Tahavî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Tahavî etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2017 Cuma

Bediüzzaman devletin devamını istemez miydi?

"İmamlarımıza, işlerimizi yönetenlere, zulmetseler bile isyan etmeyi caiz görmeyiz. Onlara beddua etmeyiz. Onlara itaat etmekten el kadar ayrılmayız. Bize ma'siyet emretmedikleri sürece, onlara itaat etmeyi, Allah'a itaatin bir parçası olarak farz biliriz. Salah ve afiyet üzere olmaları için onlara dua ederiz." İmam Ebu Cafer et-Tahavî, Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi'nden...

Şu sözü Churchill'e atfen okumuştum: "İnsan, otuz yaşının altındaysa ve liberal değilse, kalpsizdir. Lakin, otuz yaşını geçmişse ve muhafazakâr değilse, beyinsizdir." Bu sözün bende bir hakikati var. Zira otuz yaş eşiğimi Gezi'yle atladım. Bu hem kronolojik olarak böyleydi hem de sözün haber verdiği hakikat açısından böyleydi.

Gezi'ye kadar liberalizmin pek de karşısında sayılmazdım. Tamam, onların özgürlük dediği herşeye özgürlük demiyordum, benim bireysel hürriyet tanımımı İslam belirliyordu. Fakat 'farklılıklarla birlikte yaşama' ekseninde epeyce liberalleşmiştim. Kalbimde olmasa da kafamın arka tarafında işler böyle bir hal almıştı. İslam'ı, bireysel anlamda bağlayıcı bulsam da, onun şu günün toplumsallığını yönetebileceğine inanamıyordum. Daha yumuşak nasıl ifade edilir bu? Hakikaten bu konuda (hâşâ) din bir tarafa doğru bir tarafaydı sanki benim için. İşin bu tarafının da naslarla bağlanması veya meşruiyet aranması gerektiğine inanmıyordum. Veya, hüsnüzan ederseniz, yeterince inanmıyordum.

Gezi beni kendime getirdi. Bir 'o' ve bir de 'ben' olduğuna ve bunların su ile zeytinyağı gibi asla barışmayabileceğine uyandırdı. (Karışacağına inanmak hayalcilikti.) Başka uyanışlarım da oldu. Örneğin: Barış sürecinde yaşananlar bu tip ümitlerimin yüzünü güzelce tokatladı. 'Tokatlamak' ifadesini özellikle kullandım. Çünkü yaşadıklarımın 'aptalca iyimserliğimin' yemesi gereken tokatlar olduğunu düşünüyorum. Kobanî Olayları'ndan bir gün sonra Esenyurt'taydım. Enkazı gördüm. Kürt olduğum halde, dindarlığımdan dolayı, başıma birşey gelmesinden korktum.

Hiç gocunmadan itiraf ederim: Bunlar beni kesinlikle ve kesinlikle 'devletçi'leştirdi. Bugün, üzerine kurulduğu sistemden/kişilerden bağımsız olarak, devlet denilen şeyin varlığını önemsiyorum. Selameti, salabeti ve istikameti için dua ediyorum. Çünkü biliyorum: İyimser için kaos bir çukurdur. Fakat karamsar için merdiven gibi görünür. Süreç, iktidarı elde edemeyen karamsarlıkların, yeri geldiğinde kaosu nasıl 'merdivenleştirdiğini' veya 'merdivenleştirebileceğini' anlamamı sağladı. İşte, devleti de, kaosun önündeki duvar olarak beğeniyorum.

Bunu sadece dış dünya için söylemiyorum. İçimizde de aynı hesaplaşmayı yaşadım. Gezi'yi savunan liberal nurcularla da tartıştım, Kürdistan isteyen nurcularla da... Her ikisinde de şunu müşahade ettim: Risale metinlerinde kendilerine bir cevaz bulabiliyorlar. Mübarek ifadeler bu insanlar elinde her yöne çekilebiliyor. Hatta bazı eserlere/cümlelere yapılan vurguyla azlıklar çokluklara galip kılınıyor. Özellikle müellifin Eski Said döneminde telif ettiği Münazarat havaya kaldırılarak ondan çıkarılan yorumlarla Yeni Said'in diğer bütün metinlerinin sesleri bastırılabiliyor.

Daha başka kaymalar da var. Kimisi Bediüzzaman'ın Osmanlı'ya yaptığı sistem eleştirisini birebir devlet eleştirisi noktasına kaydırıp neredeyse anarşizme yaklaşıyor, kimisi de 'asayişi muhafaza' tavsiyelerinin 'devlet ne yaparsa doğrudur'a indirgenebileceğini düşünüyor. Bu 'domates biber herkese gider' durum karşısında Bediüzzaman'ın duruşunu/sözlerini spesifiklikten kurtarmanın çaresini ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına yüzümü dönmekte buldum. Şimdilerde meseleyi şöyle kavrıyorum:

Bediüzzaman dinin varlığının devamı için devletin/iktidarın (veya bir çeşidinin) 'olmazsa olmaz' görülmesinin daire-i itikad açısından sıkıntılarına dikkat çekiyor. Bunun böyle olmadığını veya olamayacağını hakça ifade ediyor. Hakikaten de geçmişte devlet ve din arasında böyle bir zaruriyat ilişkisi kuranlar devrimcilikle büyük kargaşalara sebep olmuşlar. (Bugün DAİŞ'in de, tıpkı kendinden öncekiler gibi, Maide sûresindeki bazı ayetleri bu amaçla kullandığını biliyoruz.) Ancak şu var: Devleti istemekle bir devletin varlığının devamını istemek birbirinden farklı şeyler.

Bediüzzaman, yaşadığı dönemde, Osmanlı devlet sisteminin veya idarecilerinin din adına 'olmazsa olmaz'laştırılmasına karşı, ama hayatının hangi döneminde Osmanlı'ya karşı? Bilakis, gerek adem-i merkeziyetçilik eleştirisi, gerek bağımsız Kürdistan için kendisine yapılan tekliflere verdiği olumsuz yanıtlar, gerek 31 Mart Olayı'nda takındığı tutum ve gerekse I. Dünya Savaşı'ndaki cihadı, bize Osmanlı'yı bir devlet olarak varlığını sürdürmesi gereken birşey olarak gördüğünü gösteriyor. Ancak bir kayıt olarak şunu söyleyebiliriz:

Bu devletin tasavvur edilen veya uygulamada olan bir şeklinin, yani bir sisteminin veya idarecilerinin mutlaklaştırılmasına karşı olduğu belli. Burada, sisteme karşıtlığın devlete karşıtlık olarak algılanması da, devletin muhafazasının sistemin muhafazası olarak algılanması da, ikisi de problemli. Çünkü 'asayişin muhafazası' başlığı içinde doğal olarak Bediüzzaman devletin düzen ortamının devamını da sağlamaya çalışmış oluyor. Ancak bunu, mevcut sistemin yanlışlarına teslim olarak değil, devletin varlığını tehlikeye sokmayacak usûllerle hataların tedavisine çalışarak yapıyor. Otoriteye büsbütün karşıt olsa bunu neden yapsın?

Bence Bediüzzaman'ın duruşunu kavramada iki ayrımı anlamak çok önemli. 1) Daire-i itikad ve daire-i muamelat/esbap ayrımı. 2) Devletin varlığının devamı ile bir tür sisteminin (veya onun yöneticilerinin) devamının ayrımı. Bu noktada artık 'devlet-i ebed-müddet' veya 'devletin bekası' denilerek ifade edilen şeyi analiz etmek de mümkün oluyor. Eğer bu ifadelerle kastedilen bir müslümanın İslam'a yakışır hürriyetle dinini yaşamasına müsait bir düzenin varlığının sürmesi ise, evet, kasettikleri bizim de muradımızdır. Yok, eğer kastettikleri, devletin sistemi ve kişileriyle, olduğu gibi hep böyle kalması/kutsanması ise, biz bunu istemiyoruz.

Ve yine kastettikleri, daire-i esbapta hürriyetin/güvenliğin sağlanabilmesi için bir devletin varlığının gerekliliği ise, evet, bu bizim de muradımızdır. Yok, eğer, kastettikleri daire-i itikatta dini (hâşâ) devlete muhtaç etmek ise, hayır, biz buna iman etmiyoruz. "Dinin sahibi Allah'tır!" diyoruz. Sözüm biterken yine mürşidimin sözüne kavuşuyor: "Daire-i esbabın iktizasıyla daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli."

Özetlersem: Yalnız Allah'ın bakî olduğuna iman ettikten sonra, toplumsal hayatın düzeni için, devletin bekasını istemekte bir beis göremiyorum ben. Zira bu ancak asayişin muhafazasını dilemenin bir şekli olur. Bir itikat değil murad olur. Bir iman değil dua olur. (Lafzın mecaza mecali vardır.) Esas sorun; bunu sistemsel, kişisel veya itikadî bir meseleye dönüştürmektir. Çünkü, devletin bir varoluş şekli (sistemi) veya bir lideri (yöneticileri) itikadın parçası haline gelirse, zamanla değişmesi gerekenler de değiştirilemez olur. Yanlışlar masaya yatırılamaz ve hatta dile getirilemez olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi, ölmüş gitmiş adamların hataları, "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" olur. Biz bunun tekrar olmasını istemiyoruz.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...