Boşluktayım. Dengemi arıyorum. Ayaklarımı zemine basmak, nerede olduğumu hiç soru işareti kalmamış şekilde (bizzat kendime) hatırlatmak ve 'sapasağlam bir kulptan' tutunmak istiyorum. İnsanım en nihayet. Tüm zayıflığımla, zaaflarımla insanım. Fazlasını beklememeli ben'den. Bu takılıp kalmalar normal. Duraklamalar, şaşkınlıklar yeni değil. "Kusur, insanın imzasıdır." Kararsızlık ise, her babanın oğluna mirası. Babamdan aldığım bu yükle, yani yaratılışımla, Tutunamayanlar'danım. Fıtratım bu hakikati söylüyor bana: 'Sapasağlam bir kulbu' bu yüzden arıyorum. Muhtacım. Tam da Atay'ın tarif ettiği gibiyim: "Ben Selim Işık, anlatmadan anlaşılmaya âşık."
Yaşlanıyorum galiba. Boşlukların artması, ihtiyarlığıma delil. Durmaya yaklaşırken nesne yavaşlar. Zaman da, ömrüm adına, durma noktasına giderken yavaşlıyor sanki. Açılıyor. Herşey şeffaflaşıyor. Herşey derin artık... Bazı şeyler eskisinden daha boş. Bazı şeyler daha görülebilir. Bazıları daha çok 'keşke!' Herşey hakkında söyleyecek daha çok şeyim var. Daha çok düşünüyor, daha yavaş hareket ediyorum. Yaşlanıyorum. Uğruna yaşanılacak 'şey' sayısı azalıyor. Ve yaşlandıkça, ve durakladıkça, ve tutunamadıkça; Kur'an'ın kendini neden böyle, 'sapasağlam bir kulp' diye tarif ettiğini daha iyi anlıyorum.
Peki yazmak? Yazmak, benim için denge aracı. Rehabilitasyon. Bir pusula değil, bir direk. Kur'an'da dağlara atfedilen tüm vazifeleri, bende 'yazmak' yapıyor: Dengemi sağlıyor. Sarsıntılarımı alıyor. Devrilmekten koruyor beni. İçimdeki hazineleri (varsa) gösteriyor. Durduğum yeri bana ve başkalarına izah etmek için de yine onu kullanıyorum.
Bana ve başkalarına. Önce kendime, sonra başkalarına. Nefsini ıslah etmek, yani onunla fıtrat düzleminde bir sulh aramak, yahut onu kendisiyle barıştırmak; başkalarını da kendileriyle barıştırmanın tek yolu gibi geliyor. Hepimiz insanız. Kendimizden, yani bizi 'biz' kılan şeylerden hareketle başkalarının ruhuna dokunabiliriz. Öteleyerek değil. Başkalarına tesirimiz, kendi içimize uzandığımız kadardır.
Yazılarımın derinliği de, tasannu ile asıl ben'den uzaklaşmadıkları kadar işte. Fazlası değil. Fazlasını yapmaya çalıştıkça, yapmacıklık beni safiyetin nazarında soğuk düşürüyor. Üşüyorum.
Allah'tan her namazda doğru yolu istemek! Tekrar tekrar istemek! Günde beş vakit istemek! Yani Fatiha, yani Fatiha'daki ihdinessıratalmustakîm, yani "Bizi doğru yola ilet!" yakarışı; böyle bir haletteyken daha bir anlamlı geliyor.
İnsan nedir? İnsan savrulandır. Boşluklarda savruldukça tutunmaya çalışandır. (Maddesini tahlil etseniz, onun da çoğu boşluktur.) Unutandır, hatırlayandır. Günah işleyen, ama pişman olandır. Kaybedendir, sonra tekrar bulandır. Gaflete düşen, ama ayılınca huşûda da coşandır. Gönlü bir genişleyip bir daralandır. Rızkı bir genişleyip bir daralandır. Safa ile Merve arasında koşandır. Zıtlar arasında savrulan da savrulandır.
O zıtlardan birisinin ucuna vardığını, orada uzunca kaldığını, pek nadir görürsün. Kur'an da onun bu gelgitlerine çok dikkat çeker. Denizde, dalgalar arasında hali başkadır mesela; karaya çıktığında başka. Derde düştüğünde hali bir başkadır, dertten kurtulduktan sonra başka. İhtiyaçta hali başka, ihtiyaçsız sandığında başka.
İnsan (çok klişe bir benzetmedir fakat) bir yolcudur aslında. Bir yere varmakla değil, kendi içinde yürümekle yolcu. Mevlana'nın (k.s.) tabiriyle kendi 900 katı içinde gezmekle yolcu. Fıtratındaki uçlar arasında hadd-i vasatı arayan bir yolcu.
Modern psikoloji, böylesi boşlukların kaç çeşidini ve bu çeşitlerin bilmem kaç ismini bulursa bulsun, Allah yarattığı zamandan itibaren insanda bu boşluklar vardı. O, yaratılışından belliydi ki; zaman zaman kaybolacak; koşacak fakat duracak ve kendine yol arayacaktı. Zaten bu arayış için yaratılmıştı. Nebiler ona bu yüzden yollanmıştı. Bu yüzden tutunacak bir yer arıyordu. Belki bu fıtrî duasının kabulüydü, imtihanı. Bu aramak, bulmak, kaybetmek ve tekrar aramak yeteneğindendir ki; arayışlar âlemine, aramak için gönderilmişti. İbn-i Arabî'nin (k.s.) o hoş ifadesiyle: Her arayan bulamazdı, ama bulanlar ancak arayanlardı.
Bak nereden başladık, nereye geldik. Tıpkı hayatlarımız gibi cümlelerimizde savruluyor. Başladığımız yer, bitirdiğimiz yer değil. Doğru yerde başlamak, doğru yerde bitirmenin garantisi değil. Tutmuyor her zaman amaç ve sonuç. Olmuyor. Bu iman/hayat yolu her vakit uyanık olmayı ve süreci sınamayı gerektiriyor. Yolun nihayeti değil, yolun kendisi maksat sanki. O yüzden hep tetikteyiz. Hiçbir yerde uzun kalamıyor, tekrar aramaya başlıyoruz. Bunca savrulmalar içinde değil beş vakit; hatta kırk vakit, kırk tekrar ile "Allahım bizi doğru yola ilet!" desek yeri var, öyle değil mi? Bir de böyle bakıver Fatiha'ya be arkadaşım. Yani Tutunamayanlar'ın duası nazarı ile.
15 Şubat 2014 Cumartesi
13 Şubat 2014 Perşembe
Allah, etkilenir mi?
Fatiha’da atlanan bir eşik var. Çok kritik bir yer. Bir üslûp değişikliği değil yalnız, bir yöntem değişikliği. Bediüzzaman’ın ‘gaibane’ ve ‘hazırane’ muhatabiyetler/tefekkürler şeklinde isimlendirdiği ve kanaatimce, esmadan artık sıfatlara ve şuunata geçilen bir uyanış bu. Evet, tam anlamıyla bir uyanış! Hz. Yunus’un, balığın karnındaki uyanışı. Yani nur-u tevhid içinde sırrı ehadiyetin inkişaf etmesi. Kesretin sıkletinden kurtulup Allah’la ‘Sen ve ben’ olma.
Bir saniye... Çok fazla Osmanlıca kelime var bu ilk paragrafta. Ağır başladık. Delil, iddiadan anlaşılmaz olmamalı. Daha açık konuşalım: Esma ne? Sıfat ne? Şuunat ne? Oraya gelelim mesela. Bunlar, benim anladığım şekliyle; “Allahı tanımanın aşamaları...” Eşyadan Zat’a giden (Zat’ının mahiyetini ise asla bilemeyiz) bilme yolculuğundaki menziller. Marifetullah dediğimiz şeyin derinlik ölçüsü bir nevi. Allahı esması kadar tanıma, Allahı sıfatlarına kadar tanıma, Allahı şuunatına kadar tanıma... Hepsi aşama aşama. Hakikatlerini tariften acizim, ama fikrine yaklaşsın diye arkadaşım, bir deneyeceğim.
Esmayı, yani isimlerini bilmek, Allahı bilmenin daha çok eşya üzerinden analizlerine dayanıyor. Her fiilin bir faili/yapanı olması gerektiğini anladığında, o failin yaptığı fiilerden ötürü bir isim alması gerektiğini de farkediyorsun. Çünkü bir işaret bırakmaya muhtaçsın. O işareti isim şeklinde bırakarak failin o olduğunu herkese ilan edeceksin.
Bir masayı gördün mesela. Oradan marangozluğu (fiil düzeyinde), oradan da marangozu bulacaksın ki; fail bulunmuş olsun. Faillere isim bulmak rahatlatıcıdır. Neyin neden olduğunu anlayamadığında huzursuz olur insan. Yapanı tesbit edip ona bir nam taktığında rahatlar. Allah, fıtratını sanki bunun üzerine yaratmıştır. Şımarayım mı biraz? Ben de insana böyle bir isim takmak isterdim: İnsan, yani isim takan. Buradan, elbette Hz. Âdem efendimin talim-i esma meselesini de birazcık anlıyorsun.
Eh, peki faili buldun. Failin işçiliğini gördün, okudun, beğendin, takdir ettin. O faili etkilemek istemez misin? Doğru söyle. Saklama tasannu ile kendini. Hem failin teveccühünü kazanmak, ilgisini çekmek dilemez misin?
Dikkat et. İşte başta bahsettiğim eşiğe yaklaşıyoruz ki, aynı eşik gaibane’den hazırane’ye de geçiştir. Ve kanaatimce; malikiyevmiddin’e kadar bir ‘O’ şeklinde bahsettiğin Allah’tan, “İyyakenabüdü ve iyyakenestain...” ile yani; “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz!” ile ‘ben-Sen’ şeklinde muhatap oluşa geçiş de budur. Birden atlanan eşik, değişen uslûp; artık isim düzeyinde tanınmış, beğenilmiş olan Allah’ın, sıfat ve şuunat düzeyinde de farkedilişi ve ‘etkilenmeye’ çalışılmasıdır.
Kelimeler kifayet etmiyor meramımı anlatmaya. Garip tabirlerimi hoşgör, anlatmak istediğimi hüsnüzan ile al. Büyük birşeyden bahsediyoruz. Benim küçüklüğüm görüşüne engel olmasın.
Sıfat, isimden bir adım sonrası. Yani marangozun elinden çıkanın aslında şahsındaki bir meziyete bağlı olduğunu farketme: “Bu marangoz neden bu kadar güzel işler çıkarıyor? Yaptıkları neden bu kadar ahenkli ve faydalı oluyor?”
Çünkü onun şahsında bir kemal var. Ölçü alma kabiliyeti var mesela. Uyumu farkedebilme yeteneği. Faydayı takdir edebilme öngörüsü, arzusu, lezzeti, muhabbeti vs... İşte; şahsındaki bu güzellikleri farkettiğin anda, onunla muhatap olarak ilgisini çekmek, hem bu güzel yeteneklerinden daha fazla istifade etmek istiyorsun. İnsansın çünkü. İnsanda iyiye ve güzele merak fıtrîdir. Hem onlardan daha fazla faydanlanmayı da mutlaka ister.
Allahı bilmek de buna benzer. Varlık âleminde o kadar güzel işlerini gördüğün Allahın, zatındaki kemali bir düşünsene! İnsan, elbette böyle bir Allahı daha fazla merak ediyor, onun sıfatlarına ve şuunatına doğru daha fazla akıl/kalp elleriyle uzanmak istiyor. Bilmek istiyor. Peki, bunun yolu ne? İşte bu: Sıfatlarını farkettin. “Tüm fiileri kemalde yapıyor ve kemali seviyor.” Sen de işlerini mükemmelleştirmeye çalışarak onun ilgisini çekmeye çalışırsın. “Dahası?”
Dahası; onu överek, kemaline iltifat ederek ilgisini kazanmaya gayret edersin. “Dahası?” Hatalı olduğun, kemali yakalayamadığın işlerde kusurlarını itiraf eder, düzeltebilmek için yardım dilersin. İşte bunlar bizi “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz” eşiğine götürür bırakır arkadaşım. O dakikaya kadar gaibane olan muhatabiyetimiz, hazırane seviyesine ulaşır.
Anlarız ki; kalbimizin sahibi, aynı zamanda, bizdeki kusurlarından münezzeh ve mukaddes, duyguların ancak onu anlamada bir küçük rasat aleti olabileceği ve asla onlarla kesin bir şekilde anlaşılmasına yetişilmeyecek ‘şuunata’ sahiptir.
Bediüzzaman’ın tarif ederken; şefkat-i mukaddese, muhabbet-i münezzehe, şevk-i mukaddes, lezzet-i mukaddese, memnuniyet-i mukaddese, iftihar-ı mukaddes gibi ifadeler kullandığı ve tarif etmekte zorlandığını bizzat kendisinin beyan ettiği bu şuunat, Allahın da (insan gibi değil ama) ‘etkilenebilir’ olduğunu, fakat bu etkilemenin de (hâşâ) acz değil, Samediyet (Onun hiçbirşeye muhtaç olmayışı, ama herşeyin Ona muhtaç oluşu) ekseninde ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor.
Yani Rahman ve Rahîm olan Allah, ibadetinle etkilenebilir, sana teveccühü değişebilir, yardım dilediğinde yardım eder; ama bunları gücünle Ona tesir ettiğinden ötürü değil; Rahman ve Rahîm kapılarına yaklaştığın ve o da Rahman ve Rahîm olmayı sıfatı ve şuunatı derecesinde sevdiği (muhabbet-i münezzehe) için mümkündür.
Ah, arkadaşım. Mesele çok büyük. Fikrim çok yetersiz. Kelimeler zaten yetmiyor. Böyle meseleleri sana anlatırken otuzlarında bir çocuk gibiyim. Allah, sürç-ü lisanlarımı affetsin. Sen de hüsnüzan ile bak. Niyetim iyi idi, inşaallah neticesi de iyi olmuştur. Keşke elinden gelse de 24. Mektub’un İkinci Remiz’ini okuyabilsen. Benim şimdi döktüklerimi, orada güzelce toparlanmış bulacaksın.
Bir saniye... Çok fazla Osmanlıca kelime var bu ilk paragrafta. Ağır başladık. Delil, iddiadan anlaşılmaz olmamalı. Daha açık konuşalım: Esma ne? Sıfat ne? Şuunat ne? Oraya gelelim mesela. Bunlar, benim anladığım şekliyle; “Allahı tanımanın aşamaları...” Eşyadan Zat’a giden (Zat’ının mahiyetini ise asla bilemeyiz) bilme yolculuğundaki menziller. Marifetullah dediğimiz şeyin derinlik ölçüsü bir nevi. Allahı esması kadar tanıma, Allahı sıfatlarına kadar tanıma, Allahı şuunatına kadar tanıma... Hepsi aşama aşama. Hakikatlerini tariften acizim, ama fikrine yaklaşsın diye arkadaşım, bir deneyeceğim.
Esmayı, yani isimlerini bilmek, Allahı bilmenin daha çok eşya üzerinden analizlerine dayanıyor. Her fiilin bir faili/yapanı olması gerektiğini anladığında, o failin yaptığı fiilerden ötürü bir isim alması gerektiğini de farkediyorsun. Çünkü bir işaret bırakmaya muhtaçsın. O işareti isim şeklinde bırakarak failin o olduğunu herkese ilan edeceksin.
Bir masayı gördün mesela. Oradan marangozluğu (fiil düzeyinde), oradan da marangozu bulacaksın ki; fail bulunmuş olsun. Faillere isim bulmak rahatlatıcıdır. Neyin neden olduğunu anlayamadığında huzursuz olur insan. Yapanı tesbit edip ona bir nam taktığında rahatlar. Allah, fıtratını sanki bunun üzerine yaratmıştır. Şımarayım mı biraz? Ben de insana böyle bir isim takmak isterdim: İnsan, yani isim takan. Buradan, elbette Hz. Âdem efendimin talim-i esma meselesini de birazcık anlıyorsun.
Eh, peki faili buldun. Failin işçiliğini gördün, okudun, beğendin, takdir ettin. O faili etkilemek istemez misin? Doğru söyle. Saklama tasannu ile kendini. Hem failin teveccühünü kazanmak, ilgisini çekmek dilemez misin?
Dikkat et. İşte başta bahsettiğim eşiğe yaklaşıyoruz ki, aynı eşik gaibane’den hazırane’ye de geçiştir. Ve kanaatimce; malikiyevmiddin’e kadar bir ‘O’ şeklinde bahsettiğin Allah’tan, “İyyakenabüdü ve iyyakenestain...” ile yani; “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz!” ile ‘ben-Sen’ şeklinde muhatap oluşa geçiş de budur. Birden atlanan eşik, değişen uslûp; artık isim düzeyinde tanınmış, beğenilmiş olan Allah’ın, sıfat ve şuunat düzeyinde de farkedilişi ve ‘etkilenmeye’ çalışılmasıdır.
Kelimeler kifayet etmiyor meramımı anlatmaya. Garip tabirlerimi hoşgör, anlatmak istediğimi hüsnüzan ile al. Büyük birşeyden bahsediyoruz. Benim küçüklüğüm görüşüne engel olmasın.
Sıfat, isimden bir adım sonrası. Yani marangozun elinden çıkanın aslında şahsındaki bir meziyete bağlı olduğunu farketme: “Bu marangoz neden bu kadar güzel işler çıkarıyor? Yaptıkları neden bu kadar ahenkli ve faydalı oluyor?”
Çünkü onun şahsında bir kemal var. Ölçü alma kabiliyeti var mesela. Uyumu farkedebilme yeteneği. Faydayı takdir edebilme öngörüsü, arzusu, lezzeti, muhabbeti vs... İşte; şahsındaki bu güzellikleri farkettiğin anda, onunla muhatap olarak ilgisini çekmek, hem bu güzel yeteneklerinden daha fazla istifade etmek istiyorsun. İnsansın çünkü. İnsanda iyiye ve güzele merak fıtrîdir. Hem onlardan daha fazla faydanlanmayı da mutlaka ister.
Allahı bilmek de buna benzer. Varlık âleminde o kadar güzel işlerini gördüğün Allahın, zatındaki kemali bir düşünsene! İnsan, elbette böyle bir Allahı daha fazla merak ediyor, onun sıfatlarına ve şuunatına doğru daha fazla akıl/kalp elleriyle uzanmak istiyor. Bilmek istiyor. Peki, bunun yolu ne? İşte bu: Sıfatlarını farkettin. “Tüm fiileri kemalde yapıyor ve kemali seviyor.” Sen de işlerini mükemmelleştirmeye çalışarak onun ilgisini çekmeye çalışırsın. “Dahası?”
Dahası; onu överek, kemaline iltifat ederek ilgisini kazanmaya gayret edersin. “Dahası?” Hatalı olduğun, kemali yakalayamadığın işlerde kusurlarını itiraf eder, düzeltebilmek için yardım dilersin. İşte bunlar bizi “Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz” eşiğine götürür bırakır arkadaşım. O dakikaya kadar gaibane olan muhatabiyetimiz, hazırane seviyesine ulaşır.
Anlarız ki; kalbimizin sahibi, aynı zamanda, bizdeki kusurlarından münezzeh ve mukaddes, duyguların ancak onu anlamada bir küçük rasat aleti olabileceği ve asla onlarla kesin bir şekilde anlaşılmasına yetişilmeyecek ‘şuunata’ sahiptir.
Bediüzzaman’ın tarif ederken; şefkat-i mukaddese, muhabbet-i münezzehe, şevk-i mukaddes, lezzet-i mukaddese, memnuniyet-i mukaddese, iftihar-ı mukaddes gibi ifadeler kullandığı ve tarif etmekte zorlandığını bizzat kendisinin beyan ettiği bu şuunat, Allahın da (insan gibi değil ama) ‘etkilenebilir’ olduğunu, fakat bu etkilemenin de (hâşâ) acz değil, Samediyet (Onun hiçbirşeye muhtaç olmayışı, ama herşeyin Ona muhtaç oluşu) ekseninde ele alınması gerektiğini ortaya koyuyor.
Yani Rahman ve Rahîm olan Allah, ibadetinle etkilenebilir, sana teveccühü değişebilir, yardım dilediğinde yardım eder; ama bunları gücünle Ona tesir ettiğinden ötürü değil; Rahman ve Rahîm kapılarına yaklaştığın ve o da Rahman ve Rahîm olmayı sıfatı ve şuunatı derecesinde sevdiği (muhabbet-i münezzehe) için mümkündür.
Ah, arkadaşım. Mesele çok büyük. Fikrim çok yetersiz. Kelimeler zaten yetmiyor. Böyle meseleleri sana anlatırken otuzlarında bir çocuk gibiyim. Allah, sürç-ü lisanlarımı affetsin. Sen de hüsnüzan ile bak. Niyetim iyi idi, inşaallah neticesi de iyi olmuştur. Keşke elinden gelse de 24. Mektub’un İkinci Remiz’ini okuyabilsen. Benim şimdi döktüklerimi, orada güzelce toparlanmış bulacaksın.
12 Şubat 2014 Çarşamba
Fatiha'nın şefkati
Fatiha’ya ‘Kur’an’ın annesi…’ diyor ya aleyhissalatu vesselam, bence o ‘anne’ lafzı altında sırlı bir teşbihe de işaret ediyor. Çünkü kanaatimce; Fatiha, yalnız Kur’an’ın değil, insanlığın da annesidir. Yani en az annesi kadar şefkatlidir ona. En az annesi kadar, onu düşünür. Kalbini, saadetini, akıbetini sorar. En az onun kadar (elbette ondan fazla) kalbini sarar.
Mesela; ben ne zaman Fatiha’yı tefekkür etsem, baştan sonra Rahman ve Rahîm olanın tesellilerinden örülmüş bir metin görürüm. Daha başta, besmeleyle başlayan bu vurgu, devamındaki her ayetin içine sinmiş gibi gelir bana. Mesela; ‘malikiyevmiddin’e.
Ne demek malikiyevmiddin? ‘Din gününün sahibi.’ Peki ‘din günü’ ne demek? Kimisine göre ahiret günü burada kastedilen, kimisine göre hesap günü, kimisine göreyse ceza/mükafat. Hangisi olursa olsun, hepsinde aynı merhametli mana var: Kaybolup gitmiyorsun yani. Batıp mahvolmuyorsun. Gitmeler sadece zâhirde. Ölmeler, yine öyle.
Zâyi etmeyecek seni merhametli sahibin. Herşeyin bir hesabı var, hesaplısın. Görülmüyor (Ondan ötürü) ve görünmüyor (senden ötürü) değilsin. Aksine, ince ince hesaplanıyor olansın. Nazarından hiçbirşey kaçmayanla muhatapsın. Görmezden geliniyor değilsin. Üzülme. Gözden kaçmayansın.
Ve ödenecek bedeli kötü olanın. Ve alınacak hediyesi, iyi olanın. Bunların hepsi hakikat. Hayalin kaçmasın fena kuyularına. Korkmasın. Bir önceki ayette Rahman ve Rahîm olarak tanıtan kendisini (c.c.), seni hiçliğe göndermeyecek. Belki de ‘Rahman ve Rahîm’ demekle bulunduğu vaadi—evet, Zatın kendine taktığı her isim aynı zamanda vaaddir—tattırıp sonra elinden almakla (hâşâ) yalana kalbetmeyecek. Sevgisini, nefrete dönüştürmeyecek.
İnsansın en nihayet. Fıtratını kabul et: Bir kaydı ve dolayısıyla devamı olmasa yaşananların, elinden şekeri alınan çocuk gibi olursun, küsersin. (Ki küsmek, çabuk tedavi edilmezse, sevgiyi nefrete kalbeder bir zehirdir.) Kendisini sevdirmeye âlemleri hamdedilecek şeylerle donatan Zat-ı Zülcemal, neden elinden ansızın çekip alarak nefret ettirsin?
‘Errahmanirrahim’ ile hesap gününün bu kadar ilgisi var. Hatta o kadar ilgisi var ki; Kur’an’ın annesi, sana Allah’ın merhametini Rahman ve Rahîm isimleriyle anlatır anlatmaz, acabaların/korkuların silinsin diye, hemen ardından onu zikrediyor. Endişene merhem sürüyor. Tıpkı bir annenin çocuğunu teselli edişi gibi: “Şimdi addaya gitti, ama geri gelecek…”
Bazen diyorsun ki: “Her rekatta aynı sûreyi okumakta ne mana var? Yani bu kadar tekrar fazla değil mi?” Asıl ben sana sorayım şimdi arkadaşım: Bir çocuk; annesine, merhametine, annelik hakikatinin şefkatine, şefkatin hakikatine ne kadar muhtaçtır? Bunun açlığına bir durak, doymak var mıdır?
Çocuk seksen yaşına da gelse, çocuktur. Annesi, onun arkasındaki dağdır. Varlığını hissetmekle rahatsız olmaz. Sen neden ‘Kur’an’ın annesini’ her rekatta tekrar etmekten ve günde beş vakit bu tekrarı tekrar etmekten sıkılıyorsun? Asıl bu garip değil mi? Varlıkta keşfedilmemiş hikmet, eşyanın eksikliğinden değil, eksik nazarındandır. Bakışını düzelt arkadaşım, baktığın zaten düzgün.
Mesela; ben ne zaman Fatiha’yı tefekkür etsem, baştan sonra Rahman ve Rahîm olanın tesellilerinden örülmüş bir metin görürüm. Daha başta, besmeleyle başlayan bu vurgu, devamındaki her ayetin içine sinmiş gibi gelir bana. Mesela; ‘malikiyevmiddin’e.
Ne demek malikiyevmiddin? ‘Din gününün sahibi.’ Peki ‘din günü’ ne demek? Kimisine göre ahiret günü burada kastedilen, kimisine göre hesap günü, kimisine göreyse ceza/mükafat. Hangisi olursa olsun, hepsinde aynı merhametli mana var: Kaybolup gitmiyorsun yani. Batıp mahvolmuyorsun. Gitmeler sadece zâhirde. Ölmeler, yine öyle.
Zâyi etmeyecek seni merhametli sahibin. Herşeyin bir hesabı var, hesaplısın. Görülmüyor (Ondan ötürü) ve görünmüyor (senden ötürü) değilsin. Aksine, ince ince hesaplanıyor olansın. Nazarından hiçbirşey kaçmayanla muhatapsın. Görmezden geliniyor değilsin. Üzülme. Gözden kaçmayansın.
Ve ödenecek bedeli kötü olanın. Ve alınacak hediyesi, iyi olanın. Bunların hepsi hakikat. Hayalin kaçmasın fena kuyularına. Korkmasın. Bir önceki ayette Rahman ve Rahîm olarak tanıtan kendisini (c.c.), seni hiçliğe göndermeyecek. Belki de ‘Rahman ve Rahîm’ demekle bulunduğu vaadi—evet, Zatın kendine taktığı her isim aynı zamanda vaaddir—tattırıp sonra elinden almakla (hâşâ) yalana kalbetmeyecek. Sevgisini, nefrete dönüştürmeyecek.
İnsansın en nihayet. Fıtratını kabul et: Bir kaydı ve dolayısıyla devamı olmasa yaşananların, elinden şekeri alınan çocuk gibi olursun, küsersin. (Ki küsmek, çabuk tedavi edilmezse, sevgiyi nefrete kalbeder bir zehirdir.) Kendisini sevdirmeye âlemleri hamdedilecek şeylerle donatan Zat-ı Zülcemal, neden elinden ansızın çekip alarak nefret ettirsin?
‘Errahmanirrahim’ ile hesap gününün bu kadar ilgisi var. Hatta o kadar ilgisi var ki; Kur’an’ın annesi, sana Allah’ın merhametini Rahman ve Rahîm isimleriyle anlatır anlatmaz, acabaların/korkuların silinsin diye, hemen ardından onu zikrediyor. Endişene merhem sürüyor. Tıpkı bir annenin çocuğunu teselli edişi gibi: “Şimdi addaya gitti, ama geri gelecek…”
Bazen diyorsun ki: “Her rekatta aynı sûreyi okumakta ne mana var? Yani bu kadar tekrar fazla değil mi?” Asıl ben sana sorayım şimdi arkadaşım: Bir çocuk; annesine, merhametine, annelik hakikatinin şefkatine, şefkatin hakikatine ne kadar muhtaçtır? Bunun açlığına bir durak, doymak var mıdır?
Çocuk seksen yaşına da gelse, çocuktur. Annesi, onun arkasındaki dağdır. Varlığını hissetmekle rahatsız olmaz. Sen neden ‘Kur’an’ın annesini’ her rekatta tekrar etmekten ve günde beş vakit bu tekrarı tekrar etmekten sıkılıyorsun? Asıl bu garip değil mi? Varlıkta keşfedilmemiş hikmet, eşyanın eksikliğinden değil, eksik nazarındandır. Bakışını düzelt arkadaşım, baktığın zaten düzgün.
11 Şubat 2014 Salı
‘Kendileştirmek’ bir insan hastalığıdır
Bilmem katılır mısın, şöyle bir zannım var: İnsan, kâinata, esma penceresinden bakmazsa; kendi isimlerinin gözlüğünden bakıyor. Bir gözlük de sayılmaz bu. Şeffafiyeti hatarlı, renkli. Algısı yanlı, seçilmiş algı. Düpedüz atgözlüğü! Yanlış ve yanıltıcı. İnsana ve kusurlarına dair ne varsa, gözlüğü de onlar bürüyor. Bu gözlükte; nazarın, metodun sorunlarını aşabilmesi mümkün değil. Çünkü ‘şahid olan’ hodbin. Kendisini tenzih derecesinde beğeniyor. Yani hem hâkim, hem mahkûm. Hem müşteki, hem savcı.
Böyle herkesin bulunduğu konumdan razı olduğu bir makamda yeni şeyler söyleyebilmek mümkün mü? İşte benmerkezci insanın açmazı da bu galiba: Metodun hem koyucusu, hem uygulayıcısı, hem mahkûmu olma. Kendi ayaklarını, kendi ellerinle ve iplerinle bağlama. En büyük derdimiz bu. Nefsimiz emmare, emrediyor; biz nâçâr, çaresiz takip ediyoruz. Lakin bir taraftan da emreden yine biziz. Emreden olduğumuzdan emîrcesine keyif alıyoruz bu hazin halden. Bizdeki saadet bir ahmak sultanlarda var, bir de safdil meczuplarda.
Esma ile bakmamaktan ödenecek bedel ne? Bediüzzaman ‘kafa feneri’ benzetmesi yaparak eleştiriyor üç yerde bu nazarı. Kafa feneri, bence tam da benim ‘isimlerimizle bakmak’ dediğim şeye karşılık geliyor. Artık çevremizdeki herşeye bizdeki kusurları yansıtarak bakmaya başlıyoruz. Hırsızsak, herkese azıcık ucundan çaldırıyoruz. Günahkârsak, herkese birazcık bulaşsın istiyoruz. Yalancıysak, yine öyle.
Nasıl anlatmalı bunu? Mesela diyelim ki; biz tekrarı ‘hikmetle’ yapmıyoruz. Anlamı düşünmüyoruz. Hatta tekrar ettiğimiz çoğu şeyi hikmetsizliğe varır bir ziyadelikle (yani israfla) yapıyoruz. O zaman onu böylece abesleştiren aslında biz oluyoruz, öyle değil mi? Fakat sonra, bu hiç böyle değilmiş gibi, israf-ı tekrarımızdan gelen bu kusuru; tekrarın bizzat kendisine yükleyerek, fiilin kendisini abesleştiriyoruz.
Tekrar=abes haline geliyor dünyamızda. Arkasından da varlıkta tekrar eden herşeyi abes görüyoruz. Bu genelleştirme ve ‘kendimizleştirme’ hastalığı böylece sürüp gidiyor. Kainatta hiç varolmamış bir kusur, kusurumuzu genelleştirmemizle, kainata sirayet ediyor. Herşey kusurlanıyor. Fakat kusur nesnenin kendisinde değil, farkettiğiniz gibi, bizim nazarımızda. Gördüğümüz renge bürünüyor dünya.
Bütün bunları neden anlattım? Varmak istediğim yer, tekrarat-ı Kur’aniye idi aslında. Onların ilkine dair birkaç eksik kelam edecektim. Fatiha’nın başına götürecektim sizi. Besmeleyle başladıktan sonra—Rahman ve Rahîm olan Allah’ı zikrettikten sonra yani— neden bir ‘elhamdülillahirabbilâlemin’ mesafesinin ardından ‘errahmanirrahim’i tekrar ettiğimizi düşündürecektim. Zira nicedir içimde sakladığım, hissimden kaynaklı şöyle bir teorim var:
İnsan, övülmeye değer şeyleri âlemler Rabbine teslim ettikten sonra çok çıplak kalıyor. Evet, aynen böyle. Ayetin bana hissettirdiği aynen bu: Hiçbirşeysiz kalma, yani çıplaklık, yani üşüme, yani yalnızlık, yani buna benzer şeyler. Elimi nereye koyacağımı, ayağımı nereye basacağımı bilememe. Böyle bir hal. Böyle bir Allah’ın karşısındasın yani. Herşeyin Onun elinde olduğu; senin sanıp güvendiğin herşeyin aslında Onun olduğu bir Rabbin karşısındasın. Bu güzel birşey. Fakat acayip korkutucu birşey. O kadar acizsin ki. Nasıl teselli olacaksın? Muhtaç olduğun Zat, sana muhtaç değil ki! Nereye koyacaksın ellerini? Koyacak yerin yok. Nereye dayanacaksın? Güvenecek yerin yok. Hepsini teslim ettin. Bir hamd ile asıl sahibine teslim ettin.
İşte bu teslimiyetin ardından; o çıplaklığın ve üşümenin ardından, insan, içini ısıtacak teselliye muhtaç. Gerçi besmelede Rahman ve Rahîm kapısından girmişti içeriye. Fakat bu birinci giriş, hiç hamddan sonraki ikinci söyleyiş gibi olabilir mi? Besmelede hâlâ sen vardın. Sende olan birşeyler vardı. Bir hamd ile hepsini terkettin. Bütün âlemlerdekini terkettin. Şimdi tekrar Rahman ve Rahime varış, bir ayet önceki gibi olabilir mi?
Çok uzattım, biliyorum. Dikkatinizi çekmek istediğim şey aslında; esma ile bakmak kainata, kendi isimlerimizle/sıfatlarımızla değil. Kendimizleştirmeden bakmak yani. Bu çok önemli. Çünkü ‘kendileştirmek’ yaman bir insan hastalığıdır. Güzel bir nesne bırakmaz kainatta, hepsinden iğrendirir. Nefret edilesi hale getirir. Hamd ile terk et ki yükünü arkadaşım; tekrar yola başladığında ‘ismim’ diyeceğin, perde bir zannın kalmasın. Hepsi Allah’ın olsun ve sen de bu sayede kendi kusurlu isimlerinle değil, Onun esması ile bak kâinata! Bana daha önceleri talim-i esmaya dair birşeyler sormuştun. Cevabımın birazı, okuduklarının birazıdır.
Böyle herkesin bulunduğu konumdan razı olduğu bir makamda yeni şeyler söyleyebilmek mümkün mü? İşte benmerkezci insanın açmazı da bu galiba: Metodun hem koyucusu, hem uygulayıcısı, hem mahkûmu olma. Kendi ayaklarını, kendi ellerinle ve iplerinle bağlama. En büyük derdimiz bu. Nefsimiz emmare, emrediyor; biz nâçâr, çaresiz takip ediyoruz. Lakin bir taraftan da emreden yine biziz. Emreden olduğumuzdan emîrcesine keyif alıyoruz bu hazin halden. Bizdeki saadet bir ahmak sultanlarda var, bir de safdil meczuplarda.
Esma ile bakmamaktan ödenecek bedel ne? Bediüzzaman ‘kafa feneri’ benzetmesi yaparak eleştiriyor üç yerde bu nazarı. Kafa feneri, bence tam da benim ‘isimlerimizle bakmak’ dediğim şeye karşılık geliyor. Artık çevremizdeki herşeye bizdeki kusurları yansıtarak bakmaya başlıyoruz. Hırsızsak, herkese azıcık ucundan çaldırıyoruz. Günahkârsak, herkese birazcık bulaşsın istiyoruz. Yalancıysak, yine öyle.
Nasıl anlatmalı bunu? Mesela diyelim ki; biz tekrarı ‘hikmetle’ yapmıyoruz. Anlamı düşünmüyoruz. Hatta tekrar ettiğimiz çoğu şeyi hikmetsizliğe varır bir ziyadelikle (yani israfla) yapıyoruz. O zaman onu böylece abesleştiren aslında biz oluyoruz, öyle değil mi? Fakat sonra, bu hiç böyle değilmiş gibi, israf-ı tekrarımızdan gelen bu kusuru; tekrarın bizzat kendisine yükleyerek, fiilin kendisini abesleştiriyoruz.
Tekrar=abes haline geliyor dünyamızda. Arkasından da varlıkta tekrar eden herşeyi abes görüyoruz. Bu genelleştirme ve ‘kendimizleştirme’ hastalığı böylece sürüp gidiyor. Kainatta hiç varolmamış bir kusur, kusurumuzu genelleştirmemizle, kainata sirayet ediyor. Herşey kusurlanıyor. Fakat kusur nesnenin kendisinde değil, farkettiğiniz gibi, bizim nazarımızda. Gördüğümüz renge bürünüyor dünya.
Bütün bunları neden anlattım? Varmak istediğim yer, tekrarat-ı Kur’aniye idi aslında. Onların ilkine dair birkaç eksik kelam edecektim. Fatiha’nın başına götürecektim sizi. Besmeleyle başladıktan sonra—Rahman ve Rahîm olan Allah’ı zikrettikten sonra yani— neden bir ‘elhamdülillahirabbilâlemin’ mesafesinin ardından ‘errahmanirrahim’i tekrar ettiğimizi düşündürecektim. Zira nicedir içimde sakladığım, hissimden kaynaklı şöyle bir teorim var:
İnsan, övülmeye değer şeyleri âlemler Rabbine teslim ettikten sonra çok çıplak kalıyor. Evet, aynen böyle. Ayetin bana hissettirdiği aynen bu: Hiçbirşeysiz kalma, yani çıplaklık, yani üşüme, yani yalnızlık, yani buna benzer şeyler. Elimi nereye koyacağımı, ayağımı nereye basacağımı bilememe. Böyle bir hal. Böyle bir Allah’ın karşısındasın yani. Herşeyin Onun elinde olduğu; senin sanıp güvendiğin herşeyin aslında Onun olduğu bir Rabbin karşısındasın. Bu güzel birşey. Fakat acayip korkutucu birşey. O kadar acizsin ki. Nasıl teselli olacaksın? Muhtaç olduğun Zat, sana muhtaç değil ki! Nereye koyacaksın ellerini? Koyacak yerin yok. Nereye dayanacaksın? Güvenecek yerin yok. Hepsini teslim ettin. Bir hamd ile asıl sahibine teslim ettin.
İşte bu teslimiyetin ardından; o çıplaklığın ve üşümenin ardından, insan, içini ısıtacak teselliye muhtaç. Gerçi besmelede Rahman ve Rahîm kapısından girmişti içeriye. Fakat bu birinci giriş, hiç hamddan sonraki ikinci söyleyiş gibi olabilir mi? Besmelede hâlâ sen vardın. Sende olan birşeyler vardı. Bir hamd ile hepsini terkettin. Bütün âlemlerdekini terkettin. Şimdi tekrar Rahman ve Rahime varış, bir ayet önceki gibi olabilir mi?
Çok uzattım, biliyorum. Dikkatinizi çekmek istediğim şey aslında; esma ile bakmak kainata, kendi isimlerimizle/sıfatlarımızla değil. Kendimizleştirmeden bakmak yani. Bu çok önemli. Çünkü ‘kendileştirmek’ yaman bir insan hastalığıdır. Güzel bir nesne bırakmaz kainatta, hepsinden iğrendirir. Nefret edilesi hale getirir. Hamd ile terk et ki yükünü arkadaşım; tekrar yola başladığında ‘ismim’ diyeceğin, perde bir zannın kalmasın. Hepsi Allah’ın olsun ve sen de bu sayede kendi kusurlu isimlerinle değil, Onun esması ile bak kâinata! Bana daha önceleri talim-i esmaya dair birşeyler sormuştun. Cevabımın birazı, okuduklarının birazıdır.
10 Şubat 2014 Pazartesi
İnsanın canını en çok 'taşıyamadıkları' acıtır
Elhamdülillah demek, nefes almak gibi, rahatlatıcı. Yahut ciğerlerine dolan havayı bir anda özgür bırakmak gibi, saadet vesilesi. Başkalarına da böyle geliyordur tahmin ederim, çünkü çoklarının, içindeki manayı tefekkür etmeden, sırf rahatladıklarını en fıtrî bir şekilde beyan edebilmek; ciğerlerinde kalan havayı, kalplerinde kalan sıkıntıyı dışarıya atıp kurtulduklarını gösterebilmek için onu söylediklerine şahit oldum. Bunu ya ‘elhamdülillah’ diyerek, ya ‘oh’ çekerek, yahut da yalnız ‘Allah’ ism-i celilini telaffuz ederek yapıyorlardı. Önceleri bunu h’nin kerameti sanmıştım.
Hakikaten, ciğerlerden gelen havanın, vatan-ı aslîsi olan semaya dönüş coşkusunun ifadesine en yakın harf gibi geliyordu bana, h. Hatta bu coşkunun şiddetindendir ki, önünde engel kalmıyor, sadece geliş yolunun kenarlarına sürterek çıkardığı ses birikiyordu kulaklarda: ‘hhhhhh...’ İlginçtir, ‘hayat’ kelimesi de bu harfle söyleniyordu. Allah’ın bu gücünü tarif için kullanılan ismi de ism-i Hayy’dı. Buna farklı bir ilave olarak: Bediüzzaman’ın hava ayetinin sırlarını anlattığı nüktesinin ismi ‘hüve’ydi. Hüve Nüktesi’ydi.
Fakat durun, nerelere gittim ben! Bunu konuşmayacaktım aslında sizinle. Benim hakkında mubahese etmek istediğim, hüve’nin veya hayat’ın h’si değil; hamd’ın h’si idi. Zaten başta elhamdülillah ile de bu yüzden giriş yaptım. Dakikat gerek: Abes ile hikmet arasında mesafe yalnız bir israfçıktır. Mübalağa ile aşılır. Tâli olana aşırı vurgu, aslolanı abesleştirir.
Anlattıklarım laf kalabalığı gibi görünse de, sonrasında kalemime dolanacaklarla ilgileri var. Hepten hikmetsiz olmadı girişim. Çünkü ben hamd’ın da tıpkı elhamdülillah derken verilen nefes gibi rahatlatıcı bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Neden mi böyle düşünüyorum? Zira biliyorum ki; övünülecek herşeyin asıl sahibine terki, aynı zamanda, insan için kalbini avuçlayan ağırlıkların da terkidir. Ve insanın canını en çok taşıyamadıkları, yani ‘mış gibi’ yaptıkları acıtır.
Sevmemeli insan iltifatları. Taşıyamadıklarını sevmemeli. Zaten iltifat konusunda evvelden beri insana karşı bir miktar güvensizim. Kanaatimce iltifat, birtakım insanlar için sizi ‘borçlandırma’ yöntemidir. Dikkat edin, kim size azıcık iltifat etse, hakkını veremediğinizi açıklıkla beyan etseniz bile, bir süre sonra iltifatının hesabını sormaya başlar. Karşılığını ister.
“Çok iyi birisiniz!” dedi mesela. Veya “Çok cömertsiniz!” Siz de bunu bir gaflet anında kabullendiniz. Bundan sonra o kişi sizden iyilik istediğinde, yapmayacak olursanız, bu hanenize “Elinden gelmedi” olarak değil, “İyi adam değilmiş!” olarak yazılır. İnsanlar, iltifatları konusunda pek amansızdır. Ederken emin, meyvelerini almak noktasında pek acelecidirler. Neyi, kime atfederek övüyorlarsa, aslında sırtına yük atarlar. İltifat kamburu ederler başkalarını. Onlar da bu yükü kaldıramadıklarını açıkça beyan edecek kadar mütevazi değillerse (burada mütevazi yüce gönüllüye değil, akıllı ve gerçekçi olana karşılık geliyor) o vakit bir ömrü tasannu ile yaşarlar. ‘Mış gibi, miş gibi’ yapar dururlar.
Ben o yüzden, namaza başlarken, daha doğrusu namazın başlarında Fatiha’ya başlarken, âlemlerin Rabbine hamdedilmesini çok hikmetli bulurum. Nihayetinde namaz, kulun, hayatın/kesretin içinde bir nefes almasıdır. Mülkün, melekûtun varlığını hissetmesi, soluklanmasıdır. Elbette böyle bir nefes, bir rahatlama, önce üstündeki kurgu yükleri dünyada bırakmakla mümkün olabilir. Övgüye dair ne varsa hepsinin Allah’a ait oluşu, âlemlerin Rabbi sıfatını da zikretmekle, sadece yükünü değil, başkalarına yüklemekle kendine ve başkalarına yaptığın haksızlıkların da sıkletini bırakmaktır.
Kimi haddinden fazla övdün, bil ki; ona zulmettin. Kimi o övgülerine güvenip fazla sevdin, bil ki; kendine zulmettin. Onun olmayanı ona vermek ve kendinin olmayanı kendine almak, ikisi de hata. Bu hamdların hep iki yüzü var. Bir yanda üzerine yüklenen yükü bırakıyorsun, diğer yanda başkalarına haksızca yüklediğin yükleri omuzlarından alıyorsun. Tek âlem sen değilsin ki. Her insan başka bir âlem. Hatta insanlar sayısınca âlemler var da âlemlerin sayısı insanla sınırlı değil.
Akıllı olan adam görevi olduğu için değil yalnız, canı istediği için hamdetmeli. Çünkü zaten canı onu istiyor. Kâlubela bunu doğrular: Yani canın istediği de, mantıklı olan da, fıtrî olan da, mecbur olunan da Odur. Ah, arkadaşım; Allah kime, neyi sevdirse; muhtaç olduğu için sevdiriyor. Şimdi anladın mı ‘elhamdülillah’ dediğinde neden rahatlıyorsun? Neden hava, hürriyetine uçan güvercin gibi coşkuyla ciğerlerini terk ediyor? Herşey ne kadar ahenkli aslında. Huzursa, bu ahengin keşfi gibi. Uygun adım yürümek gibi. Hâlâ anlamadın mı?
Hakikaten, ciğerlerden gelen havanın, vatan-ı aslîsi olan semaya dönüş coşkusunun ifadesine en yakın harf gibi geliyordu bana, h. Hatta bu coşkunun şiddetindendir ki, önünde engel kalmıyor, sadece geliş yolunun kenarlarına sürterek çıkardığı ses birikiyordu kulaklarda: ‘hhhhhh...’ İlginçtir, ‘hayat’ kelimesi de bu harfle söyleniyordu. Allah’ın bu gücünü tarif için kullanılan ismi de ism-i Hayy’dı. Buna farklı bir ilave olarak: Bediüzzaman’ın hava ayetinin sırlarını anlattığı nüktesinin ismi ‘hüve’ydi. Hüve Nüktesi’ydi.
Fakat durun, nerelere gittim ben! Bunu konuşmayacaktım aslında sizinle. Benim hakkında mubahese etmek istediğim, hüve’nin veya hayat’ın h’si değil; hamd’ın h’si idi. Zaten başta elhamdülillah ile de bu yüzden giriş yaptım. Dakikat gerek: Abes ile hikmet arasında mesafe yalnız bir israfçıktır. Mübalağa ile aşılır. Tâli olana aşırı vurgu, aslolanı abesleştirir.
Anlattıklarım laf kalabalığı gibi görünse de, sonrasında kalemime dolanacaklarla ilgileri var. Hepten hikmetsiz olmadı girişim. Çünkü ben hamd’ın da tıpkı elhamdülillah derken verilen nefes gibi rahatlatıcı bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Neden mi böyle düşünüyorum? Zira biliyorum ki; övünülecek herşeyin asıl sahibine terki, aynı zamanda, insan için kalbini avuçlayan ağırlıkların da terkidir. Ve insanın canını en çok taşıyamadıkları, yani ‘mış gibi’ yaptıkları acıtır.
Sevmemeli insan iltifatları. Taşıyamadıklarını sevmemeli. Zaten iltifat konusunda evvelden beri insana karşı bir miktar güvensizim. Kanaatimce iltifat, birtakım insanlar için sizi ‘borçlandırma’ yöntemidir. Dikkat edin, kim size azıcık iltifat etse, hakkını veremediğinizi açıklıkla beyan etseniz bile, bir süre sonra iltifatının hesabını sormaya başlar. Karşılığını ister.
“Çok iyi birisiniz!” dedi mesela. Veya “Çok cömertsiniz!” Siz de bunu bir gaflet anında kabullendiniz. Bundan sonra o kişi sizden iyilik istediğinde, yapmayacak olursanız, bu hanenize “Elinden gelmedi” olarak değil, “İyi adam değilmiş!” olarak yazılır. İnsanlar, iltifatları konusunda pek amansızdır. Ederken emin, meyvelerini almak noktasında pek acelecidirler. Neyi, kime atfederek övüyorlarsa, aslında sırtına yük atarlar. İltifat kamburu ederler başkalarını. Onlar da bu yükü kaldıramadıklarını açıkça beyan edecek kadar mütevazi değillerse (burada mütevazi yüce gönüllüye değil, akıllı ve gerçekçi olana karşılık geliyor) o vakit bir ömrü tasannu ile yaşarlar. ‘Mış gibi, miş gibi’ yapar dururlar.
Ben o yüzden, namaza başlarken, daha doğrusu namazın başlarında Fatiha’ya başlarken, âlemlerin Rabbine hamdedilmesini çok hikmetli bulurum. Nihayetinde namaz, kulun, hayatın/kesretin içinde bir nefes almasıdır. Mülkün, melekûtun varlığını hissetmesi, soluklanmasıdır. Elbette böyle bir nefes, bir rahatlama, önce üstündeki kurgu yükleri dünyada bırakmakla mümkün olabilir. Övgüye dair ne varsa hepsinin Allah’a ait oluşu, âlemlerin Rabbi sıfatını da zikretmekle, sadece yükünü değil, başkalarına yüklemekle kendine ve başkalarına yaptığın haksızlıkların da sıkletini bırakmaktır.
Kimi haddinden fazla övdün, bil ki; ona zulmettin. Kimi o övgülerine güvenip fazla sevdin, bil ki; kendine zulmettin. Onun olmayanı ona vermek ve kendinin olmayanı kendine almak, ikisi de hata. Bu hamdların hep iki yüzü var. Bir yanda üzerine yüklenen yükü bırakıyorsun, diğer yanda başkalarına haksızca yüklediğin yükleri omuzlarından alıyorsun. Tek âlem sen değilsin ki. Her insan başka bir âlem. Hatta insanlar sayısınca âlemler var da âlemlerin sayısı insanla sınırlı değil.
Akıllı olan adam görevi olduğu için değil yalnız, canı istediği için hamdetmeli. Çünkü zaten canı onu istiyor. Kâlubela bunu doğrular: Yani canın istediği de, mantıklı olan da, fıtrî olan da, mecbur olunan da Odur. Ah, arkadaşım; Allah kime, neyi sevdirse; muhtaç olduğu için sevdiriyor. Şimdi anladın mı ‘elhamdülillah’ dediğinde neden rahatlıyorsun? Neden hava, hürriyetine uçan güvercin gibi coşkuyla ciğerlerini terk ediyor? Herşey ne kadar ahenkli aslında. Huzursa, bu ahengin keşfi gibi. Uygun adım yürümek gibi. Hâlâ anlamadın mı?
9 Şubat 2014 Pazar
Kim özel olmak istemez?
Hani yalan olmasın, insan olduğumdan bence, yaratılışımın kuytu bir köşesinde özel olmak isterim. Vahdaniyetle herşeyi kuşatan Allah, Ehadiyetle bana özel baksın, isterim. Hem herkese benzemek bir şekilde (çünkü benzemek ünsiyettir), fakat bir yerlerde diğerlerinden ayrılmak isterim. Nasıl söylesem? Allahın, âlemlerin Rabbi olduğuna iman etmekle birlikte; "Rabbim!" diye andığım dakikalarda, geri kalan herşeyi ardımızda bırakarak, aramızda ayrı/özel bir hukuk olsun isterim.
Kim istemez ki? Hepimiz insanız. Serde bencillik, serde aşk var. Mesleğimiz onun üzerine olmasa da fıtratımızın bir kısmı onun üzerine. Aşk, üçüncülere katlanır mı? Maşuku anarken, durup bir de masivasın hatırlamak var mı aşkta?
Ortaya çıkmamış istidatlar da bazı zaman kesik uzuvlar gibi sancır bence. Bir zamanlar var olduğunu, belki hâlâ bir şekilde (daire-i ilimde, imam-ı mübinde vs.) var olduğunu hatırlatır. Bu özel olmak arzusu da bir yerlerde aşk'ın hâlâ var olduğunu hatırlatıyor bana. Onun inhisar arzusu; sevmek namına, emek namına, bilmek namına, merak namına, hayalde görmek namına ne varsa alıp bir noktaya odaklanması, yabancım değil.
Kapılmak istemiyorum, ama diğer yandan, Allah'ı Ehadiyetini çağrıştırır isimlerle çağırmak, Vahdaniyetine dair esmayı kullanmaktan daha tatlı geliyor. Daha bir yakın oluyoruz sanki. Hele ki yalnızken. Herşey bir, ben birken. Ne yapayım, ancak insanım. Böylesi zamanlarda Yunus peygamberim gibiyim: Deniz, balık ve karanlık ittifak ettiğinde aleyhimde, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet görünsün isterim. Sıradışı birşeyler olsun isterim.
Besmelede biraz bu var sanki: Vahidiyetten çıkıp Ehadiyete varmak! Allah'ın, Allah içre Rahman da olduğunu, Rahman içre Rahim de olduğunu hatırlatıyorsun kendine. İsimden sıfata, sıfattan şuunata gidiyorsun. İsimde herkes muhatap, şuunatta biraz daha birebir. Her saat muhtaçsın bunu anımsamaya. Çünkü kayboluyorsun. Kesret, Hz. Yunus'un üzerine üzerine geldiği gibi, senin de üzerine üzerine geliyor. Sıkılıyorsun.
Onların arasında, kendine has okumalar eşiğinde, özel bir dünyan olduğunu biliyorsun. Belki en yakınlarının bile habersiz olduğu bir dünya bu. Âlemin, senin renginde. Sen karamsarsan, âlem de karamsar. Sen iyiysen, o da iyi. O âlemle, diğer âlem arasında kopuşlar olduğunda Allah'ın o âleme Ehadiyeti ile tecelli etmesini bekliyorsun. Bir hususi imdat belki. Bir küçük teselli. Bir tevafuk. Bir güzel rüya. Yüzüne gülümseyen bir bebek. Omzuna konan bir kelebek... Bir şekilde yani, Allahın, (hâşâ) seni unutmadığını ve zaten Onun katında unutmak diye birşey olmadığını unutmamak istiyorsun. Kerametin çokluğu, bu açlığın şiddetinden geliyor belki.
Rahman'dan Rahim'e gelirken bu var. Rahman, herkese merhamet eden; Rahim, sana özel rahmet tecellileri de bulunan. Bediüzzaman'ın arşı ferşe bağlayan demesi boşuna değil. Bir içine girebilsen, göreceksin ki; herşeyin sahibi, aynı zamanda Rahim, yani kesrette seni ihmal etmiş değil, sana özel tecellileri de var. Mutlu oluyorsun o zaman işte. Bencillik değil, muhtaçlık kastedilen. Sanki âlem çıkmış aradan, bir sen ve bir de Rabb-i Rahim'in kalmış. Bunun aklına gelmesiyle aklın başından gidiyor adeta.
Ben demiyorum ki; Allah, ancak böyle bilinir. Fakat insanız. İnsan bazı şeylerin kendisine özel olmasını isteyendir. Kıskançlık, bir nevi bunun delilidir. Mesleğimiz bunun üzerine olmasa da fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Bu arada kendimce Rabbimi tarif etmeye bir yol buldum. Fezlekem bu olsun: Kalbimin sahibi o Allah'tır ki, varlıklarının birisine has tecellileri olması, diğerlerine de has tecellileri olmasını engellemez. Hepsini idare etmesi, birisinin özel hukukunu ihmale sebebiyet vermez. Evet, benim Rabbim, tam da böyle bir ilahtır. İşte bu yüzden: "Kalbim, Rabbimin aynasıdır, arşıdır."
Kim istemez ki? Hepimiz insanız. Serde bencillik, serde aşk var. Mesleğimiz onun üzerine olmasa da fıtratımızın bir kısmı onun üzerine. Aşk, üçüncülere katlanır mı? Maşuku anarken, durup bir de masivasın hatırlamak var mı aşkta?
Ortaya çıkmamış istidatlar da bazı zaman kesik uzuvlar gibi sancır bence. Bir zamanlar var olduğunu, belki hâlâ bir şekilde (daire-i ilimde, imam-ı mübinde vs.) var olduğunu hatırlatır. Bu özel olmak arzusu da bir yerlerde aşk'ın hâlâ var olduğunu hatırlatıyor bana. Onun inhisar arzusu; sevmek namına, emek namına, bilmek namına, merak namına, hayalde görmek namına ne varsa alıp bir noktaya odaklanması, yabancım değil.
Kapılmak istemiyorum, ama diğer yandan, Allah'ı Ehadiyetini çağrıştırır isimlerle çağırmak, Vahdaniyetine dair esmayı kullanmaktan daha tatlı geliyor. Daha bir yakın oluyoruz sanki. Hele ki yalnızken. Herşey bir, ben birken. Ne yapayım, ancak insanım. Böylesi zamanlarda Yunus peygamberim gibiyim: Deniz, balık ve karanlık ittifak ettiğinde aleyhimde, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet görünsün isterim. Sıradışı birşeyler olsun isterim.
Besmelede biraz bu var sanki: Vahidiyetten çıkıp Ehadiyete varmak! Allah'ın, Allah içre Rahman da olduğunu, Rahman içre Rahim de olduğunu hatırlatıyorsun kendine. İsimden sıfata, sıfattan şuunata gidiyorsun. İsimde herkes muhatap, şuunatta biraz daha birebir. Her saat muhtaçsın bunu anımsamaya. Çünkü kayboluyorsun. Kesret, Hz. Yunus'un üzerine üzerine geldiği gibi, senin de üzerine üzerine geliyor. Sıkılıyorsun.
Onların arasında, kendine has okumalar eşiğinde, özel bir dünyan olduğunu biliyorsun. Belki en yakınlarının bile habersiz olduğu bir dünya bu. Âlemin, senin renginde. Sen karamsarsan, âlem de karamsar. Sen iyiysen, o da iyi. O âlemle, diğer âlem arasında kopuşlar olduğunda Allah'ın o âleme Ehadiyeti ile tecelli etmesini bekliyorsun. Bir hususi imdat belki. Bir küçük teselli. Bir tevafuk. Bir güzel rüya. Yüzüne gülümseyen bir bebek. Omzuna konan bir kelebek... Bir şekilde yani, Allahın, (hâşâ) seni unutmadığını ve zaten Onun katında unutmak diye birşey olmadığını unutmamak istiyorsun. Kerametin çokluğu, bu açlığın şiddetinden geliyor belki.
Rahman'dan Rahim'e gelirken bu var. Rahman, herkese merhamet eden; Rahim, sana özel rahmet tecellileri de bulunan. Bediüzzaman'ın arşı ferşe bağlayan demesi boşuna değil. Bir içine girebilsen, göreceksin ki; herşeyin sahibi, aynı zamanda Rahim, yani kesrette seni ihmal etmiş değil, sana özel tecellileri de var. Mutlu oluyorsun o zaman işte. Bencillik değil, muhtaçlık kastedilen. Sanki âlem çıkmış aradan, bir sen ve bir de Rabb-i Rahim'in kalmış. Bunun aklına gelmesiyle aklın başından gidiyor adeta.
Ben demiyorum ki; Allah, ancak böyle bilinir. Fakat insanız. İnsan bazı şeylerin kendisine özel olmasını isteyendir. Kıskançlık, bir nevi bunun delilidir. Mesleğimiz bunun üzerine olmasa da fıtratımızın bir kısmı bunun üzerine. Bu arada kendimce Rabbimi tarif etmeye bir yol buldum. Fezlekem bu olsun: Kalbimin sahibi o Allah'tır ki, varlıklarının birisine has tecellileri olması, diğerlerine de has tecellileri olmasını engellemez. Hepsini idare etmesi, birisinin özel hukukunu ihmale sebebiyet vermez. Evet, benim Rabbim, tam da böyle bir ilahtır. İşte bu yüzden: "Kalbim, Rabbimin aynasıdır, arşıdır."
8 Şubat 2014 Cumartesi
Durmak gerek...
Durmak gerek. Düşünmek için durmak gerek. Herşeyin bir ‘ol’ hızıyla aktığı şu kâinatta ‘batıp gidenlerden’ olmamak için durmak gerek. Durmayı neden bu kadar önemsiyorum? Çünkü durmak, an’ı yaşamaktan çok, an’a şahit olmaya karşılık geliyor. Allah, dalgınlığımızı bir ayıraç gibi bırakmış zamana, ömrümüze. Kimden miras bilinmez, şu kadim zannımız yanlış: Dalgınlık, gaflet değil. Gaflet başka birşey. Gaflet unutturuyor. Dalgınlık unutturmuyor, aksine uğruna dalınacak, hayattan kopulacak birşeyler olduğunu hatırlatıyor. Dalıyoruz, düşünüyoruz, bir nevi akıştan (akanların körlüğünden) kopuyoruz.
An’a şahit olmak, yani tefekkür etmek, onun varlığında (ve aynı anda kendi içinde) bir derinliğe ulaşmak. Bir beşinci boyut belki. En, boy, derinlik ve zamandan öte… Bir beşinci boyut. Esma boyutu. Esma sayısınca boyutlar. Esma renginde paralel evrenler. Açılan yeni yeni kapılar. Yeni yeni görülenler. Yeniden, ama farklı görülenler. Aslında aynı şey, ama bir yönüyle farklı şey. Vahidiyet: Aynılık. Ehadiyet: Farklılık. Kelime oyunu yapmıyorum sana. Bütün bu kıvranmalarım hakikati tarif etmekte zorlanışımdan.
An’a şahit olmak, ‘görmek ve göstermek için’ yaratılanın da varlık amacına işaret ediyor. Biz neden varız? Belki de sırf şahit olmak için. Değiştirmek için değil, zaten dönüşüyor olanın dönüşümünü görmek için. Dahlolmak için. Belki de bu yüzden teslimiyet kapısından girişimiz ‘şahadet’ getirmekle oluyor. Bir şahadet getiriyor ve yola çıkıyoruz. Yola çıkarken andığımız nişan gösteriyor ki, yol boyunca yapılacak olan da budur.
Müslümanlık; yani imandan sonra, gereği olarak vücuda gelmesine vesile olduğumuz herşey, bir şahit olma yolculuğudur. Şahit ola ola ve şahit oluna oluna bir süreç yaşamaktır İslamlık. Seyretmek ve aynı anda seyredilmektir. Sonra bu şahitlikler âlemi (âlem-i şahadet) derlenir, toparlanır; onlardan yeni bir âlem yaratılır. Bir melek, tebessüm ederek, elhamdülillah deyişini kaydeder mesela. Sonra o kayıtlı elhamdülillah’tan âlem-i beka’da bir sürü şey yaratılır. Cennette de inşaallah onlara elhamdülillah dersin. Kem lafızların da, fiillerin de hali böyle. Hepsi bir buğday tanesi aslında, ekiyorsun ism-i Hafîz tarlasına. Rahmet yağınca, bire beş, bire on, bire sonsuz veriyor. Nasibin varsa, topluyorsun. Nasibin de dalgınlığın miktarınca.
Sen sanıyor musun melek kardeşler yalnız puanlama yapıyorlar. Hayır, hayır, onlar bizim an’larımıza da şahitlik ediyorlar. O kadar şahidi var ki, yaşananların; hiçbir şeyimiz sır kalamaz. Sırrı olmayan yerde sen de imanını sır gibi kalbinde tutamazsın. İlla ‘bir cam fanus içindeki nur gibi’ etrafını ışıkta bırakır. Herkes görür sende onun şuaını. Fakat şaşırma: Sen kendine çok yakınsın, belki göremezsin. Zira birşeye uzak olmak körlük nedeni olduğu gibi, çok yakın olmak da körlük nedenidir. Senin yüzün, gözüne o kadar yakındır ki, onu görmez. Bir ayna bulamasa, göz, kendi güzelliğini takdir edemez.
Neden güceniyorsun Hz. Azrail efendimden? Ölürken yanında bir şahidinin olması, ruhunun emanetini ona bırakman, onu canına şahit tutman, tekrar dirilmek adına ‘hoş güzel’ bir ümit değil mi? İnsan, yabancısı bir memlekete yolculuğa çıkarken bir tanıdık bulsa karşısında ve en değerli eşyasını da ona bıraksa, ondan gücenir mi?
An’a şahit olmak, yani tefekkür etmek, onun varlığında (ve aynı anda kendi içinde) bir derinliğe ulaşmak. Bir beşinci boyut belki. En, boy, derinlik ve zamandan öte… Bir beşinci boyut. Esma boyutu. Esma sayısınca boyutlar. Esma renginde paralel evrenler. Açılan yeni yeni kapılar. Yeni yeni görülenler. Yeniden, ama farklı görülenler. Aslında aynı şey, ama bir yönüyle farklı şey. Vahidiyet: Aynılık. Ehadiyet: Farklılık. Kelime oyunu yapmıyorum sana. Bütün bu kıvranmalarım hakikati tarif etmekte zorlanışımdan.
An’a şahit olmak, ‘görmek ve göstermek için’ yaratılanın da varlık amacına işaret ediyor. Biz neden varız? Belki de sırf şahit olmak için. Değiştirmek için değil, zaten dönüşüyor olanın dönüşümünü görmek için. Dahlolmak için. Belki de bu yüzden teslimiyet kapısından girişimiz ‘şahadet’ getirmekle oluyor. Bir şahadet getiriyor ve yola çıkıyoruz. Yola çıkarken andığımız nişan gösteriyor ki, yol boyunca yapılacak olan da budur.
Müslümanlık; yani imandan sonra, gereği olarak vücuda gelmesine vesile olduğumuz herşey, bir şahit olma yolculuğudur. Şahit ola ola ve şahit oluna oluna bir süreç yaşamaktır İslamlık. Seyretmek ve aynı anda seyredilmektir. Sonra bu şahitlikler âlemi (âlem-i şahadet) derlenir, toparlanır; onlardan yeni bir âlem yaratılır. Bir melek, tebessüm ederek, elhamdülillah deyişini kaydeder mesela. Sonra o kayıtlı elhamdülillah’tan âlem-i beka’da bir sürü şey yaratılır. Cennette de inşaallah onlara elhamdülillah dersin. Kem lafızların da, fiillerin de hali böyle. Hepsi bir buğday tanesi aslında, ekiyorsun ism-i Hafîz tarlasına. Rahmet yağınca, bire beş, bire on, bire sonsuz veriyor. Nasibin varsa, topluyorsun. Nasibin de dalgınlığın miktarınca.
Sen sanıyor musun melek kardeşler yalnız puanlama yapıyorlar. Hayır, hayır, onlar bizim an’larımıza da şahitlik ediyorlar. O kadar şahidi var ki, yaşananların; hiçbir şeyimiz sır kalamaz. Sırrı olmayan yerde sen de imanını sır gibi kalbinde tutamazsın. İlla ‘bir cam fanus içindeki nur gibi’ etrafını ışıkta bırakır. Herkes görür sende onun şuaını. Fakat şaşırma: Sen kendine çok yakınsın, belki göremezsin. Zira birşeye uzak olmak körlük nedeni olduğu gibi, çok yakın olmak da körlük nedenidir. Senin yüzün, gözüne o kadar yakındır ki, onu görmez. Bir ayna bulamasa, göz, kendi güzelliğini takdir edemez.
Neden güceniyorsun Hz. Azrail efendimden? Ölürken yanında bir şahidinin olması, ruhunun emanetini ona bırakman, onu canına şahit tutman, tekrar dirilmek adına ‘hoş güzel’ bir ümit değil mi? İnsan, yabancısı bir memlekete yolculuğa çıkarken bir tanıdık bulsa karşısında ve en değerli eşyasını da ona bıraksa, ondan gücenir mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...