Bediüzzaman Hazretleri 20. Söz'de ne güzel öğretiyor: "Kur'ân-ı Hakîm'de çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umumînin ucu olarak gösteriliyor." Yani Kur'an kıssaları 'öylesine anlatılmış' veya 'sadece ilk indiği zamana konuşan' şeyler değildir hâşâ. Kur'an kelam-ı ezelîdir-ebedîdir. Beyanı zamanlar üstüdür. Aşkındır. Yine mürşidimin başka bir yerdeki ifadesiyle "Şeriat-ı garrâ kelâm-ı ezelîden geldiğinden ebede gidecektir." Aşkın olmak bunu gerektirir. Müslümanın Allah tasavvuru zamanla kayıtlı olmaz. Yarattığı şeye mahkûm/hapis bir Allah'a inanmaz müslümanlar. O yüzden her ayeti bütün zamanlarla bir mukaleme görürler. Fakat zamanın kulağı ne kadar açıksa, dirayeti-diyaneti ne kadar yüksekse, o denli işitebilir.
Newton'un başına elma düşme hâdisesinin arkasında saklı olan 'kütle çekim yasası'nı ancak fiziğe gözü açık olanlar anlar. Arşimed'in hamamdan 'Buldum!' deyu bağırarak çıkmasında gizlenmiş 'suyun kaldırma kuvveti'ni ancak ilgilileri hatırlarlar. (Atasözlerindeki kinaiyatın ekserisi de yine bu kabildendir.) O nedenle Kur'an kıssalarının bütün zamanlara yaptığı konuşmaları, yani içindeki 'düstur-u küllî'leri ve 'kanun-u umumî'leri, ancak böyle bir uyanıklıkla müracaat edenler kavrayabilirler. Kişinin doyması açlığı kadardır. Bulanlar ancak arayanlardır. Diğerleri içinse bunlar, yine Kur'an'ın ifadesiyle, 'esatîrü'l-evvelîn' kabilinden bir manzara teşkil ederler. Yani ilginin, ibretin, etkileşimin kesildiği bir alandırlar. O günün müşrikleriyle bugünün tarihselcilerini buluşturan körlüğün özü budur. Onlar, Kur'an kıssalarını ne kadar 'geçmişin hikâyeleri' olarak görüyorlarsa, bunlar da o kadar öyle görmektedirler.
Her Kur'an kıssası, standart sünni bir müslüman için, böyle, 'bütün zamanlarla konuşur' olduğu gibi Lût aleyhisselamın kıssası dahi böyledir. Vaktiyle buna dair bir yazı karalamıştım arkadaşım. Ve demiştim ki: "Kanserin özgürlüğü olmaz." Çünkü kanser yayılmacıdır. Çünkü kanser işgalcidir. Çünkü kanser eninde sonunda vücudun sağlığına kasteder. Varlığının genişlemesi için konağını kuşatır-mahveder. Nihayetinde kendisi de mahvolur ya. Düşünmez. O yüzden tedavisi önce yayılmasının engellenmesiyle, sonra da başladığı yerde kurutulmasıyla, yapılır.
Sapkınlığın her türlüsü Muhammed aleyhissalatuvesselam ümmetinin nazarında 'kanser' mesabesindedir. O yüzden yaygınlaşmasına elverecek bir serbestliği ona tanımazlar. Asla! Zira bilirler ki, hangi toplumda böylesi günahlar galip gelir, yani normallik kazanır, yani genel-geçer bir serbestî elde ederse, artık o toplumun hayatı bitiktir. Orada İslamiyetin de canı bitiktik. Çünkü, nasıl o sapıklar Lût aleyhisselamın evini kuşatmışlardır, aynen öyle de, yeterli gücü elde ettiklerinde bunlar da namuslu müslümanların evlerini dörtbiryandan kuşatacaklardır.
Ve kuşatmaktadırlar da. Bakınız, bir zaman evvel, açtığı kapattığından çok şarkıcı Gülşen'in konserinde LGBT bayrağı açmasını tartışıyorduk; şimdi Mabel Matiz lakaplı Fatih Karaca da aynısını yaptı. (Hem de devletin üniversitesinde yaptı.) Yapmaya da devam edecek gibi. Zaten televizyonlarda, nette, sosyal medyada baskın bir şekilde onların propagandası yapılıyor. Alttan alta bile değil, hayır, apaçık, Netflix Netflix eşcinsellik satılıyor. Devletimizse propagandanın yeni nesiller üzerindeki etkisini farkedemiyor. Esastan-essahtan bir mücadeleye girmeden kıyı-kenar süpürüyor. Kıymık gözünün içine kadar itilirse bir ufak "Ah!" ediyor. Batmazsa 'AB aşkına' akışına terkediyor. Yani nasıl Lût aleyhisselamın evi kuşatılmışsa bizim de evlerimiz, çoluk-çocuğumuz, gençlerimiz kuşatılmış durumda. Bizden hanemizdekileri istiyorlar. Namusumuzu istiyorlar. Biz de tıpkı Lût aleyhisselamın dediği gibi diyoruz: "Keşke benim size karşı koyacak bir gücüm olsaydı veya güçlü bir desteğe dayanabilseydim!"
Kur'an kıyamete dek mükerrer hikâyemizi anlatıyor arkadaşım. Her peygamberin feryadında ciğerimizi kebap eden bin dert inliyor. Herbirinin başından geçen olaylar başka sûretlerde bizim de başımızda. Yalnızca izdüşümleri görebilecek basirete ihtiyacımız var. Dikkat edelim. O basiret ulemamızda vardır. Onların derslerine kulak verelim ki bizim de kalp-akıl gözlerimiz açılsın. el-Hâdî elbette uğruna cihad edenlere yollarını gösterecektir. Ona sığınalım. Ona dua edelim ki başımızdaki başlara da hidayet versin. Ehl-i Sünnet'e yakışır feraset versin. Âmin.
ODTÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ODTÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
30 Mayıs 2025 Cuma
3 Ağustos 2023 Perşembe
Psikolojinin Allah’ı yok mu?
"Ey ahmak nokta-i sevda! Hâlıkın ef'âli sana nâzır değildir. Ancak Ona bakar. Kâinatı senin hendesen üzerine yapmış değildir. Ve seni hilkat-i âlemde şahit tutmamıştır.” Mesnevî-i Nuriye’den.
Allah amellerini mübarek etsin. Geçenlerde ODTÜ mezuniyet töreninde “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” ayet mealinin pankart olup gezdirildiğini gördük. Cenab-ı Hak, kelamullahından nur alan böyle sineleri çoğaltsın, müslüman memleketini müslümansız bırakmasın. Âmin. Fakat elbette yarasa tabiatlıların bu nurdan gözleri kamaştı. Hemen başlarını mâbâdlarına çevirdiler. Hatta mırıldandılar: “Böyle birşeyi savunmak akademinin/psikolojinin değerlerini aykırıdır!” Neden efendim? Onlar açık açık söylemezler ya. Biz çekinmeyip deyiverelim: Zira kafalarındaki bilimin Allah’ı yoktur. Yani Allah varsa bilim yoktur. O yüzden yanlarında ‘Allah’ denildiğinde ‘Euzü’yü duyan İblis’e dönerler. Şeytanlarından önce kendileri çarpılırlar. Kaçacak mağaralar ararlar.
Will Smith’in, yaşanmış bir hikâyeye dayanan, dişe dokunur, mesaj içerir filmlerinden Doğruyu Söyle’de (Concussion/2016) buna benzer bir sahne olduğunu izleyenler hatırlar. (Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim.) Nijeryalı dindar bir hristiyan olan Dr. Bennet Omalu ABD’de adlî tabiblik yapmaktadır. Amerikan futbolu yıldızlarının emekliliklerinin ardından intihara kadar varan psikolojik sorunlar yaşamaları dikkatini çeker. Böyle vakalardan birisini, cebinden de para harcayarak, özel olarak incelemeye tâbi tutar. Teşhisini kesinleştirir. Durum apaçıktır. Futbolcuların oyunun sertliği içinde kafalarına aldıkları darbeler beyinlerinde hasara neden olmaktadır. Ve bu hasar ilerleyen yaşlarda kendini iyice belli etmektedir. Dr. Omalu’nun asıl mücadelesi bu teşhisten sonra başlar. Kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışır. Bulgularını yayınlamak ister. Bir bilimsel derginin editörüne verileri aktardıktan sonra şöyle bir cümleyle sunumu bitirir: “Tanrı insanı futbol oynasın diye yaratmamış!” Editörün bu finale tavrı gariptir: “Tamam. Güzel. Tanrıyı çıkar. Elindekileri makaleye dönüştür. Bunu dergide yayınlayalım.”
“Tanrıyı çıkar!” dindarlığın, sahadaki bilimsel muvaffakiyeti ne olursa olsun, titri/yetki sahibi Nemrutlardan gördüğü muamelenin özüdür. Belki biraz da bu yüzden, Bediüzzaman, “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar!” diye yakınan lise talebelerine şöyle cevap vermiştir: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz.” Devamında birçok misalle bu uyanışın yöntemini de belirtir mürşidim. Teberrüken birisini alıntılayalım: “Meselâ, nasıl mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”
Bu meselede yukarıda zikredilenlerden daha garibi de şudur bence arkadaşım: Bu sekülerizm kaselislerinin din düşmanlığındaki gayreti, bönlüğü, basitliği, iptidaîliği, hamlığı vs. Batılı pirlerinde dahi bulunmaz. Mesela: Psikolojinin Freud ve Jung ile birlikte ‘üç kurucu babasından biri’ sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı isimli eserinde, ‘ben merkezciliğin’ psikolojik sağlığa verdiği zararı izah sadedinde, sözü ilginç bir yere getirip der ki:
“Gelişmiş bir toplumsallık duygusunu içinde barındıran ve ‘Başkalarına ne verebilirim?’ sorusunu soran biri tüm karşıtlığıyla kendini beğenmiş kişiyle yanyana getirildiğinde arasında ne büyük bir değer farkının bulunduğu hemen anlaşılacaktır. Bu da ulusların binlerce yıl önce müthiş bir kesinlikle sezdiği ve İncil’in o bilgelik dolu ‘Vermek almaktan daha hayırlıdır!’ sözünde dilegelen bakış açısına götürür bizi. Alabildiğine eski bir insanlık deneyiminin dışavurumu sayılan bu sözün anlamı üzerine düşündük mü görürüz ki: Burada anlatılmak istenen ruhsal bir durumdur; vermenin, kollayıp gözetmenin, yardım elini uzatmanın insanın ruhunda yarattığı havadır; bu hava, ruhsal yaşamda kendiliğinden bir denge ve uyum sağlar, veren kimsenin kendiliğinden ele geçirdiği bir Tanrı armağanıdır adeta. Daha çok almaya eğilimli kimse ise çoğu zaman dağınık ve tutarsız biridir. Hoşnut olmak nedir bilmez. Tam bir mutluluğa ulaşabilmek için elindekiler dışında daha nelere kavuşması ve neleri kendisine maletmesi gerekeceği düşüncesiyle oyalanıp durur hep. ‘Gözlerimi çevirip başkalarının gereksinimlerine bakayım’ demez. Başkalarının mutsuzluğunu kendi mutluluğu saydığından, bir uzlaşmanın sağlayacağı huzur düşüncesine kafasında yer yoktur. Dikkafalılığıyla yarattığı yasalara başkalarının boyun eğmesini ister amansız bir tutumla, varolandan başka bir gökyüzü ister, bir başka türlü düşünce ve duygu ister. Kısaca: Onda gördüğümüz herşey gibi hoşnutluk ve alçakgönüllülük duygusundan uzaklığı da dehşet vericidir.”
Adler bu hususta daha birçok önemli şey söylüyor. Fakat yazıyı daha fazla uzatmayalım. Yalnız şu noktaya bir dikkat çekelim: Adler’in bahsettiği bilgelik, sadece İncil’de değil, hadis-i şeriflerde de bulunuyor. “Veren el alan elden hayırlıdır!” buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz de bize mezkûr duruşu bir anlamda tavsiye ediyor. Biz; Bediüzzaman’ın ifadeleriyle; hodbin, hodgam, hodendiş bakanlardan değiliz varlığa. Olmamalıyız. Kainatı kendi merkezimizde şekillenmeye zorlamamalıyız. Bu yalnızca ‘nazarımızda pek fena bir memlekete’ düşmemize sebep olur. Halbuki memleket fena değildir. Nazarımızda öyledir. Mü’mine yakışan hüdabinliğinden kaynaklanan bir “Herşeyle beraber birşeyim!” neşesine sahip olmaktır. Tevhide iman tevhidle yaratılmış herşeye bağlar bizi. “İman bir intisabdır.” Artık bu zeminde, varlığın merkezini Allah’ın esmaü’l-hüsnası şekillendireceğinden, mü’min ben merkezciliğin vartalarından kurtulur. İnsaniyetini bütünün amacına kattıklarında arar. Kendi varlığına kapanmaz.
Allah amellerini mübarek etsin. Geçenlerde ODTÜ mezuniyet töreninde “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur!” ayet mealinin pankart olup gezdirildiğini gördük. Cenab-ı Hak, kelamullahından nur alan böyle sineleri çoğaltsın, müslüman memleketini müslümansız bırakmasın. Âmin. Fakat elbette yarasa tabiatlıların bu nurdan gözleri kamaştı. Hemen başlarını mâbâdlarına çevirdiler. Hatta mırıldandılar: “Böyle birşeyi savunmak akademinin/psikolojinin değerlerini aykırıdır!” Neden efendim? Onlar açık açık söylemezler ya. Biz çekinmeyip deyiverelim: Zira kafalarındaki bilimin Allah’ı yoktur. Yani Allah varsa bilim yoktur. O yüzden yanlarında ‘Allah’ denildiğinde ‘Euzü’yü duyan İblis’e dönerler. Şeytanlarından önce kendileri çarpılırlar. Kaçacak mağaralar ararlar.
Will Smith’in, yaşanmış bir hikâyeye dayanan, dişe dokunur, mesaj içerir filmlerinden Doğruyu Söyle’de (Concussion/2016) buna benzer bir sahne olduğunu izleyenler hatırlar. (Hafızamda kaldığı kadarıyla nakledeyim.) Nijeryalı dindar bir hristiyan olan Dr. Bennet Omalu ABD’de adlî tabiblik yapmaktadır. Amerikan futbolu yıldızlarının emekliliklerinin ardından intihara kadar varan psikolojik sorunlar yaşamaları dikkatini çeker. Böyle vakalardan birisini, cebinden de para harcayarak, özel olarak incelemeye tâbi tutar. Teşhisini kesinleştirir. Durum apaçıktır. Futbolcuların oyunun sertliği içinde kafalarına aldıkları darbeler beyinlerinde hasara neden olmaktadır. Ve bu hasar ilerleyen yaşlarda kendini iyice belli etmektedir. Dr. Omalu’nun asıl mücadelesi bu teşhisten sonra başlar. Kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışır. Bulgularını yayınlamak ister. Bir bilimsel derginin editörüne verileri aktardıktan sonra şöyle bir cümleyle sunumu bitirir: “Tanrı insanı futbol oynasın diye yaratmamış!” Editörün bu finale tavrı gariptir: “Tamam. Güzel. Tanrıyı çıkar. Elindekileri makaleye dönüştür. Bunu dergide yayınlayalım.”
“Tanrıyı çıkar!” dindarlığın, sahadaki bilimsel muvaffakiyeti ne olursa olsun, titri/yetki sahibi Nemrutlardan gördüğü muamelenin özüdür. Belki biraz da bu yüzden, Bediüzzaman, “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar!” diye yakınan lise talebelerine şöyle cevap vermiştir: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil onları dinleyiniz.” Devamında birçok misalle bu uyanışın yöntemini de belirtir mürşidim. Teberrüken birisini alıntılayalım: “Meselâ, nasıl mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir. Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıb mikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.”
Bu meselede yukarıda zikredilenlerden daha garibi de şudur bence arkadaşım: Bu sekülerizm kaselislerinin din düşmanlığındaki gayreti, bönlüğü, basitliği, iptidaîliği, hamlığı vs. Batılı pirlerinde dahi bulunmaz. Mesela: Psikolojinin Freud ve Jung ile birlikte ‘üç kurucu babasından biri’ sayılan Alfred Adler, İnsanı Tanıma Sanatı isimli eserinde, ‘ben merkezciliğin’ psikolojik sağlığa verdiği zararı izah sadedinde, sözü ilginç bir yere getirip der ki:
“Gelişmiş bir toplumsallık duygusunu içinde barındıran ve ‘Başkalarına ne verebilirim?’ sorusunu soran biri tüm karşıtlığıyla kendini beğenmiş kişiyle yanyana getirildiğinde arasında ne büyük bir değer farkının bulunduğu hemen anlaşılacaktır. Bu da ulusların binlerce yıl önce müthiş bir kesinlikle sezdiği ve İncil’in o bilgelik dolu ‘Vermek almaktan daha hayırlıdır!’ sözünde dilegelen bakış açısına götürür bizi. Alabildiğine eski bir insanlık deneyiminin dışavurumu sayılan bu sözün anlamı üzerine düşündük mü görürüz ki: Burada anlatılmak istenen ruhsal bir durumdur; vermenin, kollayıp gözetmenin, yardım elini uzatmanın insanın ruhunda yarattığı havadır; bu hava, ruhsal yaşamda kendiliğinden bir denge ve uyum sağlar, veren kimsenin kendiliğinden ele geçirdiği bir Tanrı armağanıdır adeta. Daha çok almaya eğilimli kimse ise çoğu zaman dağınık ve tutarsız biridir. Hoşnut olmak nedir bilmez. Tam bir mutluluğa ulaşabilmek için elindekiler dışında daha nelere kavuşması ve neleri kendisine maletmesi gerekeceği düşüncesiyle oyalanıp durur hep. ‘Gözlerimi çevirip başkalarının gereksinimlerine bakayım’ demez. Başkalarının mutsuzluğunu kendi mutluluğu saydığından, bir uzlaşmanın sağlayacağı huzur düşüncesine kafasında yer yoktur. Dikkafalılığıyla yarattığı yasalara başkalarının boyun eğmesini ister amansız bir tutumla, varolandan başka bir gökyüzü ister, bir başka türlü düşünce ve duygu ister. Kısaca: Onda gördüğümüz herşey gibi hoşnutluk ve alçakgönüllülük duygusundan uzaklığı da dehşet vericidir.”
Adler bu hususta daha birçok önemli şey söylüyor. Fakat yazıyı daha fazla uzatmayalım. Yalnız şu noktaya bir dikkat çekelim: Adler’in bahsettiği bilgelik, sadece İncil’de değil, hadis-i şeriflerde de bulunuyor. “Veren el alan elden hayırlıdır!” buyuran Aleyhissalatuvesselam Efendimiz de bize mezkûr duruşu bir anlamda tavsiye ediyor. Biz; Bediüzzaman’ın ifadeleriyle; hodbin, hodgam, hodendiş bakanlardan değiliz varlığa. Olmamalıyız. Kainatı kendi merkezimizde şekillenmeye zorlamamalıyız. Bu yalnızca ‘nazarımızda pek fena bir memlekete’ düşmemize sebep olur. Halbuki memleket fena değildir. Nazarımızda öyledir. Mü’mine yakışan hüdabinliğinden kaynaklanan bir “Herşeyle beraber birşeyim!” neşesine sahip olmaktır. Tevhide iman tevhidle yaratılmış herşeye bağlar bizi. “İman bir intisabdır.” Artık bu zeminde, varlığın merkezini Allah’ın esmaü’l-hüsnası şekillendireceğinden, mü’min ben merkezciliğin vartalarından kurtulur. İnsaniyetini bütünün amacına kattıklarında arar. Kendi varlığına kapanmaz.
Aman, neler söylüyoruz, çenemiz düştü, Adler Efendi bizi tehlikeli(!) sularda yüzdürdü. Psikoloji adına cür’et edip İncil’e gittik, hadis-i şeriflere uğradık, Allah’lı-Kur’an’lı lâflar ettik. Cık, cık, cık. Oldu mu hiç? Şimdi Allahsız bilimcilerimiz böyle şeylere müsaade ederler mi? “Çaaat!” diye tanrıyı çıkarmazlar mı aradan? Bir antidepresan yazıp yollayacaklarken müşteriyi camiye yönlendirirsek elbette ekmeklerine kan doğramış oluruz. Kalpler Allah’ın zikriyle tatmin olur, tamam, ama bazılarının gözü maddeden başka şeylerle tatmin olmaz. O yüzden ne Adler’e, ne Bediüzzaman’a, ne hadis-i şeriflere, ne de Kur’an’a uyup böyle lâflar edilmesin dilerler. Bunların psikolojisinin Allah’ı yok çünkü. Eh, evet, ODTÜ’de ayetli bilim yürek ister. Kardeşlerimizin yüreğini tekrardan tebrik ediyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
'İsmet Özel anakronizmi' İslamcılığı zehirliyor
"Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc; ve lisân-ı Arabî vâcip, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak..." Münazarat'tan....
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Bu iftirayı işittiğinizde erkek ve kadın müminlerin, kendi vicdanları ile hüsnüzanda bulunup da: 'Bu, apaçık bir iftiradır...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...