8 Şubat 2014 Cumartesi

Durmak gerek...

Durmak gerek. Düşünmek için durmak gerek. Herşeyin bir ‘ol’ hızıyla aktığı şu kâinatta ‘batıp gidenlerden’ olmamak için durmak gerek. Durmayı neden bu kadar önemsiyorum? Çünkü durmak, an’ı yaşamaktan çok, an’a şahit olmaya karşılık geliyor. Allah, dalgınlığımızı bir ayıraç gibi bırakmış zamana, ömrümüze. Kimden miras bilinmez, şu kadim zannımız yanlış: Dalgınlık, gaflet değil. Gaflet başka birşey. Gaflet unutturuyor. Dalgınlık unutturmuyor, aksine uğruna dalınacak, hayattan kopulacak birşeyler olduğunu hatırlatıyor. Dalıyoruz, düşünüyoruz, bir nevi akıştan (akanların körlüğünden) kopuyoruz.

An’a şahit olmak, yani tefekkür etmek, onun varlığında (ve aynı anda kendi içinde) bir derinliğe ulaşmak. Bir beşinci boyut belki. En, boy, derinlik ve zamandan öte… Bir beşinci boyut. Esma boyutu. Esma sayısınca boyutlar. Esma renginde paralel evrenler. Açılan yeni yeni kapılar. Yeni yeni görülenler. Yeniden, ama farklı görülenler. Aslında aynı şey, ama bir yönüyle farklı şey. Vahidiyet: Aynılık. Ehadiyet: Farklılık. Kelime oyunu yapmıyorum sana. Bütün bu kıvranmalarım hakikati tarif etmekte zorlanışımdan.

An’a şahit olmak, ‘görmek ve göstermek için’ yaratılanın da varlık amacına işaret ediyor. Biz neden varız? Belki de sırf şahit olmak için. Değiştirmek için değil, zaten dönüşüyor olanın dönüşümünü görmek için. Dahlolmak için. Belki de bu yüzden teslimiyet kapısından girişimiz ‘şahadet’ getirmekle oluyor. Bir şahadet getiriyor ve yola çıkıyoruz. Yola çıkarken andığımız nişan gösteriyor ki, yol boyunca yapılacak olan da budur.

Müslümanlık; yani imandan sonra, gereği olarak vücuda gelmesine vesile olduğumuz herşey, bir şahit olma yolculuğudur. Şahit ola ola ve şahit oluna oluna bir süreç yaşamaktır İslamlık. Seyretmek ve aynı anda seyredilmektir. Sonra bu şahitlikler âlemi (âlem-i şahadet) derlenir, toparlanır; onlardan yeni bir âlem yaratılır. Bir melek, tebessüm ederek, elhamdülillah deyişini kaydeder mesela. Sonra o kayıtlı elhamdülillah’tan âlem-i beka’da bir sürü şey yaratılır. Cennette de inşaallah onlara elhamdülillah dersin. Kem lafızların da, fiillerin de hali böyle. Hepsi bir buğday tanesi aslında, ekiyorsun ism-i Hafîz tarlasına. Rahmet yağınca, bire beş, bire on, bire sonsuz veriyor. Nasibin varsa, topluyorsun. Nasibin de dalgınlığın miktarınca.

Sen sanıyor musun melek kardeşler yalnız puanlama yapıyorlar. Hayır, hayır, onlar bizim an’larımıza da şahitlik ediyorlar. O kadar şahidi var ki, yaşananların; hiçbir şeyimiz sır kalamaz. Sırrı olmayan yerde sen de imanını sır gibi kalbinde tutamazsın. İlla ‘bir cam fanus içindeki nur gibi’ etrafını ışıkta bırakır. Herkes görür sende onun şuaını. Fakat şaşırma: Sen kendine çok yakınsın, belki göremezsin. Zira birşeye uzak olmak körlük nedeni olduğu gibi, çok yakın olmak da körlük nedenidir. Senin yüzün, gözüne o kadar yakındır ki, onu görmez. Bir ayna bulamasa, göz, kendi güzelliğini takdir edemez.

Neden güceniyorsun Hz. Azrail efendimden? Ölürken yanında bir şahidinin olması, ruhunun emanetini ona bırakman, onu canına şahit tutman, tekrar dirilmek adına ‘hoş güzel’ bir ümit değil mi? İnsan, yabancısı bir memlekete yolculuğa çıkarken bir tanıdık bulsa karşısında ve en değerli eşyasını da ona bıraksa, ondan gücenir mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...