'Adalet-i izafiye' ve 'adalet-i mahza' konusunu, en azından kavramların tanımlarını netleştirmek amacıyla, âdilane bir şekilde tartışmak/konuşmak onları gündelik siyasetin veya konjonktür baskısının etkisinden korumakla mümkündür. Zira meselenin tarihçesi sahabe dönemine kadar uzanmaktadır.
Sahabe dönemine dair yapılan yorumlarda ise, eğer insaflı olunmazsa, insanın ahiretini berbat etmesi gibi tehlikeler vardır. Ömer b. Abdülaziz'i (r.a.) "Allah kanlarını ellerimizi bulaştırmadı. Biz de dilimizi bulaştırmayalım!" demeye iten veya (Bediüzzaman'ın alıntıladığı şekilde) bir Kürt zat-ı muhakkiki "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennettirler!" sözünü söylemeye zorlayan çekince budur. İşte, geçmişten günümüze taşınan bu 'mübarek hassasiyet' nedeniyle mü'minler sahabe arasındaki anlaşmazlıklar hakkında kem kelam etmeye çekinirler. Ahir ve akıbetlerinin bu kem kelamlar nedeniyle berbat olmasından korkarlar.
Fakat şimdilerde bu afiyeti bulamıyoruz. Ahirzaman geldi. Artık birçok aydın insan gündelik siyasî tartışmaların eksenini, kendisine kuvvetli bir referans bulabilmek için, götürüp sahabe dönemine dayayabiliyor. Şimdiki zamanda analiz ederek bırakmıyor. "Aman dilimiz o berrak kanlara bulaşmasın!" demiyor. Pekçok örneğine şahit oluyoruz. Pekçok nümunesini görüyoruz. Hani bunu yapanlar âlimlerimiz olsa yine iyi. Lakin yok. Siyaset bilimcisinden gazetecisine, köşeyazarından twitter fenomenine, aydınından aydınlanmamışına herkes sahabe dönemini, siyeri, Kur'an'ı yeniden okumak-okutmak telaşında.
'Adalet-i izafiye' ve 'adalet-i mahza' tartışmalarında da bu oluyor. Mesela diyor ki birileri: "Hz. Osman'ın (r.a.) şehit edilmesinin ardından Hz. Ali (r.a.) halife olunca katillerin hesabını sorabilmek için süre istedi." Neden istedi? "Çünkü suçlu ile suçsuzu tam olarak ayırabilmeyi istiyordu. Adalet-i mahzayı uygulamak istiyordu." Peki ne yaptı muhatapları? "Cıngar çıkardılar. 'Geciken adalet 'adalet' değildir!' dediler. Muhalefet ettiler. Adalet-i izafiye istediler."
Ne arzu ediyorlardı? "Arzu ediyorlardı ki: Birin günahıyla gerekirse bin de yansın. Suçlu-suçsuz farkolunmasın. 'Devletin bekası' veya 'umumun menfaati' için lazım gelirse Hz. Osman'ın (r.a.) evinin etrafında toplanan herkes asılsın, kesilsin veya farklı şekillerde cezalandırılsın. İntikamı mutlaka alınsın. Çok da ince elenip sık dokunmasın. Şöyle şatafatlı bir gözdağı verilsin. Kul hakkına falan bakılmasın." Vay! Kim söylemişti bunları peki? "İsimlerini siz de bilirsiniz ama ben bazılarını zikredeyim: Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.anha), aşere-i mübeşşereden Zübeyir b. Avvam (r.a.), yine aşere-i mübeşşereden Talha b. Ubeydullah (r.a.) ve daha niceleri..." İşte bunlarmış yukarıdaki şeyleri söyleyen.
Gördün mü ahirzaman müslümanlarını! Nasıl yakaladılar aşere-i mübeşşerenin fahiş hatalarını! Bak sen şu cengaverlere! Bak sen şu âdil aslanlara! Bak sen şu Kur'an'ı ve sünneti en iyi anlayanlara! Peki ya sahabe? Sahabe bunları anlamaz mıydı? Hele sahabenin büyükleri? Hele aşere-i mübeşşere? Onlar suçlu-suçsuz, haklı-haksız, masum-zalim ayırmazlar mıydı?
"Çok karıştırma canım oraları. Olmuş demek ki bir hataları. İdare etmek lazım." Yahu nasıl olur? Dinimizin yarısını Hz. Aişe'nin (r.a.) rivayetlerinden alıyoruz. Biz bu insanları Aleyhissalatuvesselamın etrafındaki 'en faziletliler' biliyoruz. Sahabeye 'Umumen âdildir!' diyoruz. Ehl-i Sünnet olarak böyle itikat ediyoruz. Bunlar böyle 'birin günahı için gerekirse bini yakacak' kadar Haccac-ı Zalim türünden insanlarsa onlardan alınan dine güven olur mu? Ya umumun menfaati için dinde de birşeyler yaptılarsa? Şianın dediğine gelmiyor mu iş o zaman? "Ne diyor ki onlar?" Onlar diyorlar ki: Hz. Ali (r.a.) ve arkadaşlarından başkasının rivayetine güven olmazmış. "Eeeh... Şeeey..." Ne oldu? Cevap versene!
Cevap yok. Çünkü cevap gündemin tuzağına çoktan düştü. Yaşananlar üzerine zaten belli olan söylenecekler için sahabe hayatını açtığınızdan çoktan şeytanın ipine dolanmaya başladınız. Çoktan bakış açınızın baskısına maruz kaldınız. Halbuki meseleyi anlamak gayeten kolaydı. Orada savaşın yaşanmasının sebebi 'süre istenmesi' veya 'bir için bin yakılmasının talep edilmesi' değildi. Hz. Ali (r.a.) Hz. Osman'ın (r.a.) katillerini bulamıyordu. Evet. Bu kadar basit.
Hz. Osman'ın (r.a.) eşini sorguladı. O gün suikast niyetiyle Hz. Osman'ın (r.a.) evine sızan üç kişiden (aynı zamanda Hz. Aişe'nin üvey kardeşi de olan) Muhammed b. Ebu Bekir'i (r.a.) sorguladı. Sonuç? Sonuçta bu cinayet davası çözülemedi. Muhammed b. Ebu Bekir (r.a.) kendisine Hz. Osman (r.a.) tarafından merhum babası hatırlatılınca pişman olup odayı terketmişti. Diğer iki kişi de bilinmiyordu. Dosya hakkında, modern zamanların tabirince, 'takipsizlik' kararı verildi. Adalet adl-i ilahîye bırakıldı. Ve karar kendi içinde yüzdeyüz doğruydu.
Peki muhalefet neden oluştu? Muhalefet bu 'takipsizlik' kararını kabullenmekteki güçlükten oluştu. Yahu insaf edin! Hz. Osman (r.a.) gibi güzel bir insanı böyle elîm bir olay neticesinde yitirmek kolay bir hâdise midir? Elbette dostları bu acıyı kabullenmekte zorlandılar. Katilleri konusunda verilen 'takipsizlik' kararını kabullenmekte iki kere zorlandılar. Onlara göre eğer Hz. Osman'ın (r.a.) katilleri bulunup hesabı sorulmazsa ümmet ileride daha büyük kargaşalar yaşardı. İşte 'adalet-i izafiye' de zaten buradan doğdu. Onlar kendilerince ve Allah rızası için iki muhtemel durumu birbirine nisbet ettiler. Bu nisbet nedeniyle izafî bir seçim yaptılar. Ehven-i şerreyn düsturuyla doğru olanın 'katili aramaya sebat etmek' olduğuna vardılar. Hz. Ali'ye (r.a.) elbette bu mümkün olsa yapacaktı. Ama mezkûr olayda bu mümkün değildi.
Hz. Ali'nin (r.a.) Cemel'deki muhalefetinin bundan fazla dediği yoktur. Yok efendim, "Gerekirse birin günahına bin yansın!" demişler, "Umumun menfaati için cüz'ün zararına bakmayalım!" söylemişler, "Devletin bekası için o kuşatmaya katılan herkes cezalandırılsın!" istemişler... Bunların tamamı zandır. Onların böyle şeyler talep ettiklerine dönük bir delil yoktur. Ha, şu var, adalet-i izafiyenin böyle sonuçları olur mu? Olabilir. Adalet-i izafiye, eğer adalet-i mahzanın yerine genel-geçer şekilde uygulanır bir hale gelirse, ondan bu tür zararlar sıklıkla doğabilir. Hele ki naehil ellerde... Bediüzzaman'ın metinlerinde dikkat çektiği tehlike de budur. Çünkü adalet-i izafiye muhtemel durumları da dikkate alarak olay hakkında hüküm vermeyi esas alır. Muhtemel tehlikeler ise hükmedicilerin kafası komplo teorilerine ne kadar çalışıyorsa o kadar uçar gider. Adalet-i mahza ise sadece olayı esas alır. "Bu bir cinayet davası mıdır?" Evet. "Tam olarak suçlu tesbit edilebiliyor mu?" Hayır. "O zaman masumların incinmemesi adına takipsizlik veriyorum." Bitti. Cenab-ı Hak elbet yüce mizanında katillere müstehakını verir. Onun adaletinden kimse kaçamaz.
Meselenin sahabeye bakan yanı yalnızca bu kadarcık iken onlar hakkında 'potansiyel zalim' tanımlamaları yapmak, suçluyu-suçsuzu önemsemiyorlarmış gibi yargılarda bulunmak, bugün sıradan bir müslümanın bile yapabildiği vicdanî bir takdiri onlardan esirgemek... Bunlar doğru şeyler değil. Bunlardan önce gündelik siyasetin içine sahabeyi çekmek ve tabiinin büyüklerinin bile dilini karıştırmaya korktuğu şeyler hakkında kıl u kal etmek doğru değil. Allah cümlemizi istikametten ayırmasın. Sahabe efendilerimizin cümlesinden razı olsun. Onların güzel şefaatlerine bizleri nail eylesin. Âmin. Binler kere âmin.
devletin bekası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
devletin bekası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
17 Ocak 2018 Çarşamba
24 Şubat 2017 Cuma
Bediüzzaman devletin devamını istemez miydi?
"İmamlarımıza, işlerimizi yönetenlere, zulmetseler bile isyan etmeyi caiz görmeyiz. Onlara beddua etmeyiz. Onlara itaat etmekten el kadar ayrılmayız. Bize ma'siyet emretmedikleri sürece, onlara itaat etmeyi, Allah'a itaatin bir parçası olarak farz biliriz. Salah ve afiyet üzere olmaları için onlara dua ederiz." İmam Ebu Cafer et-Tahavî, Muhtasar Tahâvî Akidesi Şerhi'nden...
Şu sözü Churchill'e atfen okumuştum: "İnsan, otuz yaşının altındaysa ve liberal değilse, kalpsizdir. Lakin, otuz yaşını geçmişse ve muhafazakâr değilse, beyinsizdir." Bu sözün bende bir hakikati var. Zira otuz yaş eşiğimi Gezi'yle atladım. Bu hem kronolojik olarak böyleydi hem de sözün haber verdiği hakikat açısından böyleydi.
Gezi'ye kadar liberalizmin pek de karşısında sayılmazdım. Tamam, onların özgürlük dediği herşeye özgürlük demiyordum, benim bireysel hürriyet tanımımı İslam belirliyordu. Fakat 'farklılıklarla birlikte yaşama' ekseninde epeyce liberalleşmiştim. Kalbimde olmasa da kafamın arka tarafında işler böyle bir hal almıştı. İslam'ı, bireysel anlamda bağlayıcı bulsam da, onun şu günün toplumsallığını yönetebileceğine inanamıyordum. Daha yumuşak nasıl ifade edilir bu? Hakikaten bu konuda (hâşâ) din bir tarafa doğru bir tarafaydı sanki benim için. İşin bu tarafının da naslarla bağlanması veya meşruiyet aranması gerektiğine inanmıyordum. Veya, hüsnüzan ederseniz, yeterince inanmıyordum.
Gezi beni kendime getirdi. Bir 'o' ve bir de 'ben' olduğuna ve bunların su ile zeytinyağı gibi asla barışmayabileceğine uyandırdı. (Karışacağına inanmak hayalcilikti.) Başka uyanışlarım da oldu. Örneğin: Barış sürecinde yaşananlar bu tip ümitlerimin yüzünü güzelce tokatladı. 'Tokatlamak' ifadesini özellikle kullandım. Çünkü yaşadıklarımın 'aptalca iyimserliğimin' yemesi gereken tokatlar olduğunu düşünüyorum. Kobanî Olayları'ndan bir gün sonra Esenyurt'taydım. Enkazı gördüm. Kürt olduğum halde, dindarlığımdan dolayı, başıma birşey gelmesinden korktum.
Hiç gocunmadan itiraf ederim: Bunlar beni kesinlikle ve kesinlikle 'devletçi'leştirdi. Bugün, üzerine kurulduğu sistemden/kişilerden bağımsız olarak, devlet denilen şeyin varlığını önemsiyorum. Selameti, salabeti ve istikameti için dua ediyorum. Çünkü biliyorum: İyimser için kaos bir çukurdur. Fakat karamsar için merdiven gibi görünür. Süreç, iktidarı elde edemeyen karamsarlıkların, yeri geldiğinde kaosu nasıl 'merdivenleştirdiğini' veya 'merdivenleştirebileceğini' anlamamı sağladı. İşte, devleti de, kaosun önündeki duvar olarak beğeniyorum.
Bunu sadece dış dünya için söylemiyorum. İçimizde de aynı hesaplaşmayı yaşadım. Gezi'yi savunan liberal nurcularla da tartıştım, Kürdistan isteyen nurcularla da... Her ikisinde de şunu müşahade ettim: Risale metinlerinde kendilerine bir cevaz bulabiliyorlar. Mübarek ifadeler bu insanlar elinde her yöne çekilebiliyor. Hatta bazı eserlere/cümlelere yapılan vurguyla azlıklar çokluklara galip kılınıyor. Özellikle müellifin Eski Said döneminde telif ettiği Münazarat havaya kaldırılarak ondan çıkarılan yorumlarla Yeni Said'in diğer bütün metinlerinin sesleri bastırılabiliyor.
Daha başka kaymalar da var. Kimisi Bediüzzaman'ın Osmanlı'ya yaptığı sistem eleştirisini birebir devlet eleştirisi noktasına kaydırıp neredeyse anarşizme yaklaşıyor, kimisi de 'asayişi muhafaza' tavsiyelerinin 'devlet ne yaparsa doğrudur'a indirgenebileceğini düşünüyor. Bu 'domates biber herkese gider' durum karşısında Bediüzzaman'ın duruşunu/sözlerini spesifiklikten kurtarmanın çaresini ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına yüzümü dönmekte buldum. Şimdilerde meseleyi şöyle kavrıyorum:
Bediüzzaman dinin varlığının devamı için devletin/iktidarın (veya bir çeşidinin) 'olmazsa olmaz' görülmesinin daire-i itikad açısından sıkıntılarına dikkat çekiyor. Bunun böyle olmadığını veya olamayacağını hakça ifade ediyor. Hakikaten de geçmişte devlet ve din arasında böyle bir zaruriyat ilişkisi kuranlar devrimcilikle büyük kargaşalara sebep olmuşlar. (Bugün DAİŞ'in de, tıpkı kendinden öncekiler gibi, Maide sûresindeki bazı ayetleri bu amaçla kullandığını biliyoruz.) Ancak şu var: Devleti istemekle bir devletin varlığının devamını istemek birbirinden farklı şeyler.
Bediüzzaman, yaşadığı dönemde, Osmanlı devlet sisteminin veya idarecilerinin din adına 'olmazsa olmaz'laştırılmasına karşı, ama hayatının hangi döneminde Osmanlı'ya karşı? Bilakis, gerek adem-i merkeziyetçilik eleştirisi, gerek bağımsız Kürdistan için kendisine yapılan tekliflere verdiği olumsuz yanıtlar, gerek 31 Mart Olayı'nda takındığı tutum ve gerekse I. Dünya Savaşı'ndaki cihadı, bize Osmanlı'yı bir devlet olarak varlığını sürdürmesi gereken birşey olarak gördüğünü gösteriyor. Ancak bir kayıt olarak şunu söyleyebiliriz:
Bu devletin tasavvur edilen veya uygulamada olan bir şeklinin, yani bir sisteminin veya idarecilerinin mutlaklaştırılmasına karşı olduğu belli. Burada, sisteme karşıtlığın devlete karşıtlık olarak algılanması da, devletin muhafazasının sistemin muhafazası olarak algılanması da, ikisi de problemli. Çünkü 'asayişin muhafazası' başlığı içinde doğal olarak Bediüzzaman devletin düzen ortamının devamını da sağlamaya çalışmış oluyor. Ancak bunu, mevcut sistemin yanlışlarına teslim olarak değil, devletin varlığını tehlikeye sokmayacak usûllerle hataların tedavisine çalışarak yapıyor. Otoriteye büsbütün karşıt olsa bunu neden yapsın?
Bence Bediüzzaman'ın duruşunu kavramada iki ayrımı anlamak çok önemli. 1) Daire-i itikad ve daire-i muamelat/esbap ayrımı. 2) Devletin varlığının devamı ile bir tür sisteminin (veya onun yöneticilerinin) devamının ayrımı. Bu noktada artık 'devlet-i ebed-müddet' veya 'devletin bekası' denilerek ifade edilen şeyi analiz etmek de mümkün oluyor. Eğer bu ifadelerle kastedilen bir müslümanın İslam'a yakışır hürriyetle dinini yaşamasına müsait bir düzenin varlığının sürmesi ise, evet, kasettikleri bizim de muradımızdır. Yok, eğer kastettikleri, devletin sistemi ve kişileriyle, olduğu gibi hep böyle kalması/kutsanması ise, biz bunu istemiyoruz.
Ve yine kastettikleri, daire-i esbapta hürriyetin/güvenliğin sağlanabilmesi için bir devletin varlığının gerekliliği ise, evet, bu bizim de muradımızdır. Yok, eğer, kastettikleri daire-i itikatta dini (hâşâ) devlete muhtaç etmek ise, hayır, biz buna iman etmiyoruz. "Dinin sahibi Allah'tır!" diyoruz. Sözüm biterken yine mürşidimin sözüne kavuşuyor: "Daire-i esbabın iktizasıyla daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli."
Özetlersem: Yalnız Allah'ın bakî olduğuna iman ettikten sonra, toplumsal hayatın düzeni için, devletin bekasını istemekte bir beis göremiyorum ben. Zira bu ancak asayişin muhafazasını dilemenin bir şekli olur. Bir itikat değil murad olur. Bir iman değil dua olur. (Lafzın mecaza mecali vardır.) Esas sorun; bunu sistemsel, kişisel veya itikadî bir meseleye dönüştürmektir. Çünkü, devletin bir varoluş şekli (sistemi) veya bir lideri (yöneticileri) itikadın parçası haline gelirse, zamanla değişmesi gerekenler de değiştirilemez olur. Yanlışlar masaya yatırılamaz ve hatta dile getirilemez olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi, ölmüş gitmiş adamların hataları, "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" olur. Biz bunun tekrar olmasını istemiyoruz.
Şu sözü Churchill'e atfen okumuştum: "İnsan, otuz yaşının altındaysa ve liberal değilse, kalpsizdir. Lakin, otuz yaşını geçmişse ve muhafazakâr değilse, beyinsizdir." Bu sözün bende bir hakikati var. Zira otuz yaş eşiğimi Gezi'yle atladım. Bu hem kronolojik olarak böyleydi hem de sözün haber verdiği hakikat açısından böyleydi.
Gezi'ye kadar liberalizmin pek de karşısında sayılmazdım. Tamam, onların özgürlük dediği herşeye özgürlük demiyordum, benim bireysel hürriyet tanımımı İslam belirliyordu. Fakat 'farklılıklarla birlikte yaşama' ekseninde epeyce liberalleşmiştim. Kalbimde olmasa da kafamın arka tarafında işler böyle bir hal almıştı. İslam'ı, bireysel anlamda bağlayıcı bulsam da, onun şu günün toplumsallığını yönetebileceğine inanamıyordum. Daha yumuşak nasıl ifade edilir bu? Hakikaten bu konuda (hâşâ) din bir tarafa doğru bir tarafaydı sanki benim için. İşin bu tarafının da naslarla bağlanması veya meşruiyet aranması gerektiğine inanmıyordum. Veya, hüsnüzan ederseniz, yeterince inanmıyordum.
Gezi beni kendime getirdi. Bir 'o' ve bir de 'ben' olduğuna ve bunların su ile zeytinyağı gibi asla barışmayabileceğine uyandırdı. (Karışacağına inanmak hayalcilikti.) Başka uyanışlarım da oldu. Örneğin: Barış sürecinde yaşananlar bu tip ümitlerimin yüzünü güzelce tokatladı. 'Tokatlamak' ifadesini özellikle kullandım. Çünkü yaşadıklarımın 'aptalca iyimserliğimin' yemesi gereken tokatlar olduğunu düşünüyorum. Kobanî Olayları'ndan bir gün sonra Esenyurt'taydım. Enkazı gördüm. Kürt olduğum halde, dindarlığımdan dolayı, başıma birşey gelmesinden korktum.
Hiç gocunmadan itiraf ederim: Bunlar beni kesinlikle ve kesinlikle 'devletçi'leştirdi. Bugün, üzerine kurulduğu sistemden/kişilerden bağımsız olarak, devlet denilen şeyin varlığını önemsiyorum. Selameti, salabeti ve istikameti için dua ediyorum. Çünkü biliyorum: İyimser için kaos bir çukurdur. Fakat karamsar için merdiven gibi görünür. Süreç, iktidarı elde edemeyen karamsarlıkların, yeri geldiğinde kaosu nasıl 'merdivenleştirdiğini' veya 'merdivenleştirebileceğini' anlamamı sağladı. İşte, devleti de, kaosun önündeki duvar olarak beğeniyorum.
Bunu sadece dış dünya için söylemiyorum. İçimizde de aynı hesaplaşmayı yaşadım. Gezi'yi savunan liberal nurcularla da tartıştım, Kürdistan isteyen nurcularla da... Her ikisinde de şunu müşahade ettim: Risale metinlerinde kendilerine bir cevaz bulabiliyorlar. Mübarek ifadeler bu insanlar elinde her yöne çekilebiliyor. Hatta bazı eserlere/cümlelere yapılan vurguyla azlıklar çokluklara galip kılınıyor. Özellikle müellifin Eski Said döneminde telif ettiği Münazarat havaya kaldırılarak ondan çıkarılan yorumlarla Yeni Said'in diğer bütün metinlerinin sesleri bastırılabiliyor.
Daha başka kaymalar da var. Kimisi Bediüzzaman'ın Osmanlı'ya yaptığı sistem eleştirisini birebir devlet eleştirisi noktasına kaydırıp neredeyse anarşizme yaklaşıyor, kimisi de 'asayişi muhafaza' tavsiyelerinin 'devlet ne yaparsa doğrudur'a indirgenebileceğini düşünüyor. Bu 'domates biber herkese gider' durum karşısında Bediüzzaman'ın duruşunu/sözlerini spesifiklikten kurtarmanın çaresini ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasına yüzümü dönmekte buldum. Şimdilerde meseleyi şöyle kavrıyorum:
Bediüzzaman dinin varlığının devamı için devletin/iktidarın (veya bir çeşidinin) 'olmazsa olmaz' görülmesinin daire-i itikad açısından sıkıntılarına dikkat çekiyor. Bunun böyle olmadığını veya olamayacağını hakça ifade ediyor. Hakikaten de geçmişte devlet ve din arasında böyle bir zaruriyat ilişkisi kuranlar devrimcilikle büyük kargaşalara sebep olmuşlar. (Bugün DAİŞ'in de, tıpkı kendinden öncekiler gibi, Maide sûresindeki bazı ayetleri bu amaçla kullandığını biliyoruz.) Ancak şu var: Devleti istemekle bir devletin varlığının devamını istemek birbirinden farklı şeyler.
Bediüzzaman, yaşadığı dönemde, Osmanlı devlet sisteminin veya idarecilerinin din adına 'olmazsa olmaz'laştırılmasına karşı, ama hayatının hangi döneminde Osmanlı'ya karşı? Bilakis, gerek adem-i merkeziyetçilik eleştirisi, gerek bağımsız Kürdistan için kendisine yapılan tekliflere verdiği olumsuz yanıtlar, gerek 31 Mart Olayı'nda takındığı tutum ve gerekse I. Dünya Savaşı'ndaki cihadı, bize Osmanlı'yı bir devlet olarak varlığını sürdürmesi gereken birşey olarak gördüğünü gösteriyor. Ancak bir kayıt olarak şunu söyleyebiliriz:
Bu devletin tasavvur edilen veya uygulamada olan bir şeklinin, yani bir sisteminin veya idarecilerinin mutlaklaştırılmasına karşı olduğu belli. Burada, sisteme karşıtlığın devlete karşıtlık olarak algılanması da, devletin muhafazasının sistemin muhafazası olarak algılanması da, ikisi de problemli. Çünkü 'asayişin muhafazası' başlığı içinde doğal olarak Bediüzzaman devletin düzen ortamının devamını da sağlamaya çalışmış oluyor. Ancak bunu, mevcut sistemin yanlışlarına teslim olarak değil, devletin varlığını tehlikeye sokmayacak usûllerle hataların tedavisine çalışarak yapıyor. Otoriteye büsbütün karşıt olsa bunu neden yapsın?
Bence Bediüzzaman'ın duruşunu kavramada iki ayrımı anlamak çok önemli. 1) Daire-i itikad ve daire-i muamelat/esbap ayrımı. 2) Devletin varlığının devamı ile bir tür sisteminin (veya onun yöneticilerinin) devamının ayrımı. Bu noktada artık 'devlet-i ebed-müddet' veya 'devletin bekası' denilerek ifade edilen şeyi analiz etmek de mümkün oluyor. Eğer bu ifadelerle kastedilen bir müslümanın İslam'a yakışır hürriyetle dinini yaşamasına müsait bir düzenin varlığının sürmesi ise, evet, kasettikleri bizim de muradımızdır. Yok, eğer kastettikleri, devletin sistemi ve kişileriyle, olduğu gibi hep böyle kalması/kutsanması ise, biz bunu istemiyoruz.
Ve yine kastettikleri, daire-i esbapta hürriyetin/güvenliğin sağlanabilmesi için bir devletin varlığının gerekliliği ise, evet, bu bizim de muradımızdır. Yok, eğer, kastettikleri daire-i itikatta dini (hâşâ) devlete muhtaç etmek ise, hayır, biz buna iman etmiyoruz. "Dinin sahibi Allah'tır!" diyoruz. Sözüm biterken yine mürşidimin sözüne kavuşuyor: "Daire-i esbabın iktizasıyla daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir. Onu bundan istememeli."
Özetlersem: Yalnız Allah'ın bakî olduğuna iman ettikten sonra, toplumsal hayatın düzeni için, devletin bekasını istemekte bir beis göremiyorum ben. Zira bu ancak asayişin muhafazasını dilemenin bir şekli olur. Bir itikat değil murad olur. Bir iman değil dua olur. (Lafzın mecaza mecali vardır.) Esas sorun; bunu sistemsel, kişisel veya itikadî bir meseleye dönüştürmektir. Çünkü, devletin bir varoluş şekli (sistemi) veya bir lideri (yöneticileri) itikadın parçası haline gelirse, zamanla değişmesi gerekenler de değiştirilemez olur. Yanlışlar masaya yatırılamaz ve hatta dile getirilemez olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi, ölmüş gitmiş adamların hataları, "Değiştirilmesi teklif dahi edilemez!" olur. Biz bunun tekrar olmasını istemiyoruz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...