bir sürü açlığımız var, hepsini göreceğiz. Hatta her ne ki imana dahildir; inanmayan birisi için, o, fıtratının kaybettiği yanıdır kanaatimce. İbadet de zaten bu açlıkları giderir. "Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın..." Belki ayetin devamında namazın, rızıkla birlikte zikredilmesindeki hikmet de bu. Yani muhtaçlıklarımızı farkedişimizin ifadesi ibadetler. (Rızka ne kadar muhtaçsan, namaza da o derece muhtaçsın.) Yani eksik yanlarımızı, k(g)aybettiklerimizi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...