demirci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
demirci etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ağustos 2022 Salı

Mealizm kimin kapısını süpürüyor?

Kare (The Square) filminde trajikomik bulduğum bir sahne vardı arkadaşım. Galerinin temizlikçisi eserlerden birisini süpürüyordu. Evet. Yanlış okumadın. Süpürüyordu. (Çünkü eser çerçöp kalıntılarıyla kurgulanmıştı.) Galerinin yöneticisi de beklenmeyen durum karşısında çözüm üretmeye çalışıyordu. Doğrusu, konu modern sanat olunca, insan temizlikçilere hakvermeden yapamıyor. Hatta geçtiğimiz yıllarda şunun sahicisi de yaşandı. Birebir aynısı değildi tabii. Sanatkârı(!) tarafından duvara tutturulmuş muzu ziyaretçilerden birisi afiyetle yedi. Galiba kendisine dava da açıldı. Sonuç ne oldu bilmiyorum. Belki de mizansendi. Kimbilir?

Ben bilemem. Zaten modern sanattan hiç anlamam. Fakat böylesi tecrübeler sayesinde 23. Söz'deki 'demirciler çarşısına götürülen antika' misaline bir parça daha yaklaşırım. Ne diyordu mürşidim orada? Hemen hatırlayalım: "Mesela, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Hadi bakalım. Kuantum fizikçileri de sevindirecek birkaç kelam edelim. Ve diyelim ki: Sanatı sanat yapan gözlemcisidir. Gözlemcisi olmadıktan sonra sanatın sanatlığı ha var ha yoktur. Ayrılamaz. Gözlemcinin kıymetinden dolayıdır ki, Allah, kainatı meleklerle, cinlerle, insanlarla şenlendirmiştir. Fakat elbette sınırlı mahlukatın gözlemi inceliklerin tümünü kavramaya yetmez. O zaman görülmemişler ziyan mı olmuşlardır? Elbette hayır. O sanatların ilk gözlemcisi Halık-ı Külli Şey olan yaratıcılarıdır. Yani herşeyi gören, herşeyi işiten, herşeyi bilen Rabbimizdir. Onun sıfatları gözlemci sorunumuzu da tümüyle çözer. Evet. Mürşidim yine bir yerde der ki: "Sâni-i Zülcelâl, kendi acaib-i san'atını kendisi temâşâ eder, kendi cilve-i esmâsına kendi masnuatında bakar. Bu âzamî üçüncü nevide hikmet-i hilkatini ifade için bir saniye kadar yaşamak kâfidir."

Münkir Allah'ın gayretine nasıl dokunuyor? Belki bunun da yukarıdaki misalle ilgisi var. 'Küfür' kelimesinin ifade ettiği 'örtmek' manasını düşünelim: Galeriyi tefekkür etmek için davet edilmişsin. Ama eserlerin sahipleriyle nisbetlerini keserek, yani onları âdileştirerek, alelade şeyler olduklarını düşünmeye başlıyorsun. İşi temizlikçi kadar ileriyle götürmediğinle teselli bulma. Çünkü o sadece temizlikçi. Sense her anını bizzat sanatın içinde yaşayan, hatta kendisi de bizzat sanat eseri olan, bir gözlemcisin. Senin cehaletinin verdiği zarar temizlikçiyi kat kat geçebilir. Nitekim yaşadığımız küresel felaketler, öngörülen daha nice kara senaryoyla birlikte, böyle bir halin habercisidir. Temizlikçinin galeriye verdiği zarardan daha fazlasını görüyor dünya senden.

"Eğer kat'-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni unutulsa, Sânie müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar âli san'atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder."

Tam burada mealciliğe de bir çimdik atmadan geçemeyeceğim arkadaşım. Zira sanatı öldürmenin tek yolu sanatçısını unutturmak değil. Sanatı örtmenin her şekli bir çeşit küfre girer. Hop. Ama bir saniye. Kimseyi tekfir ediyor değilim. Yanlış anlaşılmasın. Küfrü burada sözlük anlamıyla istimal ediyorum. Yani 'örtmek' diyorum. Öyleyse mealciliği de (belki de tefsir inkârcılığı demeli) 'küfür' olarak nitelemek mümkün. Madem ki, Furkan'ın aslında mevcut mucizevî zenginliği örtmeye kastediyor, onu bir 'beşer çevirisi' düzeyine indiriyor, sınırlıyor. O zaman gocunmadan suçlayabiliriz: Mealciliğin Kur'an'ı götürdüğü yer antikacılar pazarı değildir. Ya? Demirciler çarşısıdır. Yani onu basitleştirmektir. Kolaycılıktır. Okyanusu sığlıkları kılmaktır.

Hicrî 8. yüzyılın Endülüslü âlimlerinden İbn-i Cüzey el-Kelbî Tefsire Giriş'inde (Rıhle Kitap) "Bilmelisin ki, Kur'an hakkında konuşmak, oniki ilimdalı hakkında malumat sahibi olmayı gerektirir!" der. "Bunlar da tefsir, kıraatler, ahkâm, nesh, hadis, kıssalar, tasavvuf, usulü'd-din (kelâm), usûl-i fıkıh, lügat, nahv ve beyandır." Dikkat ederseniz bu ilimlerin tamamı gözlemcinin nazarını yukarıya kaldırmak içindir. Muhatabın esere uygun kılınmasına çalışmaktır. Mealcilikse feleğin tersine dönmesidir. Artık liyakatine çalışılan şey metin değil okurdur. Okurun sığlıklarına kadar metnin indirilmesine gayret edilmektedir. Peki bunun metinden götürdükleri? 

Selefimiz bu arızayı 'tefsir' zenginliğiyle aşmaya gayret etmiştir. Her ayetin bin kitap olduğunu anlayamayanlara, en azından göz açıcı izahatla, vüsatini bir nebze sezdirmişlerdir. Lakin ahirzaman müslümanının öyle uzun okumalarla da canını sıkmaya niyeti yoktur. Daha instagramda hikaye paylaşacaktır. Twit atacaktır. Face'e bakacaktır. İzlemesi gereken filmler vardır. Hülasa: İşi zordur. Bu zamanın temizlikçileri, temizlikçilikten bir dakika bile çaldırmadan, galerideki bütün eserler hakkında söz sahibi olmayı ister. Neyi süpürebilecekleri konusunda endişelerini sıfırlamış olarak hem de. Sakın uyarmaya çalışmayın. Kafanıza süpürge yersiniz. Kur'an bize bu halimizi şu şekilde haber vermiyor mu arkadaşım: "İnsan çok zalim ve çok cahildir."


17 Kasım 2015 Salı

Pişmanlığın ömrü, ömründen uzundur

"Âyetlerimi az bir paha ile satmayın." (Bakara sûresi, 41)

Ey demirciler çarşısının müptelası! Ahmak antika! Sanatının değeri bilinmez oralarda. Neden kıymetini körükçülerden soruyorsun? Hakkı, çekicinin ucunda sananlardan. Yanmak değil, yakmak sanatı olanlardan. Şahit mi tutuyorsun onları güzelliğine? Şahit olarak Ustan yetmedi mi? Bu şiddetli 'görülme' arzusu niye? Hiç ceylan aslanlara görünmeyi arzu eder mi? Örse vursalar, kırılırsın. Erisen, yitersin közler arasında. Tartsalar, yükün hafif, teraziye değmezsin. Almazlar seni... Demirciler çarşısına uygun bir mal değilsin besbelli. Değerini buralarda arama ki, canın acımasın. İnsanları biliyorsun: Dünyalık etmiyorsan, değmezsin onlar için.

Ben de geçtim, geçtiğin yollardan. Demirciler sana nesne muamelesi yapıyorlar. Hayatının öznesi olmana izin vermiyorlar. Allah gibi değiller. Allah'tır sana 'sen' kalma hakkı veren yalnız. Ustasıdır ancak eserinden memnun olan. O senin ağırlığına bakmaz. Taşımayacağını yüklemediğini kendisi söylemiştir vahyinde. Tartmaz seni o yüzden. Yeter ki, elmas kalmayı başar, cennet her kırata açık. Elbette Ustanın bildiği kadar sanatını başkası bilmez. Kendini Ona satmalısın, akıllıysan. Karşılığında cenneti alarak.

Baksana şu oyuncaklara. Hem çocuk hem oyuncak herbiri. Boyuyla kıymet kazananlar. Gülümsemesine paralar saçılanlar. Giysisiyle konuşulanlar. Konuşmasına servet dökülenler. Bastığı yer rating kokanlar. Geçtiği yer kalabalığa duranlar. Sesine kurban olunanlar. Fiziğine şarkı yazılanlar. Sûretperestlerin çarşısına sitem etmek de onlara meftuniyetimizin eseri değil mi? Sınama kendini onlarla. Sınadıkça ayakaltı edecekler seni. Camcılara elmas satıyorsun. Bu ticaret berbat eder. Madem farkını derk ettin, pazarını da terk et. Tezgahını başka yerlere taşı. Müşterinin çokluğuna değil, kalitesine dikkat et.

Burası da aşk pazarı, doğru. Mecazî aşklar da burada satılır. Dilleri benziyor. Okusan, kelimeleri/harfleri benziyor. Fakat burada antikalar getirilir, naylon alınır. Kabuğun asıldan önce geldiği yerdir burası. Acelesi vardır herkesin. Üretim, üretim, üretim. Tüketin, tüketin, tüketin. İçeriğini düşünecek kadar kalmayın başında. Eskiyin, çabuk eskiyin. Çok da müşterisi vardır onların. Zâhir ehli, bâtın ehlinden hep çok çıkar. Ama karşılığı ne bu tembelliğin? Az bir dünya pahası. Bir teveccüh-i nas için bin ayet veriyorsun, ne fena bir ticaret! Sen de Yunus gibisin halbuki. Eğer durumunu görsen, bu pazarlar seni de kesmez. Satarsın canını alan bulunmaz. Çünkü değerini bilen/veren bulunmaz.

Buna şahidim, vicdanındır. Yastığına akıttığın gözyaşındır. Duvarlara vurduğun yumruktur. Andıkça yandıklarındır. Yaralarındır. Geçmeyen yalnızlığındır. Aldığının verdiğine değmediğini içindeki o musahhihler söylemeli sana.

Hangi haramın lezzeti, bedeli olarak vazgeçtiğin şeye değdi? Kem neye elini uzatsan, hem dıştan hem içten batan bir diken oldu varlığı. Yanlış yaparak mutlu olduğun anları topla, ömründe ne kadar yer kaplar? Halbuki pişmanlığın ömrü, ömründen de uzundur. Uygun kelimeleri bulmadan nereye gidiyorsun? Cümleni/hakikatini keşfettiğinde, sana huzur verecek. İlk senin haberin olacak bu yüzden yahut ilk karşı çıkan sen olacaksın: "Ve yanınızdakini doğrulayıcı olarak indirmiş olduğuma iman edin. Onu ilk inkâr edenlerden olmayın. Ve âyetlerimi az bir paha ile satmayın. Ve ancak Ben'den sakının."

2 Kasım 2015 Pazartesi

Bir ayet kaç mandal eder?

"Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler." (İbrahim sûresi, 14:3)

Arkadaşım, hatırlarsın, küçüklüğümüzde hurdacılar en değersiz buldukları eşyaya karşılık mandal verirlerdi. Daha değerlisine plastik tabak, belki bir kova veya leğen... O kadar ağırlığı ümitle götürüp şu kadarcık karşılık bulmak çocuk kalbime ağır gelirdi bazen. Yazıklandırırdı. Fakat hurdacı da mesleğinde hasisti. Vazgeçmezdi. Benim gibi üzülenler olduğu gibi eline geçen plastiğin cicisi-bicisine hemen tav olanlar da vardı. Hatta hurdacılar çocukları bu türden oyuncaklarla da kandırırdı. (Benim de kanmışlığım vardır.) Eh, evet, şimdi gülümseyerek anımsıyorum. Ama aynı zamanda 'anlamak' için de kullanıyorum. İşte bir tanesi: Mürşidimin 23. Söz'de kullandığı 'demirciler çarşısı ve antika' benzetmesi sırf bir eser-müessir ilişkisini anlatmıyor kanaatimce. Ya? Bence, Bediüzzaman orada, Küçük Sözler'den itibaren yapageldiği karşılaştırmaları bir tür özet geçiyor. İki farklı varlık algısını ana kodlarıyla fotoğraflıyor.

Nasıl algılardır peki bunlar? Gücümüz yettiğince tarifini deneyelim: Bu algılardan birisi 'dönüştürebildiği' ile meşguldür ve 'dönüştürebildiğine-dönüştürebildiği kadar' kıymet verir. Diğeri ise 'öyle bulduğu' ile meşguldür ve 'öyle bulunmasındaki hikmete saygı duyarak' ve dahi 'anlamaya çalışarak' varlığa bir değer atfeder. Biraz daha Küçük Sözler'in diliyle konuşursam: Bu algılardan birisi hodbin/ben-merkezli bir değer yargısına sahipken diğeri hudabin/O-merkezli bir değerlendirişe sahiptir. Hemencecik küçücük bir açıklama da yapmalıyım tam bu makamda: Buradaki 'O' en sonunda elbette Allah'ı kasteder. Daha genel manada ise 'ben'in senlerle, yani varlıkla, muhatap oluşta masivadan olmayan bir otoriteye karşı 'O' farkındalığı yaşamasıdır kastedilen. Evet. O kadar konuştuk. Bir de temsili hatırlayalım:

"Meselâ, insanların san'atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki, bazan, antika olan bir san'at bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte, öyle antika bir san'at, antikacıların çarşısına gidilse, hârika-pîşe ve pek eski, hünerver san'atkârına nisbet ederek, o san'atkârı yad etmekle ve o san'atla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir bahasına alınabilir."

Sorarım sana arkadaşım: Demirci için varlık nedir? Demirci için varlık zanaati çerçevesinde şekillendireceği bir hurdalar yığınıdır. En sanatlı, pahalı veya işlevsel bir eşyayı demirciler çarşısına götürün mesela. Orada ona 'vaktiyle satıldığı fiyata' veya 'vaktiyle gördüğü işe' veyahut 'ustasının sanatına' atıfla bir değer verilmez. Ağırlığına bakılır. Neden? Çünkü demirci onu ancak ağırlığınca dönüştürebilecektir. Kendi istediği şekle onu ancak maddesince sokabilecektir. Menfaati oradadır. En pahalı mekanik eşyanızın değeri bile birkaç liradan fazla olmaz onun yanında. O hünerini eşyaya sonradan katacaktır. Öncesinde sanat aramaz. Umursamaz. Görmez. Eşya, onun için 'dönüştürülmeye muhtaç olan'dır. Nötrdür. Hamdır. Varlığın kendisinde ona göre bir hüner yoktur. Nitekim tartıldıktan sonra en nihayet kaldırılıp bir kenara atılır ve eritilip dönüşeceği günü bekler.

Fakat antikacı eşyaya böyle bakmaz. Onun eşyaya bakışı 'ne kadar dönüşeceği' üzerine değil 'nasıl öyle olduğu' ile ilgilidir. Yani varlık nasıl bir tasarrufla 'öyle olmuş'tur? Öyleliğinin alakaları nelerdir? Kimlere bağı vardır? Öyle olurken hangi ellerden geçmiştir? Başka nelere dokunmuştur? Zamanın hangi ötesinde oluşmuştur? Öyle oluşunun detayları nasıldır? Ne ayrıntılar gizlidir bu öyle oluşta? Eyleyenine dair neler söyler?

Antikacı bunlarla ilgilenir. Varlığı 'öyle olduğu' ile masaya yatırır. Varoluşuna saygı duyar ve onu o varoluşun zamansal, mekansal veya sanatsal çizgisinde tarif eder. Yani antikacı 'dönüştürmekten' çok 'öyle kalmasını' sağlamakla ilgilidir. Öyle kalmasını sağlarken de öyle olmasını sağlayan 'O'nun bilgisini keşfe çıkar. (Nasıl bir 'O' onu 'öyle' kılmıştır?) Hatırlayınız: Müzelerde eşyalar fazla ışıktan bile sakınılır. Tabir-i caizse, antikacı, eşyanın fıtratını sakınan bir muhafızdır. Çünkü onun eşyaya verdiği değer fıtratı üzerindendir. Fıtratın değeri ise Fatır'ına atıf yapmadan ölçülemez. Özen gösterilmeden de korunamaz.

Evet. Bediüzzaman'ın külliyatın çok yerinde bu iki varlık algısına atıfları var kanaatimce. Mesela birisi felsefe hikmeti ile Kur'an'ın hikmeti mukayesesinde karşımıza çıkıyor: "Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı 'kuvvet' kabul eder. Hedefi 'menfaat' bilir. Düstur-u hayatı 'cidal' tanır..."

Şu sayılanlar ne kadar da 'demirciler çarşısı' meziyetlerine benziyorlar öyle değil mi? Göremediniz mi? Hadi beraber düşünelim: Bir kere elbette demiri dönüştürmek için kuvvete ihtiyacınız var. Ve bu dönüştürme işlemi varlığın 'öyle olmasıyla' bir cidal içeriyor. Çünkü varlık aslında böyle değil. Siz onu 'yaratıldığı öyle'den 'sizin istediğiniz böyle'ye çevirmeye çalışıyorsunuz. Bu varlığın fıtratıyla bir mücadele değil mi? Fatır mı? O da kim? Hurdalık burası. Hurdanın ustası olur mu? Sanatın ne işi var ki hurdada bir de Sânii aransın? Hakikati yoktur ki, hâşâ, Hakkı olsun.

İşte, varlık algısındaki bu bozulma, bu antikacıdan demirciye dönüşüm, modern medeniyeti varolanı yeniden kurgulamada böylesine cüretkâr yapıyor. Ve bugün insanlık, tarihin hiçbir yerinde rastlanmamış bir şekilde, doğayla savaşta. Onu değiştirerek değerli kılmaya çalıştıkça modern medeniyet "Ben bunun üzerine yaratılmadım!" diyerek onu reddediyor tabiat dediğimiz kitap. Türlü çevre felaketleri dış dünyamızda sosyolojik ve psikolojik felaketlerse iç dünyamızda bu reddin delilleri.

İşte, kanaatimce, Bediüzzaman sadece akaidimizi ehl-i sünnet çizgisi üzere düzeltmiyor, aynı zamanda varlık algımızı da fabrika ayarlarına döndürüyor metinlerinde. Yahut da şöyle söylemeli: İtikadımız düzeldikçe varlık algımız da düzeliyor. Mesela şurası ne güzel bir örneği:

"Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle—ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."

Evet, memleket, senin algıladığın gibi dönüşmeye muhtaç olamaz. Ya nasıldır peki? Hayr üzeredir. Zaten olması gereken şekil üzerinedir. Kapitalistçe bir sömürüyle evren âbâd olmaz. Alıntı yapmaya devam edelim: "Amma hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel 'hakkı' kabul eder. Gayede menfaate bedel 'fazilet ve rıza-i İlâhîyi' kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine 'düstur-u teâvünü' esas tutar."

İşte antikacılara yakışan meziyetler. Yukarıda altını çizmeyi unuttuğum için burada çizeyim: Menfaat en baştan beri ima ettiğim 'dönüştürme' işleminin kendisidir. Yani insan, dünyevî menfaati ekseninde, 'öyle' olanı 'böyle' kılmaya çalışır. Nefis de işte bu 'öyle olanı böyle kılma arzusu'nun merkezidir. Zira nefis varlığı menfaatinden tanır. Menfaatinden tanıdığı için de tehlikelidir. Bencil olduğunda herşeyi 'ben'ine göre yeniden kurgulamaya gayret eder. Aslolana zarar verir. Fıtrî olanı bozar.

Peki aslolan ne? Aslolan haktır. Hak derken bizim kastettiğimiz birşeyin aslıdır. Ne demek bu? Bir misal verelim: Sizinle bir alışveriş yaptık diyelim. Siz anlaştığımızdan az para verdiniz. 'Aslında' ne kadar verecektiniz? İşte o aslında benim 'hakkım'dır. Asıl ve hak arasında böyle bir ilişki de bulunur.

Aslı kabul ettiğinizde sanat, artık sizin katacağınız değil, sizin takdir edeceğiniz birşey oluyor. Siz yaratmıyorsunuz. Müşahade ediyorsunuz. Mü'minin varlıkla ilişkisi böyledir. Sahip değil şahittir. Hakkı teslime çalışmak aynı zamanda o şeyin yaratıldığı gibi olmasına/kalmasına çalışmaktır. Fazilet ve rıza-i ilahî ise, aslolana saygı duyduktan sonra, o aslın sahibine de duyulan saygının ifadesidir. Neyin fazilet olduğunu da, neyden razı olunacağını da artık 'ben' değil, 'o' belirler. Ben ancak varlıkla aramdaki uyumun ifadesi olan 'yardımlaşmayı/teavünü' gözetirim. Üzerime düşeni yaparım. 'Öyle olmasına' yardım ederim, 'böyle olmasını' zorlayamam.

"Demirci herşeye dönüştürebildiği kadar kıymet verir..." dedik. Modern medeniyet ve onun yerli versiyonu olan modernist İslam anlayışı da bu temayülde değil mi? Onun gözünde geleneğin bir kıymeti yok. Çünkü gelenek 'antikacı' çağrışımı yapıyor. Dönüştürülemeyeceğini ifade ediyor. Birşey zamanın bir yerinden ve o yere yakın olan kimseler üzerinden değerlenmeye başlarsa aslına yaklaşır. Antikalaşır. Modernizmin İslam'ı aslına yaklaştırma diye bir argümanı varsa da bu sadece dilinde. Aslında yapmak istediği İslam'ı dönüştürmek. Modern medeniyetin kullanabileceği bir hurda sağlayabilmek. 'Öyle kalmak' değil 'adapte' hatta 'asimile' olmak.

Ne tuhaf zamanlardayız! En büyük antikacı olduğu iddiasındaki en kaba demirciler ile uğraşıyoruz bugün. Bizi çağırdıkları 'indirilmiş din' aslında modern medeniyetin hurdalığı. Ve onlar şaheseri hurdalığa düşmekten kurtaracak geleneğe verdiğimiz kıymetten dolayı bizi 'antika kafalı' buluyorlar. Evet bayım elbette sünnet-i seniyye gibi antika sizin pazarda kıymet bulmaz. Çünkü dönüşmez. Siz dönüştüremediğinize saygı duymazsınız. Orası demirciler çarşısıdır. Eh, ne diyelim, antikasının değerini demirciler çarşısında arayan da mandal teklif edildiğinde şaşırmasın. Hatta şimdi biz soralım: Bir ayet kaç mandal eder?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...