"(...) ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar."
5. Şua'dan...
Tabii ben kim, Ali Ünal’a cevap yazmak kim? Yaşını başını almış bir abi’dir o. Bense, kendimden küçüklere bile abi deme huyunu bırakamamış bir kardeşim, çok şükür.
Hani rahatsız da değilim. Çok da güzel birşeydir kardeşlik. Üst perdeden konuşmamayı, alçakgönüllü olmayı sağlar. Üstelik; seni uyaran büyük olsun-küçük olsun, eğer her şekilde kardeşleri olarak bakıyorsan onlara; nasihatlerinden, uyarılarından ders alırsın. Yok, abileriyim diye kasılıyorsan, o nasihat de küçük kardeş nasihati olarak tesirsiz kalır. Dünya tersini söylese; abi sen olduğun için; ters yola giren Temel misali, karşıdan gelen arabaları ters yolda olmakla suçlarsın. Tevazunun meyvesi tevbe, kibrin meyvesi pişkinliktir çünkü. Körlüktür, ama şehvetli bir körlüktür. Bile isteye körlüktür. Mecbur kalınanı değildir.
Bazen de olur, bireyde kibir alameti görülmez de nevde görülür. Bakarsınız, adam birebirde çok mütevazı; hoşgörüyle konuşuyor. Sevgiden, şefkatten, eşitlikten bahsediyor. Ama ne zaman nevinin asabiyetine, enaniyetine temas eden birşey söyleseniz, sırtlan kesilir. Kibrin en yüksek zirvelerinden posta koymaya başlar. Putuna sövülmüş müşrik gibi sertleşir. Anlarsınız ki; o kibrini öldürmemiş, yalnız suretini değiştirmiş. Başka başka isimler altında hâlâ ‘seçilmişliğini’ arıyor. Hatasız görüyor kendini (kendi nevini) ve itirafa, tevbe etmeye meyli yok. Bir şekilde üstün. Çaktırmadan mütekebbir. Bireysel bazda değilse de başka zeminlerde. Yakalamanız yetiyor zayıf yerini. Bir anda içindeki dışına çıkıyor.
Böylelerini yakalayacağınız yer: Tevbesizliktir. Şeytan da böyle bir yerden yakalanmıştı. (Nasr sûresi ders verir ki: Mümin, zafer zamanı bile tevbe eder. Kaybetse de tevbe etmeyenden korkmalı.) Belki şimdi de Hz. Âdem karşısında yaşadıklarını tevil ediyor. “Aslında kaybeden Âdem ve melekler oldu” diyor kendince. Ve ekliyor belki: “Aslında kazanan benim. Gör bak, onlardan ne kadarını cehenneme kendimle beraber çekeceğim.” Kibirli adamda zeka pek fena! Her türlü cerbezeyi yapıyor beyninde. Yeter ki, küçüklük alameti olan hata tozu üzerine düşmesin. Aman aman! Kimse onu böyle görmesin!
Ali Ünal abinin yazısına geleyim ben, üsttekiler biraz sadet harici oldu. Ali Ünal abimiz, harika bir şekilde 30 Mart seçimlerinin ve öncesinde yaşananların Gülen Hareketi için aslında bir kazanç olduğunu söylemiş. Maşaallah! Ne iyimser bir bakış. Yazının tamamını okudunuz mu bilmiyorum. Ben, ne yazık ki, okudum. Cidden Gülen Hareketi kazanmış gibi duruyor. Özellikle de sol kesimin kalbini kazanmaktan bahsettiği kısım Ali Ünal’ın, “Vay arkadaş!” deyip şaşkınlığınızı attıktan sonra, çok mantıklı(!) geliyor insana. (Koç'un gönlüne girmeyi de başarmadılar mı hem? Neden olmasın?) Yazının sonuna doğru ‘dünya tepsi şeklinde’ dense inanacak kıvama geliyorsunuz zaten. Bakınız, tırnaklayayım:
“Hizmet Hareketi, genellikle sağ-muhafazakâr tabana yayılıyor, sol tabanla olması gereken münasebeti kuramıyordu. Cenab-ı Allah (c.c.), bu defa sol tabana, Hizmet Hareketi’nin insanları kesinlikle siyaset temelinde değerlendirmediğini gösterdi ve Hareket’e şimdiye kadar tam açılamadığı sol tabana açılma, sağ-muhafazakâr tabanda da bilhassa son senelerde kendisine kısmen mesafeli duran ANAP-DYP-MHP’li kesimlerle daha sıcak münasebetler kurabilme imkânı verdi.”
Tabii Ali Ünal abinin zihni böyle çalıştığı sürece kaybetmesi mümkün değil. Yine Temel örneklendirmesi yapacağım, ama ne yapayım, yeri geliyor: Ali Ünal abi de tıpkı Temel gibi, ancak doping yaptığı anlaşılmasın diye, gönlü isterse, yarışta sonuncu gelir, yoksa mümkün değil yani. Hep kazanır. Öyle duruyor bu söylem. Fakat hani abimize Risale öğretmek gibi olmasın, haddim değil, kendisi benden daha çok okumuştur; Bediüzzaman’ın, 29. Mektup’ta bir Ayasofya Camii misali var.
Son Şahitler’de okuduğum bir hatıradan hatırımda kaldığı kadarıyla bunu ilk defa Mustafa Kemal’e anlatıyor Üstad, yani bu örneği ilk kez ona karşı kullanıyor. Batılılaşma temayülünün yanlış bir noktadan hareket ettiğini anlatmak için yapıyor bunu. Fakat ilginçtir, meseleyi hubb-u cah’a (makam sevgisine) bağlıyor orada. Makam sevgisi, kibirle ne kadar alakalıdır siz tartın orayı. Hatta maddi makamları düşünmeyin yalnız, seçilmişlik algısı üzerinden manevi makamları da hesaba katın. Kibrin bin türlü şekli var. Neyse, diyor ki orada Bediüzzaman:
“Meselâ, Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek tük, sofada ve kapıda haylâz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında ecnebîlerin eğlence-perest seyircileri bulunsa, bir adam o cami içine girip ve o cemaat içine dahil olsa; eğer güzel bir sadâ ile, şirin bir tarzda, Kur’ân’dan bir aşir okusa, o vakit binler ehl-i hakikatin nazarları ona döner, hüsn-ü teveccühle, mânevî bir dua ile o adama bir sevap kazandırırlar. Yalnız haylâz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek tük ecnebîlerin hoşuna gitmeyecek.
Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit, süflî ve edepsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit o haylâz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyâta teşvik ettiği için hoşlarına gidecek ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebîlerin istihzâkârâne tebessümlerini celb edecek. Fakat umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celb edecektir. Esfel-i sâfilîne sukut derecesinde nazarlarında alçak görünecektir.”
Sonra bu misali hakikate bağlayarak şöyle aktarıyor yanlış yerden teveccüh arayanın kem halini Üstad:
“İşte, aynen bu misal gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i imân ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylâz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar, frenkmeşrep, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebî seyircileri ise, ecnebîlerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Herbir Müslüman, hususan ehl-i fazl ve kemal ise, bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir.
Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur’ân-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-i kudsiyeye dair harekât ve a’mâl ondan sudur etse, lisan-ı hâli mânen âyât-ı Kur’âniyeyi okusa, o vakit mânen Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebânı olan ‘Allahım, erkek ve kadın mü’minleri mağfiret et’ duasında dahil olup hissedar olur ve umumuyla uhuvvetkârâne alâkadar olur. Yalnız, hayvânât-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarında kıymeti görünmez.
Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Sâlihînin cadde-i nuranîlerini terk edip, heveskârâne, hevâperestâne, riyâkârâne, şöhretperverâne, bid’akârâne işlerde ve harekâtta bulunsa, mânen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer. ‘Mü’minin ferasetinden sakının; çünkü o Allah’ın nuruyla bakar...’ sırrına göre, ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.”
Son kısma dikkatinizi isterim. Ne tevafuk, Erdoğan da mitingleri boyunca Paralel Yapı’nın faaliyetlerine karşı ‘halkın ferasetine’ çok vurgu yaptı. Ve hakikaten dediği çıktı. “(...) ehl-i imân ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derk etmediği hâlde, kalbi öyle hodfuruş adamları görse soğuk görür, mânen nefret eder.” Etti, gördük. Neyse... Kaldığımız yerden devam edelim:
"İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe müptelâ adam (ikinci adam), hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i sâfilîne düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzî ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır. ‘O gün dostlar birbirine düşman kesilir, ancak takvâ sahipleri müstesna...’ sırrına göre, dünyada zarar, berzahta azap, âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.”
Şimdi ben, hani ne alaka diyebilir kendisi ama, Ali Ünal abiye sormak istiyorum: Siz, şimdiye kadar size yapılan her hücuma sizinle birlikte göğüs germiş, ehl-i iman, ehl-i kıble, ehl-i secde, ehl-i Kur’an ve hatta ehl-i Risale kardeşlerinizin nazarında bile kötü bir duruma indiniz. Hepsinin gönlünü kırdınız, incittiniz, hatta korkuttunuz. Belki, hani sanmam ya, yazıda altını çizdiğiniz gibi, bazılarının nazarında da muvakkat ve menhus bir mevki kazandınız. İkisi de oldu diyelim. Hakikaten galip mi gelmiş oldunuz? Eğer öyleyse gerçekten, pes edeceğim, çünkü bu kafayı mağlup etmek zor. Allah’tan yardım dilerim ancak: İdrak dilerim, iz’an dilerim. Bununla sevinmenize de ancak hayret ederim. Metnin finali ne de yakışacak buraya:
“Bir zaman, dünyanın bir büyük makamını işgal eden küçük bir insan, şöhretperestlik yolunda büyük bir kabahat işlemekle Âlem-i İslâmın nazarında maskara olduğu vakit, geçen temsilin meâlini ona ders verdim, başına vurdum. İyi sarstı; fakat kendimi hubb-u cahtan kurtaramadığım için, o ikazım dahi onu uyandırmadı.”
Bu zamankiler de aynen öyle Üstadım. Bu zamankiler de öyle...
Not: CNN Türk'te Enver Aysever'in konuğu olan Ali Bulaç da, yukarıda alıntıladığım Ali Ünal'ın cümlelerinin neredeyse tıpatıp aynısını, orada söyledi. Bu abilerin replik ezberleri, ne kadar hür düşündüklerini de bize haber veriyor. Fetvacılık böyle bir meslek olsa gerek...
15 Nisan 2014 Salı
14 Nisan 2014 Pazartesi
Allah, robot istemiyor
"Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez."
Bakara sûresi, 185'ten...
Bediüzzaman'ın, Risale metinleri üzerinden, ama aslında 'hakikat mesleğini' tarif ettiği bir yer var. Çok sevdiğim bir yer. Diyor ki orada: "Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü; yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dava değil, dava içinde bürhandır..."
Burada özellikle 'tasavvur değil, tasdiktir' ile 'iltizam değil, iz'andır'a bir dikkat isterim. Zira bu ikisi, Lemaat'taki 'dimağdaki meratip' meselesi ile beraber ele alınırsa, hakikat mesleğinin 'dimağ aralığını' da ortaya koyar: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Yani; önce hayal edersin, sonra hayalini bir kalıba sokarsın, sonra aklın olaya dahil olur, aklın uygun görürse onu onaylar, sonra kalbin onu onaylar, sonra onayın gereğince hareket edersin, sonra bu sende tam bir itikad olur: Hareket tarzın ve tefekkürün birleşir.
Devamında bu meratipten sâdır olan halleri de ifade eden Bediüzzaman der ki: "İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet: Salâbet itikaddan, taassub iltizamdan, imtisâl iz'andan; tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda, tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir." Kısaca izah edersem: Her mertebenin hakkı verilerek bu yolculuk yaşanmazsa, yanetkiler kaçınılmaz olur. Örneğin: Tahayyülde (hayal etme aşaması) takılma, safsataya götürür insanı. İltizama (gereğini yapma aşaması) hızlı geçiş ise taassuba sürükler. Ama tasdik (akılla onaylama) ve iz'an (kalben inanma) yolu izlenirse, iltizamdan arıza hasıl olmaz. Cahil taassubu yerine âlim itikadı yerleşir sinenize. Yaptığınız şeyi niye yaptığınızı iyi bilir ve iyi anlatırsınız. Kulluğunuzu dengede yaşarsınız.
İkisi de 'anlamak' manasına yakın iz'an ve tasdik arasındaki nüansı ise, yine Bediüzzaman'ın, 21. Söz'de, birisini kalbe, diğerini akla nisbet ettiği bir cümlesinden anlıyoruz:
"(...) hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller, bir mîzana tâbidirler."
İşte, 28. Mektup'ta "Sözler tasavvur değil, tasdiktir. (...) İltizam değil, iz'andır..." derken Bediüzzaman, aynı zamanda, mürşid-i kâmilin, öğretisinde hedef alması gereken dimağ aralığını da işaretler bence: "Tasavvur ettirme yalnızca, tasdik de ettir. Doğrudan iltizamı isteme, iz'anı da olsun." Tasdike çıkaramazsan, teklif-i dinî altına giremeyen bir yerde terketmiş olursun muhatabını. Zorluktur bu. Hızla iltizama götürürsen; bu sefer de neyi, neden yaptığını bilmeyen bir taassuba sürüklenir. Zorunluluktur bu.
İrşadın hakikat mesleği yolunda olsun istiyorsan aralık bu: Tasdiksiz tasavvur kalmasın, iz'ansız iltizam aranmasın. İşte ancak bu aralık içindeki bilgi üretimi hakikat mesleğinin asıl fonksiyonunu icra eder: "Dava değil, dava içinde bürhandır." Yani yeni baştan bir dava getirmiyorsun. Sen zaten 14 asırlık bir sesin yankısısın. Davanın yeni yeni bürhanlarını, delillerini üretmekle görevlisin. Senden bu bekleniyor.
Bunları ne zaman tefekkür etsem, önce "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin!" buyuran Bakara sûresi 111 gelir aklıma. Daha sonra da sûrenin başlarında geçen tâlim-i esma meselesi. Orada, Cenab-ı Hakk, yaşananları bize aktarırken buyurur ki:
"Hani, Rabbin meleklere; 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz' demişlerdi. Allah da, 'Ben sizin bilmediğinizi bilirim' demişti."
Şimdi burada bir nefes almanızı istiyorum. Alıcılarımızı açmak için biraz soru üretelim: Melekler, insanın yaratılışına dair bir itirazda bulunuyorlar ve Allah da onlara "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" buyuruyor. Eğer bu kıssa devam etmese ve melekler de sessiz kalsalar ne olurdu? Yetmez miydi bu cevap? Yeterdi elbette ve "Allah elbette en doğrusunu bilir" derdik biz de, ama iltizam düzeyinde. Fakat bakınız devamında neler oluyor:
"Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, 'Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin' dedi. Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin' dediler. Allah, şöyle dedi: 'Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.' Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, 'Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?' dedi."
Tam tarif edebilecek miyim, bilmiyorum: Allah, robot istemiyor. Melekler, robot değil. Benim burada gördüğüm şey: Esmasından biri er-Reşîd (doğru yolu gösteren) olan Allah'ın, meleklerin itirazlarını yalnız iltizam düzeyinde bir sessizlikte bırakmayıp, onların tasdik ve iz'an düzeyinde de ikna olacakları, gönüllerinden gele gele secde edecekleri bir şekilde Hz. Âdem'in faziletini isbat edişidir. Mürşidler mürşidi, doğru yolu göstericilerin doğru yolu göstermeyi Ondan, vahyinden öğrendikleri Allah'ın, tıpkı yukarıda hakikat mesleğinin esaslarında konuştuğumuz gibi, melek kullarından tasdik ve iz'an'dan geçmemiş bir iltizamı değil; delillerle ikna edilmiş bir itikadı isteyişidir.
Ben bu kıssayı ne zaman okusam, kalbim dalgalanıyor. Diyorum ki: "Allahım ne merhametlisin! Sen desen, inanmaya mecburiyetimiz var, ama bir de delille isbat ediyorsun söylediklerini. Kainatı da onlarla dolduruyorsun. Böyle yaparak aslında bize de ders veriyorsun: Kullarımı doğru yola sevk edeceksiniz, siz de delillerle yapın bunu; iltizamla yetinmeyin' diyorsun. Ne büyüksün Allahım ve ne kadar dengelisin! Seni kusurlardan, dengesizliklerden tenzih ederim."
İşte böyle arkadaşım: Böyle güzel, yalnız bedenimize değil, aklımıza ve kalbimize de merhametli bir Allahımız var. Dediklerini, O dedi diye kabul etmemizi istemiyor, bir de tenezzül edip bizi ikna ediyor. İnsan, böylesi güzel bir Allaha yalnız tezekkür ile değil, tefekkür ile de şükretmeli. Tasdikini ve iz'anını arttırmalı. Arttırmalı ki, melekler gibi desin sonunda: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin!"
Bir Fatiha da istersen Bediüzzaman'ın ruhuna armağanımız olsun; zira neredeyse her dersinin sonuna, ekseri her Risale'nin ahirine, meleklerin bu itirafını koymakla, melek kardeşlerle omuz omuza gittiğimizi bize ihtar eden odur. Ve veyl olsun o kimseye ki arkadaşım; profesör olmuş, yazar olmuş, abi olmuş, imam olmuş, bilmem ne olmuş; hâlâ mürşidinden delil istemiyor. "Bir bildiği vardır..." diyerek robotçasına takip ediyor.
Bakara sûresi, 185'ten...
Bediüzzaman'ın, Risale metinleri üzerinden, ama aslında 'hakikat mesleğini' tarif ettiği bir yer var. Çok sevdiğim bir yer. Diyor ki orada: "Şeref, i'câz-ı Kur'ân'a ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâpervâ derim: Ekseriyet itibarıyla öyledir. Çünkü; yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir. Teslim değil, imandır. Marifet değil, şehadettir, şuhuddur. Taklit değil, tahkiktir. İltizam değil, iz'andır. Tasavvuf değil, hakikattir. Dava değil, dava içinde bürhandır..."
Burada özellikle 'tasavvur değil, tasdiktir' ile 'iltizam değil, iz'andır'a bir dikkat isterim. Zira bu ikisi, Lemaat'taki 'dimağdaki meratip' meselesi ile beraber ele alınırsa, hakikat mesleğinin 'dimağ aralığını' da ortaya koyar: "Dimağda meratib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir. Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir." Yani; önce hayal edersin, sonra hayalini bir kalıba sokarsın, sonra aklın olaya dahil olur, aklın uygun görürse onu onaylar, sonra kalbin onu onaylar, sonra onayın gereğince hareket edersin, sonra bu sende tam bir itikad olur: Hareket tarzın ve tefekkürün birleşir.
Devamında bu meratipten sâdır olan halleri de ifade eden Bediüzzaman der ki: "İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet: Salâbet itikaddan, taassub iltizamdan, imtisâl iz'andan; tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda, tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir." Kısaca izah edersem: Her mertebenin hakkı verilerek bu yolculuk yaşanmazsa, yanetkiler kaçınılmaz olur. Örneğin: Tahayyülde (hayal etme aşaması) takılma, safsataya götürür insanı. İltizama (gereğini yapma aşaması) hızlı geçiş ise taassuba sürükler. Ama tasdik (akılla onaylama) ve iz'an (kalben inanma) yolu izlenirse, iltizamdan arıza hasıl olmaz. Cahil taassubu yerine âlim itikadı yerleşir sinenize. Yaptığınız şeyi niye yaptığınızı iyi bilir ve iyi anlatırsınız. Kulluğunuzu dengede yaşarsınız.
İkisi de 'anlamak' manasına yakın iz'an ve tasdik arasındaki nüansı ise, yine Bediüzzaman'ın, 21. Söz'de, birisini kalbe, diğerini akla nisbet ettiği bir cümlesinden anlıyoruz:
"(...) hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve iz'an, öyle değiller, bir mîzana tâbidirler."
İşte, 28. Mektup'ta "Sözler tasavvur değil, tasdiktir. (...) İltizam değil, iz'andır..." derken Bediüzzaman, aynı zamanda, mürşid-i kâmilin, öğretisinde hedef alması gereken dimağ aralığını da işaretler bence: "Tasavvur ettirme yalnızca, tasdik de ettir. Doğrudan iltizamı isteme, iz'anı da olsun." Tasdike çıkaramazsan, teklif-i dinî altına giremeyen bir yerde terketmiş olursun muhatabını. Zorluktur bu. Hızla iltizama götürürsen; bu sefer de neyi, neden yaptığını bilmeyen bir taassuba sürüklenir. Zorunluluktur bu.
İrşadın hakikat mesleği yolunda olsun istiyorsan aralık bu: Tasdiksiz tasavvur kalmasın, iz'ansız iltizam aranmasın. İşte ancak bu aralık içindeki bilgi üretimi hakikat mesleğinin asıl fonksiyonunu icra eder: "Dava değil, dava içinde bürhandır." Yani yeni baştan bir dava getirmiyorsun. Sen zaten 14 asırlık bir sesin yankısısın. Davanın yeni yeni bürhanlarını, delillerini üretmekle görevlisin. Senden bu bekleniyor.
Bunları ne zaman tefekkür etsem, önce "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin!" buyuran Bakara sûresi 111 gelir aklıma. Daha sonra da sûrenin başlarında geçen tâlim-i esma meselesi. Orada, Cenab-ı Hakk, yaşananları bize aktarırken buyurur ki:
"Hani, Rabbin meleklere; 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Onlar, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz' demişlerdi. Allah da, 'Ben sizin bilmediğinizi bilirim' demişti."
Şimdi burada bir nefes almanızı istiyorum. Alıcılarımızı açmak için biraz soru üretelim: Melekler, insanın yaratılışına dair bir itirazda bulunuyorlar ve Allah da onlara "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" buyuruyor. Eğer bu kıssa devam etmese ve melekler de sessiz kalsalar ne olurdu? Yetmez miydi bu cevap? Yeterdi elbette ve "Allah elbette en doğrusunu bilir" derdik biz de, ama iltizam düzeyinde. Fakat bakınız devamında neler oluyor:
"Allah, Âdem’e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, 'Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin' dedi. Melekler, 'Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin' dediler. Allah, şöyle dedi: 'Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle.' Âdem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, 'Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?' dedi."
Tam tarif edebilecek miyim, bilmiyorum: Allah, robot istemiyor. Melekler, robot değil. Benim burada gördüğüm şey: Esmasından biri er-Reşîd (doğru yolu gösteren) olan Allah'ın, meleklerin itirazlarını yalnız iltizam düzeyinde bir sessizlikte bırakmayıp, onların tasdik ve iz'an düzeyinde de ikna olacakları, gönüllerinden gele gele secde edecekleri bir şekilde Hz. Âdem'in faziletini isbat edişidir. Mürşidler mürşidi, doğru yolu göstericilerin doğru yolu göstermeyi Ondan, vahyinden öğrendikleri Allah'ın, tıpkı yukarıda hakikat mesleğinin esaslarında konuştuğumuz gibi, melek kullarından tasdik ve iz'an'dan geçmemiş bir iltizamı değil; delillerle ikna edilmiş bir itikadı isteyişidir.
Ben bu kıssayı ne zaman okusam, kalbim dalgalanıyor. Diyorum ki: "Allahım ne merhametlisin! Sen desen, inanmaya mecburiyetimiz var, ama bir de delille isbat ediyorsun söylediklerini. Kainatı da onlarla dolduruyorsun. Böyle yaparak aslında bize de ders veriyorsun: Kullarımı doğru yola sevk edeceksiniz, siz de delillerle yapın bunu; iltizamla yetinmeyin' diyorsun. Ne büyüksün Allahım ve ne kadar dengelisin! Seni kusurlardan, dengesizliklerden tenzih ederim."
İşte böyle arkadaşım: Böyle güzel, yalnız bedenimize değil, aklımıza ve kalbimize de merhametli bir Allahımız var. Dediklerini, O dedi diye kabul etmemizi istemiyor, bir de tenezzül edip bizi ikna ediyor. İnsan, böylesi güzel bir Allaha yalnız tezekkür ile değil, tefekkür ile de şükretmeli. Tasdikini ve iz'anını arttırmalı. Arttırmalı ki, melekler gibi desin sonunda: "Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin!"
Bir Fatiha da istersen Bediüzzaman'ın ruhuna armağanımız olsun; zira neredeyse her dersinin sonuna, ekseri her Risale'nin ahirine, meleklerin bu itirafını koymakla, melek kardeşlerle omuz omuza gittiğimizi bize ihtar eden odur. Ve veyl olsun o kimseye ki arkadaşım; profesör olmuş, yazar olmuş, abi olmuş, imam olmuş, bilmem ne olmuş; hâlâ mürşidinden delil istemiyor. "Bir bildiği vardır..." diyerek robotçasına takip ediyor.
12 Nisan 2014 Cumartesi
Neden kuş değil de koyun?
İshak Özgel Hoca'dan dinlediğim ve hayretle katıldığım birşeydir: Risale-i Nur'da, fennî hakikatlere bina edilerek isbat edilen şeyler vardır da, dönem itibariyle keşfedilmiş olan fennî kanunlara bina edilerek isbat edilen hiçbir hakikat yoktur. Yani Bediüzzaman, marifete dair meselelerde kâinatı bir laboratuvar olarak kullanır da, başkalarının laboratuvarlarında keşfettikleri kanunlar üzerinden yapmaz bunu.
Mesela; "Filanca bilim adamının keşfettiği kanuna göre âlemde hal şöyledir ve bu gösterir ki; bunları yaratan bir Allah olmalıdır!" demez. Yerine, kâinatta tekrar eden ve her birisi bir kanunun ucu sayılabilecek fizikî olaylardan hareketle hakikati isbata girişir. Herkesin hergün görüp şahit olacağı şeyler üzerinden marifet devşirir. Bu, belki bir yönüyle, 20. Söz'de, Kur'an kıssalarının sırrını anlatırken zikrettiği; "Kur'an-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor..." uyanışından aldığı bir derstir. Çünkü daha sonra, 24. Mektup'ta, Kur'an'ın bu hikmetini eserlerinde nasıl taklit ettiğini şöyle anlatır:
"İşte, ekser Sözlerdeki ekser temsilât, böyle kanunların uçlarını birer cüz'î misalle göstermekle, müddeâda aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsille kanunun tahakkuku gösteriliyor; bürhan-ı mantıkî gibi yakinî bir surette müddeâyı ispat eder. Demek, Sözlerdeki ekser temsiller birer bürhan-ı yakinî, birer hüccet-i katıa hükmündedir."
Kanun yerine misal kullanma, detaya boğulmadan hakikati anlatmakta harika bir yoldur. Temsil/hikayeli anlatım öyle birşeydir ki, içindeki göndermelerin sayısı ne denli çok olursa olsun, muhatabın dimağını tahriş etmez, herkes zorlanmadan alabileceğini alır. Halbuki, kanunların izahına girişilse, önce muhatabın zihnine onu işleyecek kadar bir tarif/temel yapılmalı ve sonrasında bu tarifin kabulüne vabeste bir marifet aktarılmalıdır. Üstelik, bu detaylı anlatımın yoruculuğu dışında ikinci bir çekince de, fennî ilimlerin gelişen bir yapıda olmasıdır.
"Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyyeden çok mesail var ki, mebâdî ve vesaitin tekemmülüyle ve telâhuk-u efkârın keşfiyatıyla bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlarla oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır."
Muhakemat'taki bu bahsin devamında denilir ki:
"Mesail iki kısımdır. Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki, maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır... Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez. Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserisi, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î, yahut def'î gibi olur. Bu ise, ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir."
Üstad, fenni bilimleri, vahiyle bir anda sıçrama yapan manevî ilimlerle beraber sunarken, birini diğerine delil yaparken yani, birisinin hâlâ büyümekte olan bir çocuk, diğerinin ise kemalini bulmuş bir ihtiyar olduğunu hatırdan çıkarmaz. Öteki hâlâ gelişmekteyken, gelişme potansiyeli olan donesi üzerine bina edilmiş bir marifet geliştirmez bu yüzden. Böylece marifeti hem eskimez (çünkü kanunlar eskir, örneğin; Newtoncu fizik, hâkim koltuğunu bugün Kuantum fiziğine bırakmıştır) hem de kanunları anlamakta zorlanabilecek umumun istifadesinden eksik kalmaz. Kur'an, nasıl ki, kanunlar yerine kıssaları kullanır ve bu kıssalar o kanunların uçlarıdır; Bediüzzaman da tamamen Kur'anî bir metot olarak âlemde sürekli tekrar eden ve kimsenin şahitliğini reddedemeyeceği olayları istimal eder, günün muteber fen anlayışını sonuna kadar kullanma yoluna gitmez.
Ne kadar ilgilidir, takdirinize bırakıyorum; ama ben bu meselenin Mesnevi-i Nuriye'de vurgulanan afakî tefekkürde icmali, enfüsî tefekkürde tafsilatlı olma meselesiyle de ilgisi olduğunu düşünüyorum. Orada denir ki:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."
Buradan benim çıkardığım ders: Umuma açık bir marifet üretmeye niyet ettiğinde, insaniyetin ortak zemininde kal. Enfüs, yani benim savıma göre insanî olan bilgi, hepimizin ortak paydası ve insan, zaman değişse de aynı insan: Manevî ilim kapsamına giriyor. Tüm doğruluğu ve samimiyetiyle insanı anlattığınız zaman, fıtratı okuduğunuz zaman, insanların daha çok etrafınızda toplandığını farkedersiniz. Fakat bu ortak zeminden uzaklaşıp zamanla gelişen fennî ilimler sahasına geldiğinizde, her insanın ona aşinalığı farklı olacağından, istifade de ona göre azalıyor ve belki o tür marifet eskiyor. Eskimemesinin tek yolu; bilgiyi eskiten detaycılıktan uzak, herkesin aşina olduğu genele yakın, icmâlî düşünmek. Belki de bu yüzden Kur'an'da, bizim sıradan gördüklerimiz (sıradanlık genele yakındır) sıklıkla misal olarak istimal ediliyor.
Mesela Bakara sûresinde, önce, "Allah, bir sivrisineği, ondan daha da ötesi bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmez..." buyuran Cenab-ı Hakk, biraz ilerisinde; "O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, herşeyi hakkıyla bilendir..." diyerek bu sıradanlığın(!) arkasındaki harikalığa dikkat çeker.
Termodinamik, kuantum, fotonlar, atomaltı düzen vs... Bunları her gün görecek değilsiniz. Bizden öncekiler hiç bilmediler. Ama yer, gök veya sivrisineği her zamanın insanı görür ve hepsi de bu bilgiden istifade eder. Böyle bir marifet üretirseniz eskime korkusu da çekmezsiniz. Zaman ihtiyarladıkça Kur'an'ın gençleşmesi de kanaatimce yine bu sırdandır. Eskimeyen şeyleri misal olarak kullanmasındandır.
"(...) geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mâdem ki Kur'ân-ı Mürşid, bütün tabakât-ı beşere hitâb eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır. Elbette irşâd ister ki, lüzumsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsil ile takrîb etsin; ve mugâlâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir etmemektir."
Arkadaşım, artık anladın, hüner herşeyi birbirine katıp karıştırıp muhatabı bilgiyi boğmak değil demek ki. Hüner; herkesin, her zamanın ve coğrafyanın anlayabileceği, insan zemininde, bilgi üretmek. Aranılan marifet budur. Belki de bu yüzden Bediüzzaman yine der: "İnsaniyet-i kübra olan İslamiyet..." Sen İslamî hangi bilgiyi sınadın da, zamanlar ötesi, insanlığın ortak zeminine uygun bulmadın? İnsana dair ne varsa, İslam'da vardır. İslam'a dair ne varsa, aynı insandır. Bu arada, belki mürşid-i âlim de, yine sırf bu yüzden, 'koyun olmalı, kuş olmamalı'dır. Bilirsin ki; koyunun sütünü yalnız koyunlar içmez, herkes içer.
Mesela; "Filanca bilim adamının keşfettiği kanuna göre âlemde hal şöyledir ve bu gösterir ki; bunları yaratan bir Allah olmalıdır!" demez. Yerine, kâinatta tekrar eden ve her birisi bir kanunun ucu sayılabilecek fizikî olaylardan hareketle hakikati isbata girişir. Herkesin hergün görüp şahit olacağı şeyler üzerinden marifet devşirir. Bu, belki bir yönüyle, 20. Söz'de, Kur'an kıssalarının sırrını anlatırken zikrettiği; "Kur'an-ı Hakîmde çok hâdisât-ı cüz'iye vardır ki, herbirisinin arkasında bir düstur-u küllî saklanmış ve bir kanun-u umuminin ucu olarak gösteriliyor..." uyanışından aldığı bir derstir. Çünkü daha sonra, 24. Mektup'ta, Kur'an'ın bu hikmetini eserlerinde nasıl taklit ettiğini şöyle anlatır:
"İşte, ekser Sözlerdeki ekser temsilât, böyle kanunların uçlarını birer cüz'î misalle göstermekle, müddeâda aynı kanunun vücuduna işaret eder. Madem temsille kanunun tahakkuku gösteriliyor; bürhan-ı mantıkî gibi yakinî bir surette müddeâyı ispat eder. Demek, Sözlerdeki ekser temsiller birer bürhan-ı yakinî, birer hüccet-i katıa hükmündedir."
Kanun yerine misal kullanma, detaya boğulmadan hakikati anlatmakta harika bir yoldur. Temsil/hikayeli anlatım öyle birşeydir ki, içindeki göndermelerin sayısı ne denli çok olursa olsun, muhatabın dimağını tahriş etmez, herkes zorlanmadan alabileceğini alır. Halbuki, kanunların izahına girişilse, önce muhatabın zihnine onu işleyecek kadar bir tarif/temel yapılmalı ve sonrasında bu tarifin kabulüne vabeste bir marifet aktarılmalıdır. Üstelik, bu detaylı anlatımın yoruculuğu dışında ikinci bir çekince de, fennî ilimlerin gelişen bir yapıda olmasıdır.
"Buna binaendir: Bu zamanda bedihiye ve ulûm-u âdiye sırasına girmiş pek çok mesail var; zaman-ı mazide gayet nazarî ve hafî ve bürhana muhtaç idiler. Zira görüyoruz: Şimdilik coğrafya ve kozmoğrafya ve kimya ve tatbikat-ı hendesiyyeden çok mesail var ki, mebâdî ve vesaitin tekemmülüyle ve telâhuk-u efkârın keşfiyatıyla bu zamanın çocuklarına dahi meçhul kalmamışlardır. Belki oyuncak gibi onlarla oynuyorlar. Halbuki İbn-i Sina ve emsaline nazarî ve hafî kalmışlardır."
Muhakemat'taki bu bahsin devamında denilir ki:
"Mesail iki kısımdır. Birisinde telâhuk-u efkâr tesir eder. Belki ona mütevakkıftır. Nasıl ki, maddiyatta büyük bir taşı kaldırmak için teavün lâzımdır... Kısm-ı diğerîde, esas itibarıyla telâhuk ve teavün tesirsizdir. Bin de, bir de birdir. Nasıl ki, hariçte bir uçurum üzerinde atlamak veyahut bir dar yerde geçmekte küll ve küll-ü vahid birdir. Teavün fayda vermez. Bu kıyasa binaen fünunun bir kısmı, büyük taşın kaldırılması gibi teavüne muhtaçtır. Bunların ekserisi, ulûm-u maddiyedendir. Diğer bir kısmı ikinci misale benzer. Tekemmülü def'î, yahut def'î gibi olur. Bu ise, ağlebi mâneviyat veya ulûm-u İlâhiyedendir."
Üstad, fenni bilimleri, vahiyle bir anda sıçrama yapan manevî ilimlerle beraber sunarken, birini diğerine delil yaparken yani, birisinin hâlâ büyümekte olan bir çocuk, diğerinin ise kemalini bulmuş bir ihtiyar olduğunu hatırdan çıkarmaz. Öteki hâlâ gelişmekteyken, gelişme potansiyeli olan donesi üzerine bina edilmiş bir marifet geliştirmez bu yüzden. Böylece marifeti hem eskimez (çünkü kanunlar eskir, örneğin; Newtoncu fizik, hâkim koltuğunu bugün Kuantum fiziğine bırakmıştır) hem de kanunları anlamakta zorlanabilecek umumun istifadesinden eksik kalmaz. Kur'an, nasıl ki, kanunlar yerine kıssaları kullanır ve bu kıssalar o kanunların uçlarıdır; Bediüzzaman da tamamen Kur'anî bir metot olarak âlemde sürekli tekrar eden ve kimsenin şahitliğini reddedemeyeceği olayları istimal eder, günün muteber fen anlayışını sonuna kadar kullanma yoluna gitmez.
Ne kadar ilgilidir, takdirinize bırakıyorum; ama ben bu meselenin Mesnevi-i Nuriye'de vurgulanan afakî tefekkürde icmali, enfüsî tefekkürde tafsilatlı olma meselesiyle de ilgisi olduğunu düşünüyorum. Orada denir ki:
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tefekkür gafleti izale eder. Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap. Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur. Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun."
Buradan benim çıkardığım ders: Umuma açık bir marifet üretmeye niyet ettiğinde, insaniyetin ortak zemininde kal. Enfüs, yani benim savıma göre insanî olan bilgi, hepimizin ortak paydası ve insan, zaman değişse de aynı insan: Manevî ilim kapsamına giriyor. Tüm doğruluğu ve samimiyetiyle insanı anlattığınız zaman, fıtratı okuduğunuz zaman, insanların daha çok etrafınızda toplandığını farkedersiniz. Fakat bu ortak zeminden uzaklaşıp zamanla gelişen fennî ilimler sahasına geldiğinizde, her insanın ona aşinalığı farklı olacağından, istifade de ona göre azalıyor ve belki o tür marifet eskiyor. Eskimemesinin tek yolu; bilgiyi eskiten detaycılıktan uzak, herkesin aşina olduğu genele yakın, icmâlî düşünmek. Belki de bu yüzden Kur'an'da, bizim sıradan gördüklerimiz (sıradanlık genele yakındır) sıklıkla misal olarak istimal ediliyor.
Mesela Bakara sûresinde, önce, "Allah, bir sivrisineği, ondan daha da ötesi bir varlığı örnek olarak vermekten çekinmez..." buyuran Cenab-ı Hakk, biraz ilerisinde; "O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, herşeyi hakkıyla bilendir..." diyerek bu sıradanlığın(!) arkasındaki harikalığa dikkat çeker.
Termodinamik, kuantum, fotonlar, atomaltı düzen vs... Bunları her gün görecek değilsiniz. Bizden öncekiler hiç bilmediler. Ama yer, gök veya sivrisineği her zamanın insanı görür ve hepsi de bu bilgiden istifade eder. Böyle bir marifet üretirseniz eskime korkusu da çekmezsiniz. Zaman ihtiyarladıkça Kur'an'ın gençleşmesi de kanaatimce yine bu sırdandır. Eskimeyen şeyleri misal olarak kullanmasındandır.
"(...) geçmiş derslerden ve sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; tâ zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani bu kitâb-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudâta kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem, umuma hitâb ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudâta mevcudât için bakıyor. Hem, hususan ehl-i fenne hitâb ediyor. Öyle ise, mâdem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, bürhan yapıyor; delil zâhirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mâdem ki Kur'ân-ı Mürşid, bütün tabakât-ı beşere hitâb eder; kesretli tabaka ise, tabaka-i avâmdır. Elbette irşâd ister ki, lüzumsuz şeyleri ibhâm ile icmâl etsin ve dakîk şeyleri temsil ile takrîb etsin; ve mugâlâtalara düşürmemek için zâhirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz, belki zararlı bir sûrette tağyir etmemektir."
Arkadaşım, artık anladın, hüner herşeyi birbirine katıp karıştırıp muhatabı bilgiyi boğmak değil demek ki. Hüner; herkesin, her zamanın ve coğrafyanın anlayabileceği, insan zemininde, bilgi üretmek. Aranılan marifet budur. Belki de bu yüzden Bediüzzaman yine der: "İnsaniyet-i kübra olan İslamiyet..." Sen İslamî hangi bilgiyi sınadın da, zamanlar ötesi, insanlığın ortak zeminine uygun bulmadın? İnsana dair ne varsa, İslam'da vardır. İslam'a dair ne varsa, aynı insandır. Bu arada, belki mürşid-i âlim de, yine sırf bu yüzden, 'koyun olmalı, kuş olmamalı'dır. Bilirsin ki; koyunun sütünü yalnız koyunlar içmez, herkes içer.
Sokak âşıkları...
"Ben seyr-i ruhanîde kat-ı merâtip ederken, tabakat-ı evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakâtın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu."
İmam Rabbanî Ahmed-i Farukî (r.a.)
Allah'a, Hakîm-i Mutlak demek "Her yaptığında bir amaç var!" demek değil yalnız. "Her yarattığında farkındalığının kuşatamayacağı kadar çok amaç/hikmet var!" demek. Sondaki mutlak'lık, yani sonsuzluğa varması hikmetin, sonsuzu bildiğinden ve kuşattığından ötürü değil. Hâşâ, insan için sonsuzluk yalnızca kuşatamadığının ifadesidir. Bilmediğine taktığı isimdir. Bir itiraftır. Acz itirafıdır.
İnsan, bildiğine de bilmediğine de isim takar. Her isim taktığını tam anlamıyla biliyor sanmamak gerek. Zaten çoğu zaman isim, tarif de içerir. Her tarif bir sınırlamadır. Sınırlı olan, sonsuz olanı tarif etmede hep eksik kalacağından, marifet-i ilahiyeye dair meselelerde isimlere ve tariflere dikkat etmek gerek. Belki onları tam bir isim ve tam bir tarif olarak değil; girilecek bir kapı, bakılacak bir pencere, bir uzun yolculuğun başlangıcı kabul etmek gerek. Tıpkı bir hurma çekirdeği ile hurma ağacının arasındaki mesafe gibi. İkisi de hurma ama, ikisi de başka.
Mütekellimin kelimelerdeki hassasiyeti bize abartılı gelmemeli. 14 asırdır anlaşılan ve hâlâ anlaşılmaya devam edilen; bitmeyen ve bitmeyecek, belki cennette de üzerine konuşacağımız vahyin her kullanımında bir/bin hikmet var. Hassaten esmayı kullanımında. İsimlerden birisi seçilmişse ayetlerden birisi içinde, "Neden o birisi?" veya "Neden başka birisi değil?" sorularını otomatik sorarım ben. Külliyat içinde Bediüzzaman'ın, bu hikmeti taklit edişinden belki, bir refleks kazanmışımdır. Onun, en küçük Risalesinde bile birçok esmayı beraber kullanmasından, her kullandığı esmanın mevzuun içinde ve hatta o cümlede, altı çizilmesi gereken hikmetli bir duruşu olduğundan; bu alışkanlık ile bakarım Kur'an'a da. Talebe, hocasının yalnızca 'öğreneni' değil, bakış açısını kuşanarak bulmaya devam edenidir. Daha evvel çok kapılar açtı bana bu bakış. İnsan, bir yanıyla hayvan. Bir kapıdan nimetlendi mi, o kapıyı kolay kolay terkedemiyor. Ben de edemem.
"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayeti üzerinden "Neden 'Allah'ın Zikriyle?" diye bir soru çıkarmıştım vaktiyle. O soruyu çok kovaladım, bir yazı oldu. Başlığı da yine aynı soruydu. Ondan başka; "Onlar, 'Rahman evlat edindi' dediler!" ayetini düşünürken de "Neden esmadan bir başkası değil; Samed değil, Kerîm değil! Neden Rahman?" diye düşünmüş ve birşeyler karalamıştım kendimce. Şimdi yine, 11. Lem'a'nın 5. Nükte'si münasebetiyle, Âl-i İmran sûresindeki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki; Allah da sizi sevsin!" ayetini, aynı pencereden bakarak ele almak gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü biliyorum: Allah'ı sevmek, Rahman'ı sevmek gibi değildir. Kahhar'ı sevmek, Kerîm'i sevmek gibi değildir. Her isim, bizim sınırlılığımızdan dolayı, duygularımızı kendi rengine boyar. Biz, o kadar aciziz ki; andığımız isme göre kalbimiz de değişiyor. Sevgimiz, onun rengine bürünüyor. Belki küfür de bu acizliğin farkında olamamanın neticesi: "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar..." derken Bediüzzaman, bu durumun altını çiziyor.
Allah'ı bilmek, sadece Halık'ı bilmek değil. Fakat Metin Karabaşoğlu abinin yıllar önce dikkatimizi çektiği gibi; günümüzde, Allah denildiğinde çoğu müminin aklına yalnızca Halık isminin manası geliyor. Allah lafzının bütün esmayı kuşattığını, Kenan Demirtaş abinin ifadesiyle; Zat'ın ismi olduğu; bütün esmanın, sıfatların ve şuunatın o isimle kastolunduğunu pek kimse hatırlamıyor.
Bu yüzden işte, ben Allah'ı sevmekle, Kahhar'ı sevmenin, Rahman'ı sevmenin bir olmadığını söylüyorum. Allah, bütün esmanın dengesini bulduğu bir marifet zeminini ifade ediyor aslında esma terminolojisinde. Muhabbeti öyle bir muhabbet. Allah'ı bütün esmasıyla bilme ve sevme; o bilme ve sevmelerin birbirilerine uyumunu kavrama ve esma zemininde de tevhidî bakışı yakalamanın en açık ifadesi. En genele açık, cadde, bereketli, hakikatli yol bu.
Yani bir ismin gölgesinde yolculuk edip onda garkolmak değil yalnız. Sadece Rahman'ı bilmeme, sadece Kahhar'ı bilmeme. Birbirine zıt sandığın, kuşatamadığın tecellilerde dahi bir uyumun olduğunu, hepsinin aynı Zat'ın tecellileri olduğunu farketme Allah'ın zikri. Kalp bu yüzden ancak Allah'ın zikriyle tatmin oluyor. Ve belki bu yüzden, Allah'ı sadece Rahman bilenler, "Evlat edindi" diyebiliyorlar. İhlas sûresindeki; "O doğmamış ve doğurmamıştır!" sırrını kavrayamıyor, marifette eksik kalıyorlar.
"Öyle de Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve ef'alinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengarenk sanatında ve mütenevvi' masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyâtı vardır."
Ve Mirkatü's-Sünne ve Tiryak-u Marazi'l-Bid'a ismiyle meşhur 11. Lem'a'nın da bu ayet üzerinden verdiği ders boşuna değil. Eğer bütün esmanın dengesini bulduğu bir zeminde, kuşattığı tüm manaları anlamış bir şekilde Allah'ı seviyorsanız; sizin bu Allah'a duyduğunuz muhabbet, ancak Allah Resulü'nün yoluna uymakla mecraını bulur. Çünkü bahsin devamında da altı çizildiği gibi; Allah'ı bütün bu farklı isimleri ve tecelliyatıyla tam anlamış, marifet dersini zirve bir dengede almış bir Peygamber'dir ki, o dengeyi arayanlara yol gösterici olabilir. Sıfatlarda hata yapanlara gelince: Elbette onlar Allah'ı kastettiği tüm manalarla anlayamadıkları için dengeden çıkmaları kaçınılmazdır.
"Evet, Cenab-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur."
Şimdi arkadaşım, anladın mı sünnet-i seniyye'yi beğenmemezlik edenler, "Bize yalnız Kur'an var!" diyenler veya farklı versiyonları, neden bu hatayı ediyorlar? Çünkü onlar birşeylerde garkolmuşlar, birşeylerde hata etmişler. Muhabbetleri tüm kuşatıcılığıyla Allah'a değil ki, buldukları da ona en kısa yol olan Habibullah'ın yolu olsun. Başka türlü seven, elbette kendine has muhabbet rengini cadde-i kübra'nın beyazlığında bulamaz. Sokağına âşık olan, caddeyi beğenir mi hiç?
İmam Rabbanî Ahmed-i Farukî (r.a.)
Allah'a, Hakîm-i Mutlak demek "Her yaptığında bir amaç var!" demek değil yalnız. "Her yarattığında farkındalığının kuşatamayacağı kadar çok amaç/hikmet var!" demek. Sondaki mutlak'lık, yani sonsuzluğa varması hikmetin, sonsuzu bildiğinden ve kuşattığından ötürü değil. Hâşâ, insan için sonsuzluk yalnızca kuşatamadığının ifadesidir. Bilmediğine taktığı isimdir. Bir itiraftır. Acz itirafıdır.
İnsan, bildiğine de bilmediğine de isim takar. Her isim taktığını tam anlamıyla biliyor sanmamak gerek. Zaten çoğu zaman isim, tarif de içerir. Her tarif bir sınırlamadır. Sınırlı olan, sonsuz olanı tarif etmede hep eksik kalacağından, marifet-i ilahiyeye dair meselelerde isimlere ve tariflere dikkat etmek gerek. Belki onları tam bir isim ve tam bir tarif olarak değil; girilecek bir kapı, bakılacak bir pencere, bir uzun yolculuğun başlangıcı kabul etmek gerek. Tıpkı bir hurma çekirdeği ile hurma ağacının arasındaki mesafe gibi. İkisi de hurma ama, ikisi de başka.
Mütekellimin kelimelerdeki hassasiyeti bize abartılı gelmemeli. 14 asırdır anlaşılan ve hâlâ anlaşılmaya devam edilen; bitmeyen ve bitmeyecek, belki cennette de üzerine konuşacağımız vahyin her kullanımında bir/bin hikmet var. Hassaten esmayı kullanımında. İsimlerden birisi seçilmişse ayetlerden birisi içinde, "Neden o birisi?" veya "Neden başka birisi değil?" sorularını otomatik sorarım ben. Külliyat içinde Bediüzzaman'ın, bu hikmeti taklit edişinden belki, bir refleks kazanmışımdır. Onun, en küçük Risalesinde bile birçok esmayı beraber kullanmasından, her kullandığı esmanın mevzuun içinde ve hatta o cümlede, altı çizilmesi gereken hikmetli bir duruşu olduğundan; bu alışkanlık ile bakarım Kur'an'a da. Talebe, hocasının yalnızca 'öğreneni' değil, bakış açısını kuşanarak bulmaya devam edenidir. Daha evvel çok kapılar açtı bana bu bakış. İnsan, bir yanıyla hayvan. Bir kapıdan nimetlendi mi, o kapıyı kolay kolay terkedemiyor. Ben de edemem.
"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur" ayeti üzerinden "Neden 'Allah'ın Zikriyle?" diye bir soru çıkarmıştım vaktiyle. O soruyu çok kovaladım, bir yazı oldu. Başlığı da yine aynı soruydu. Ondan başka; "Onlar, 'Rahman evlat edindi' dediler!" ayetini düşünürken de "Neden esmadan bir başkası değil; Samed değil, Kerîm değil! Neden Rahman?" diye düşünmüş ve birşeyler karalamıştım kendimce. Şimdi yine, 11. Lem'a'nın 5. Nükte'si münasebetiyle, Âl-i İmran sûresindeki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki; Allah da sizi sevsin!" ayetini, aynı pencereden bakarak ele almak gerektiğini düşünüyorum.
Çünkü biliyorum: Allah'ı sevmek, Rahman'ı sevmek gibi değildir. Kahhar'ı sevmek, Kerîm'i sevmek gibi değildir. Her isim, bizim sınırlılığımızdan dolayı, duygularımızı kendi rengine boyar. Biz, o kadar aciziz ki; andığımız isme göre kalbimiz de değişiyor. Sevgimiz, onun rengine bürünüyor. Belki küfür de bu acizliğin farkında olamamanın neticesi: "Kâfirler Allah'ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar..." derken Bediüzzaman, bu durumun altını çiziyor.
Allah'ı bilmek, sadece Halık'ı bilmek değil. Fakat Metin Karabaşoğlu abinin yıllar önce dikkatimizi çektiği gibi; günümüzde, Allah denildiğinde çoğu müminin aklına yalnızca Halık isminin manası geliyor. Allah lafzının bütün esmayı kuşattığını, Kenan Demirtaş abinin ifadesiyle; Zat'ın ismi olduğu; bütün esmanın, sıfatların ve şuunatın o isimle kastolunduğunu pek kimse hatırlamıyor.
Bu yüzden işte, ben Allah'ı sevmekle, Kahhar'ı sevmenin, Rahman'ı sevmenin bir olmadığını söylüyorum. Allah, bütün esmanın dengesini bulduğu bir marifet zeminini ifade ediyor aslında esma terminolojisinde. Muhabbeti öyle bir muhabbet. Allah'ı bütün esmasıyla bilme ve sevme; o bilme ve sevmelerin birbirilerine uyumunu kavrama ve esma zemininde de tevhidî bakışı yakalamanın en açık ifadesi. En genele açık, cadde, bereketli, hakikatli yol bu.
Yani bir ismin gölgesinde yolculuk edip onda garkolmak değil yalnız. Sadece Rahman'ı bilmeme, sadece Kahhar'ı bilmeme. Birbirine zıt sandığın, kuşatamadığın tecellilerde dahi bir uyumun olduğunu, hepsinin aynı Zat'ın tecellileri olduğunu farketme Allah'ın zikri. Kalp bu yüzden ancak Allah'ın zikriyle tatmin oluyor. Ve belki bu yüzden, Allah'ı sadece Rahman bilenler, "Evlat edindi" diyebiliyorlar. İhlas sûresindeki; "O doğmamış ve doğurmamıştır!" sırrını kavrayamıyor, marifette eksik kalıyorlar.
"Öyle de Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbü'l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şen ve nâmları; ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve nişanları; ve haşmetnüma icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer temsil ve cilveleri; ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları var. Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı var. Ve ef'alinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder hikmetli tasarrufatı var. Ve rengarenk sanatında ve mütenevvi' masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyâtı vardır."
Ve Mirkatü's-Sünne ve Tiryak-u Marazi'l-Bid'a ismiyle meşhur 11. Lem'a'nın da bu ayet üzerinden verdiği ders boşuna değil. Eğer bütün esmanın dengesini bulduğu bir zeminde, kuşattığı tüm manaları anlamış bir şekilde Allah'ı seviyorsanız; sizin bu Allah'a duyduğunuz muhabbet, ancak Allah Resulü'nün yoluna uymakla mecraını bulur. Çünkü bahsin devamında da altı çizildiği gibi; Allah'ı bütün bu farklı isimleri ve tecelliyatıyla tam anlamış, marifet dersini zirve bir dengede almış bir Peygamber'dir ki, o dengeyi arayanlara yol gösterici olabilir. Sıfatlarda hata yapanlara gelince: Elbette onlar Allah'ı kastettiği tüm manalarla anlayamadıkları için dengeden çıkmaları kaçınılmazdır.
"Evet, Cenab-ı Hakka iman eden, elbette Ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâşüphe, Habibullahın gösterdiği ve takip ettiği yoldur."
Şimdi arkadaşım, anladın mı sünnet-i seniyye'yi beğenmemezlik edenler, "Bize yalnız Kur'an var!" diyenler veya farklı versiyonları, neden bu hatayı ediyorlar? Çünkü onlar birşeylerde garkolmuşlar, birşeylerde hata etmişler. Muhabbetleri tüm kuşatıcılığıyla Allah'a değil ki, buldukları da ona en kısa yol olan Habibullah'ın yolu olsun. Başka türlü seven, elbette kendine has muhabbet rengini cadde-i kübra'nın beyazlığında bulamaz. Sokağına âşık olan, caddeyi beğenir mi hiç?
10 Nisan 2014 Perşembe
Ben ne güzel tekrarım!
"Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar."
28. Söz'den...
Tekrar, hikmetsizlik değil, dairevî bir hikmettir. Çözemezsen haltedersin. Bir hikmeti var ki, yaşam sürekli tekrar olunuyor. Varlık ölüyor, diriliyor. Ölüyor, diriliyor... Yaşamak, ama omuzda yük gibi değil, heyecanla yaşamak. Bu heyecanın çılgınlıklara ihtiyacı yok. Bizim heyecanımız, müminane heyecan; an'ı tıkabasa fiillerle doldurmanın heyecanı değil, anlamlı bekleyişin ve duruşun heyecanı. Ahirete inanan herkes için bu dünya bir bekleme salonu. Yaşamak; bekleyiş ve beklenen olma. Müminlik, emin olunan, kendinden bekleneni yapma. Fiillerin heyecanı dindiğinde, beklemenin heyecanı başlar. Dinlemenin tadını farkettiğinde, konuşmaktan soğursun. Tevekkül de, tefekkür de bu bekleyişten çıkıyor.
İnsan, yaşlanır, ağırlaşır. Hareket etmeye yeteneği azaldığı gibi, hevesi de azalır. Hayat, fiiller topluluğu değildir ondan sonra. Bir seyirdir. Derinliği görünür herşeyin. Boyutlar artar. Başladığınız yere dönersiniz. Çocukken de seyretmişsiniz aynı şeyleri. Şimdi, yani yaşlıyken, yani dairenin sonundayken, yeniden seyredersiniz. Hayat bir dairedir arkadaşım, bir doğru değildir. Tekrarlar birşeyin etrafında döndüğünüzü hatırlatır. Tekrarlanan kelimeler, yine öyle.
"Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.
Nasıl ki; saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekası, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir."
Demem o ki arkadaşım, hayatın özü de bu şahitliktir. Nazarını genişletmeye bak. Senin yaptıklarına da başkaları şahit olur. Bıraktığımız izler şahidimizdir. Bize bırakılan izler şahidimizdir. Yaralarımız, şahidimizdir. Pişmanlıklar bile zamana bırakılmış ayıraçlardır, yani şahidimizdir. Allah şahidimizdir.
Zaten biz de birşeyin yaşlandığını detaylarının artmasından anlarız. Daha çok yüz çizgisinden. Daha ağır ve dolayısıyla komplike tavırlardan; derinlikli fikirlerden, bakışlardan. Birşeyin yavaşlaması çünkü, detaylarının farkedilmesini sağlar. Cisimden kalbe, kalpten ruha geçtikçe, dün ve bugün, yavaşlar. Nesne yavaşlarsa, detayı artar. (Artış eşyada değil, nazarda.) Bir pir-i faniyi seyrederken mesela, hayat sanki daha da karmaşıktır. Oturması, kalkması, yürümesi ve hatta nefes alması. Hepsi yavaşlığıyla korkutur bizi. Hayatın detayı, yani yavaşlığı, yani şahit olunanların artması, yormaya başlar. Belki biraz da bu yüzden gençler, ihtiyarlarla oturmayı pek sevmez. İnsan, bu denli detaylıyken hem de, gaflet dağıtır.
Tekrar, döngünün habercisidir. Senin yaşlanman, senden önce yaşlananlar; senin ölmen, senden önce ölenler. Bu gitmeler gelmeler başka türlü açıklanamaz. Baharın döngüsü, dünyanın döngüsü, döngüler... Sürekli tekrar eden fiiller bize bir dairenin etrafında olduğumuzu anımsatmıyor mu? Eğer hayat bir doğru olsaydı ve yaşanılan hiçbir şey bir daha yaşanmayacak olsaydı, yani 'hiç' gerçekten varolsaydı, tekrar olabilir miydi?
Ben, bu tekrar'ın bizzat ahiretin şahidi olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden Cenab-ı Hak, vahyinde, tekrarat-ı Kur'aniye denilen şeyi yapıyor. Hem kainat yüzündeki tekrarı da hatırlatıyor bizlere. Mesela Bakara 28'de diyor; "Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?" Veya diyor: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız."
Ölüp ölüp dirilenler... Sizi ve sizden öncekileri... Müstakil değilsin yani, öncekiler var. Birşeyin tekrarısın, benzerliklerin var. Yani arkadaşım, senden daha önce yapılmamış hiçbir fiili yaratıyor ve yapıyor değilsin. Büyük döngünün parçasısın. Tekrar Ona döneceksin. Büyük 'ol'un içinde bir 'ol'sun sadece. Milyarlarca insan var yeryüzünde. Hepsinin de yüzleri diyor ki: "Birimizi yaratan hepimizi yaratandır!" Hem de diyor ki: "Bu tekrarın içinde dahi bir orijinallik var. Hiçbirimiz bir diğerimizin tastamam aynı değiliz."
Kibir kırıcıdır bence. Tekrarlara dikkat et. Benzerlikler, benzeyişler, benzetmeler daha çok dikkatini çeksin. Unutma ki; sen tek, biricik, olmazsa olmaz değilsin. 'Tekrar ölen, tekrar dirilen'sin. Ve 'tekrar ölen, tekrar dirilenlerin' bir ferdisin. Varlığı, büyük tekrarın parçası olan, nasıl büyük döngüden bağımsız olur? Kıyame sûresinde dendiği gibi; "İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Zarlar hep aynı geliyorsa, ele dikkat et. Bununla da sevin arkadaşım: Varlığın gelişigüzel değil, kastedilensin.
Tekrar, hikmetsizlik değil, dairevî bir hikmettir. Çözemezsen haltedersin. Bir hikmeti var ki, yaşam sürekli tekrar olunuyor. Varlık ölüyor, diriliyor. Ölüyor, diriliyor... Yaşamak, ama omuzda yük gibi değil, heyecanla yaşamak. Bu heyecanın çılgınlıklara ihtiyacı yok. Bizim heyecanımız, müminane heyecan; an'ı tıkabasa fiillerle doldurmanın heyecanı değil, anlamlı bekleyişin ve duruşun heyecanı. Ahirete inanan herkes için bu dünya bir bekleme salonu. Yaşamak; bekleyiş ve beklenen olma. Müminlik, emin olunan, kendinden bekleneni yapma. Fiillerin heyecanı dindiğinde, beklemenin heyecanı başlar. Dinlemenin tadını farkettiğinde, konuşmaktan soğursun. Tevekkül de, tefekkür de bu bekleyişten çıkıyor.
İnsan, yaşlanır, ağırlaşır. Hareket etmeye yeteneği azaldığı gibi, hevesi de azalır. Hayat, fiiller topluluğu değildir ondan sonra. Bir seyirdir. Derinliği görünür herşeyin. Boyutlar artar. Başladığınız yere dönersiniz. Çocukken de seyretmişsiniz aynı şeyleri. Şimdi, yani yaşlıyken, yani dairenin sonundayken, yeniden seyredersiniz. Hayat bir dairedir arkadaşım, bir doğru değildir. Tekrarlar birşeyin etrafında döndüğünüzü hatırlatır. Tekrarlanan kelimeler, yine öyle.
"Şu dünyada zamanın fenâ ve zevâl-i eşyadaki tesiratı gayet muhteliftir. Ve mevcudat ise, mütedahil daireler gibi birbiri içinde iken, hükümleri zeval noktasında ayrı ayrı oluyor.
Nasıl ki; saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat süratte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekası, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir."
Demem o ki arkadaşım, hayatın özü de bu şahitliktir. Nazarını genişletmeye bak. Senin yaptıklarına da başkaları şahit olur. Bıraktığımız izler şahidimizdir. Bize bırakılan izler şahidimizdir. Yaralarımız, şahidimizdir. Pişmanlıklar bile zamana bırakılmış ayıraçlardır, yani şahidimizdir. Allah şahidimizdir.
Zaten biz de birşeyin yaşlandığını detaylarının artmasından anlarız. Daha çok yüz çizgisinden. Daha ağır ve dolayısıyla komplike tavırlardan; derinlikli fikirlerden, bakışlardan. Birşeyin yavaşlaması çünkü, detaylarının farkedilmesini sağlar. Cisimden kalbe, kalpten ruha geçtikçe, dün ve bugün, yavaşlar. Nesne yavaşlarsa, detayı artar. (Artış eşyada değil, nazarda.) Bir pir-i faniyi seyrederken mesela, hayat sanki daha da karmaşıktır. Oturması, kalkması, yürümesi ve hatta nefes alması. Hepsi yavaşlığıyla korkutur bizi. Hayatın detayı, yani yavaşlığı, yani şahit olunanların artması, yormaya başlar. Belki biraz da bu yüzden gençler, ihtiyarlarla oturmayı pek sevmez. İnsan, bu denli detaylıyken hem de, gaflet dağıtır.
Tekrar, döngünün habercisidir. Senin yaşlanman, senden önce yaşlananlar; senin ölmen, senden önce ölenler. Bu gitmeler gelmeler başka türlü açıklanamaz. Baharın döngüsü, dünyanın döngüsü, döngüler... Sürekli tekrar eden fiiller bize bir dairenin etrafında olduğumuzu anımsatmıyor mu? Eğer hayat bir doğru olsaydı ve yaşanılan hiçbir şey bir daha yaşanmayacak olsaydı, yani 'hiç' gerçekten varolsaydı, tekrar olabilir miydi?
Ben, bu tekrar'ın bizzat ahiretin şahidi olduğunu düşünüyorum. Belki de bu yüzden Cenab-ı Hak, vahyinde, tekrarat-ı Kur'aniye denilen şeyi yapıyor. Hem kainat yüzündeki tekrarı da hatırlatıyor bizlere. Mesela Bakara 28'de diyor; "Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz; öyleyken Allah'ı nasıl inkar edersiniz?" Veya diyor: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin ki, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız."
Ölüp ölüp dirilenler... Sizi ve sizden öncekileri... Müstakil değilsin yani, öncekiler var. Birşeyin tekrarısın, benzerliklerin var. Yani arkadaşım, senden daha önce yapılmamış hiçbir fiili yaratıyor ve yapıyor değilsin. Büyük döngünün parçasısın. Tekrar Ona döneceksin. Büyük 'ol'un içinde bir 'ol'sun sadece. Milyarlarca insan var yeryüzünde. Hepsinin de yüzleri diyor ki: "Birimizi yaratan hepimizi yaratandır!" Hem de diyor ki: "Bu tekrarın içinde dahi bir orijinallik var. Hiçbirimiz bir diğerimizin tastamam aynı değiliz."
Kibir kırıcıdır bence. Tekrarlara dikkat et. Benzerlikler, benzeyişler, benzetmeler daha çok dikkatini çeksin. Unutma ki; sen tek, biricik, olmazsa olmaz değilsin. 'Tekrar ölen, tekrar dirilen'sin. Ve 'tekrar ölen, tekrar dirilenlerin' bir ferdisin. Varlığı, büyük tekrarın parçası olan, nasıl büyük döngüden bağımsız olur? Kıyame sûresinde dendiği gibi; "İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?" Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Tekrarda kast var. Zarlar hep aynı geliyorsa, ele dikkat et. Bununla da sevin arkadaşım: Varlığın gelişigüzel değil, kastedilensin.
8 Nisan 2014 Salı
Yalnızlık psikolojisi
Daha evvelki yazılarda, Ali Şeriatî'nin metinlerinden de istifadeyle, tevhidî bakışın dünyayı nasıl bir bütün olarak algıladığını; şirkin ise nasıl onu parçalara/adacıklara ayırdığını konuşmuştuk. Enbiya sûresinde; "Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti..." beyanıyla da altı çizildiği gibi: Şirkin teolojisi, ister istemez, farklı yaratıcılar ve bu farklı yaratıcıların farklı yaratış süreçlerinden sonra ortaya çıkan çelişkili ve çatışık bir evren düzenini beraberinde getiriyordu. (Marx'ın zahiren ateist, ama aslında politeist 'sınıf çatışmaları' tezlerine de atıf yapmıştık bu noktada, anımsarsınız.)
Daha felsefelerine dair derinlikli bir inceleme yapmadan, teolojilerinin hikayeleştirilmiş hali diyebileceğimiz mitolojilerine baktığımızda bile bu çelişik hali görüyorduk. Eski Yunan ve Eski Mısır'dan tutun, Hindistan'daki çok tanrılı dinlere kadar bütün şirk ekollerindeki mitolojiler, ilahların birbiriyle savaştığı, varlığın böyle ortaya çıktığı, karmaşanın kaçınılmaz bir şekilde toplumsal hayata ve evrene hâkim olduğu bir düzenin sembolizmini içeriyordu.
Bu çatışık inanış ve bunun arkasında müşrik bireylere yüklenmiş felsefe, onların da evrene bakışlarının böylesi parçalayıcı bir etki içermesini sonuç veriyordu. Örneğin; geçmişten günümüze ortaya çıkan bütün asabiyetler (kabile, ırk, inanış, coğrafik veya sınıfî tüm çeşitleriyle), bu asabiyetlere sahip toplulukların kendi tanrılarına sahip oluşları üzerinden temellendiriliyordu. Cahiliye dönemi Arap coğrafyasında kendisine özel bir tanrıya tapan kabileler vardı mesela. Zengin kabileler tanrılarını altından, gümüşten, değişik değerli şeylerden yaptırarak; tanrısı helvadan veya başka değersiz bir maddeden olan zayıf kavimlere teoloji temelli bir üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Yukarıda, teolojik düzlemde oluşturulmuş bir kast; toplumsal zeminde de ikinci bir kastı beraberinde getiriyordu. Bu bölünmeler, parçalanmalar, daha küçük parçalara ayrılmalar tevhidî bir nazar kuşanılmadıkça tesirini sürdürüyordu.
Belki de Bakara sûresindeki şu ayet, en güzel şekliyle bu hali tasvir ediyor: "Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir."
Burada fesad/bozgunculuk kelimesi üzerinde durmadan önce, bu ayet bağlamında 23. Söz'e atıf yapmak istiyorum. 23. Söz'de Bediüzzaman'ın imanı 'intisap/bağlanma' ekseninde yorumlaması cidden çok enteresandır:
"İnsan, nur-u imân ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer; Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, imân insanı Sâni-i Zülcelâline nispet ediyor. İmân bir intisabdır. Öyle ise, insan, imân ile insanda tezâhür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibâriyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir, kıymeti dahi yalnız madde itibâriyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bu noktadan hareketle; ayette geçen 've yaktaûne'yi, Bediüzzaman'ın, genelde meallerde verildiği şekliyle 'beşerî ilişkilerin kesilmesi' bağlamında değil, "Küfür, o nisbeti kat' eder" ifadesiyle, daha geniş bir düzlemde, yani 'tevhidî bir bakışın bütün kainatı birleştirici nazarından yoksunluk' ekseninde ele aldığını düşünüyorum. Çünkü hakikaten tevhid, sadece varlığı Allah'la değil, birbiriyle de bağlar, akraba eder.[1]
Eğer tevhid nazarına sahip olamazsanız, evren size, "Hayat bir mücadeledir!" dedirtecek kadar kavgalı bir surette görünebilir. Buradaki asıl uyanış, varlıkta görünen şen ve namların, 'birbirine bakar şen ve namlar' olduğunu anlamakla olur. Ve bu 'birbirine bakmak' intisabın veciz bir tarifidir: "Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi birbirine yardım eder, birbirini görür gibi birbirine elele verir; birbirinin işini tekmil için birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Her şeyi buna kıyas et; tâdâd ile bitmez."[2]
Peki, şirk kokan nazarların evreni ve toplumu ayette geçen şekliyle fesada uğrattığı (ve yufsidûne), bozgunculuk çıkardığı, yani onları birbirinden bağımsız ve birbiriyle çatışık adacıklara çevirdiği (dolayısıyla yalnızlaştırdığı) bir düzlemde bir müslüman ne yapabilir? Sanıyorum bunun dersini de bize en güzel 11. Lem'a veriyor. "Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir..." hadisiyle başlayan yolculukta özellikle 4. Nükte'de verilen 'yalnızlık' dersi, ilişkilerin yeniden asabiyetlere göre konumlandırıldığı, tevhidî bağların kat' edildiği/kesildiği düzlemde, 'müminane duruş sabrının' dayanaklarını çok güzel ortaya koyuyor. Aslında bu kısım, bir yönüyle fesad-ı ümmet zamanında bir müminin düşebileceği yalnızlığı da[3] dikkat çekiyor diyebiliriz.
Öyle ya, sünnet-i seniyeye intisap, o intisap dünyevî ölçülerle de kazandırıyorken kolaydır. Peki ya, hayatınız fesad-ı ümmet zamanına denk geliyorsa? Sünnete uymak, dünyevî ölçülerde kaybettiriyor gibi duruyorsa? Yalnızlaştırıyorsa? O zaman kaybediyor olmaya rağmen duruşunu bozmamak nasıl olacaktır? Bediüzzaman bu kopuş zamanlarında dayanma gücünü yine Kur'an'da ve Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatında bulur. "Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur!" ayetini yalnızca Hz. Resulullaha bir emir olarak değil, tüm zamanların mürşidlerine söylenmiş bir nasihat olarak şöyle yorumlar:
"(...) Öyle de, mânâ-yı işarîsiyle der ki: 'Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden mufarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme. De ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar; başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarik-i hakkı takip edecek muti kullarını gönderebilir. Madem öyledir; O herşeye bedeldir, bütün eşya birtek teveccühüne bedel olamaz' der."
Siz hiç Kur'an'ı 'size indirilmiş bir psikolog' gözüyle okuyabildiniz mi? 11. Lem'a'ın 4. Nükte'si, Bediüzzaman'ın, kendi yalnızlığına Kur'an'dan bulduğu bu teselliyle, Kur'an'dan bir psikoloji kitabı çıkarılabileceğinin ışığını gösteriyor bizlere. Ve bir taraftan da şu anlarım bu bahisten:
Ümmet fesada düştüğünde, bütün bağlar kopup ilişkiler asabiyetler ekseninde yeniden şekillendiğinde, o tauna rağmen yüz şehidin mutluluğunu (ecr dolayısıyla mutlu eden demektir) kalbinde taşımak istiyorsan, sünnet-i seniyyeden ayrılma. "İman bir intisabdır." Durduğun yeri kaybetmezsen, varlıkla ve Allah'la bağını korursan, uzun vadede kazanan, kısa vadede de mutlu olan kesinlikle sen olacaksın. Ne olur, antika olduğunu unutup, demirciler çarşısındaki kendine değer arama. Her dalgada, sallantıda yeni bağların peşinde koşma! Duruşun ilkesel olsun, konjonktürel değil. Konjonktür değişkendir, huzur getirmez.
[1] "Müminler ancak kardeştir" ayeti bunun da ilanıdır aslında bir yönüyle.
[2] Bu arada, 'birbirine bakar' ifadesini külliyatta bir taramanızı ne kadar isterim. Bediüzzaman bu ifadeyi iki şekilde kullanır. 1) Esma düzeyinde bağlantıları göstermek. 2) Eşya düzeyindeki birlikteliklere dikkat çekmek.
[3] Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman o kısımda önce kendisinin üç yalnızlığından bahseder, sonra ayeti buna deva olarak yorumlar.
Daha felsefelerine dair derinlikli bir inceleme yapmadan, teolojilerinin hikayeleştirilmiş hali diyebileceğimiz mitolojilerine baktığımızda bile bu çelişik hali görüyorduk. Eski Yunan ve Eski Mısır'dan tutun, Hindistan'daki çok tanrılı dinlere kadar bütün şirk ekollerindeki mitolojiler, ilahların birbiriyle savaştığı, varlığın böyle ortaya çıktığı, karmaşanın kaçınılmaz bir şekilde toplumsal hayata ve evrene hâkim olduğu bir düzenin sembolizmini içeriyordu.
Bu çatışık inanış ve bunun arkasında müşrik bireylere yüklenmiş felsefe, onların da evrene bakışlarının böylesi parçalayıcı bir etki içermesini sonuç veriyordu. Örneğin; geçmişten günümüze ortaya çıkan bütün asabiyetler (kabile, ırk, inanış, coğrafik veya sınıfî tüm çeşitleriyle), bu asabiyetlere sahip toplulukların kendi tanrılarına sahip oluşları üzerinden temellendiriliyordu. Cahiliye dönemi Arap coğrafyasında kendisine özel bir tanrıya tapan kabileler vardı mesela. Zengin kabileler tanrılarını altından, gümüşten, değişik değerli şeylerden yaptırarak; tanrısı helvadan veya başka değersiz bir maddeden olan zayıf kavimlere teoloji temelli bir üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Yukarıda, teolojik düzlemde oluşturulmuş bir kast; toplumsal zeminde de ikinci bir kastı beraberinde getiriyordu. Bu bölünmeler, parçalanmalar, daha küçük parçalara ayrılmalar tevhidî bir nazar kuşanılmadıkça tesirini sürdürüyordu.
Belki de Bakara sûresindeki şu ayet, en güzel şekliyle bu hali tasvir ediyor: "Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir."
Burada fesad/bozgunculuk kelimesi üzerinde durmadan önce, bu ayet bağlamında 23. Söz'e atıf yapmak istiyorum. 23. Söz'de Bediüzzaman'ın imanı 'intisap/bağlanma' ekseninde yorumlaması cidden çok enteresandır:
"İnsan, nur-u imân ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer; Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, imân insanı Sâni-i Zülcelâline nispet ediyor. İmân bir intisabdır. Öyle ise, insan, imân ile insanda tezâhür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibâriyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı Rabbâniye gizlenir, kıymeti dahi yalnız madde itibâriyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir."
Bu noktadan hareketle; ayette geçen 've yaktaûne'yi, Bediüzzaman'ın, genelde meallerde verildiği şekliyle 'beşerî ilişkilerin kesilmesi' bağlamında değil, "Küfür, o nisbeti kat' eder" ifadesiyle, daha geniş bir düzlemde, yani 'tevhidî bir bakışın bütün kainatı birleştirici nazarından yoksunluk' ekseninde ele aldığını düşünüyorum. Çünkü hakikaten tevhid, sadece varlığı Allah'la değil, birbiriyle de bağlar, akraba eder.[1]
Eğer tevhid nazarına sahip olamazsanız, evren size, "Hayat bir mücadeledir!" dedirtecek kadar kavgalı bir surette görünebilir. Buradaki asıl uyanış, varlıkta görünen şen ve namların, 'birbirine bakar şen ve namlar' olduğunu anlamakla olur. Ve bu 'birbirine bakmak' intisabın veciz bir tarifidir: "Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi birbirine yardım eder, birbirini görür gibi birbirine elele verir; birbirinin işini tekmil için birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Her şeyi buna kıyas et; tâdâd ile bitmez."[2]
Peki, şirk kokan nazarların evreni ve toplumu ayette geçen şekliyle fesada uğrattığı (ve yufsidûne), bozgunculuk çıkardığı, yani onları birbirinden bağımsız ve birbiriyle çatışık adacıklara çevirdiği (dolayısıyla yalnızlaştırdığı) bir düzlemde bir müslüman ne yapabilir? Sanıyorum bunun dersini de bize en güzel 11. Lem'a veriyor. "Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir..." hadisiyle başlayan yolculukta özellikle 4. Nükte'de verilen 'yalnızlık' dersi, ilişkilerin yeniden asabiyetlere göre konumlandırıldığı, tevhidî bağların kat' edildiği/kesildiği düzlemde, 'müminane duruş sabrının' dayanaklarını çok güzel ortaya koyuyor. Aslında bu kısım, bir yönüyle fesad-ı ümmet zamanında bir müminin düşebileceği yalnızlığı da[3] dikkat çekiyor diyebiliriz.
Öyle ya, sünnet-i seniyeye intisap, o intisap dünyevî ölçülerle de kazandırıyorken kolaydır. Peki ya, hayatınız fesad-ı ümmet zamanına denk geliyorsa? Sünnete uymak, dünyevî ölçülerde kaybettiriyor gibi duruyorsa? Yalnızlaştırıyorsa? O zaman kaybediyor olmaya rağmen duruşunu bozmamak nasıl olacaktır? Bediüzzaman bu kopuş zamanlarında dayanma gücünü yine Kur'an'da ve Hz. Resulullah aleyhissalatu vesselamın hayatında bulur. "Ey Peygamber, eğer insanlar senden yüz çevirirse, sen de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur!" ayetini yalnızca Hz. Resulullaha bir emir olarak değil, tüm zamanların mürşidlerine söylenmiş bir nasihat olarak şöyle yorumlar:
"(...) Öyle de, mânâ-yı işarîsiyle der ki: 'Ey insan ve ey insanın reisi ve mürşidi! Eğer bütün mevcudat seni bırakıp fenâ yolunda ademe giderse, eğer zîhayatlar senden mufarakat edip ölüm yolunda koşarsa, eğer insanlar seni terk edip mezaristana girerse, eğer ehl-i gaflet ve dalâlet seni dinlemeyip zulümata düşerse, merak etme. De ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Madem O var, herşey var. Ve o halde, o gidenler ademe gitmediler. Onun başka memleketine gidiyorlar. Ve onların bedeline o Arş-ı Azîm Sahibi, nihayetsiz cünud ve askerinden, başkalarını gönderir. Ve mezaristana girenler mahvolmadılar; başka âleme gidiyorlar. Onların bedeline başka vazifedarları gönderir. Ve dalâlete düşenlere bedel, tarik-i hakkı takip edecek muti kullarını gönderebilir. Madem öyledir; O herşeye bedeldir, bütün eşya birtek teveccühüne bedel olamaz' der."
Siz hiç Kur'an'ı 'size indirilmiş bir psikolog' gözüyle okuyabildiniz mi? 11. Lem'a'ın 4. Nükte'si, Bediüzzaman'ın, kendi yalnızlığına Kur'an'dan bulduğu bu teselliyle, Kur'an'dan bir psikoloji kitabı çıkarılabileceğinin ışığını gösteriyor bizlere. Ve bir taraftan da şu anlarım bu bahisten:
Ümmet fesada düştüğünde, bütün bağlar kopup ilişkiler asabiyetler ekseninde yeniden şekillendiğinde, o tauna rağmen yüz şehidin mutluluğunu (ecr dolayısıyla mutlu eden demektir) kalbinde taşımak istiyorsan, sünnet-i seniyyeden ayrılma. "İman bir intisabdır." Durduğun yeri kaybetmezsen, varlıkla ve Allah'la bağını korursan, uzun vadede kazanan, kısa vadede de mutlu olan kesinlikle sen olacaksın. Ne olur, antika olduğunu unutup, demirciler çarşısındaki kendine değer arama. Her dalgada, sallantıda yeni bağların peşinde koşma! Duruşun ilkesel olsun, konjonktürel değil. Konjonktür değişkendir, huzur getirmez.
[1] "Müminler ancak kardeştir" ayeti bunun da ilanıdır aslında bir yönüyle.
[2] Bu arada, 'birbirine bakar' ifadesini külliyatta bir taramanızı ne kadar isterim. Bediüzzaman bu ifadeyi iki şekilde kullanır. 1) Esma düzeyinde bağlantıları göstermek. 2) Eşya düzeyindeki birlikteliklere dikkat çekmek.
[3] Okuyanlar hatırlayacaktır. Bediüzzaman o kısımda önce kendisinin üç yalnızlığından bahseder, sonra ayeti buna deva olarak yorumlar.
6 Nisan 2014 Pazar
Fâsık Psikolojisi
"(...) iyi olan hiçbir şeyi sevmezler yavrum, kendileri iyi olmadıkları için onları da yok ederler."
Gorki, Çocukluğum'dan...
Fâsık: Sözlükte 'çıkmak' manasına gelir. Istılahta ise dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir. Fıskı derecelendirme açısından üç grupta toplamak mümkündür: 1) Günahı çirkin olarak kabul edip bazen günah işlemek. 2) Bir günahı ısrarla yapmak. 3) Günahın çirkin olduğunu inkar ederek bu günahı işlemeye açıkça devam etmek. Sonuncusu, küfrü gerektiren bir durumdur. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili'nden).
İlk kez Metin Karabaşoğlu abiden işitmiştim bu nüansı: “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste İslam kelimesinin olmadığını. Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. İlgili yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Varlık hayır üzerineydi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu. Yaratılışta kötülük yoktu, yorumlanışta kötülük vardı.
Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Hiç kimse laboratuvara kapanıp çalışırken şirkin varlığına bilimsel bir veri keşfetmiyordu. (Üretilen herşey teori/tasavvur düzeyinde, şirkin mümkünlüğünü yol bulmak nazarıyla kurgulanmış uydurmalardı.) Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?
Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde, sanıyorum, bunun cevabını yakaladım. Bu eserin Ateistlerin İnancı isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:
“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”
Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın nameşru zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu. İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Üstad Hazretleri Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra fâsık psikolojisine şöyle değiniyordu:
“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”
Burada da vurgulandığı üzere günahkârlık ve ileri aşamasıyla fâsıklık, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki karşı koyuşu, hayır üzere olan içsesi bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu noktada bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma:
"Bakın, Allah, bir sivrisineği (hatta) ondan daha küçük bir şeyi örnek getirmekten kaçınmaz. İmana ermiş olanlara gelince, onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, 'Bu örnek ile Allah ne demek istiyor acaba?' derler. Bu yolla Allah, bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğruya yöneltir, fakat fâsıklardan başkasını saptırmaz."
Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:
“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki:
‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîm'in de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”
Bu metinler, beni tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: "Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden?" Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti elbette. Fakat ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı, yani 'göremeyen veya görmek istemeyen'lerin nazarlarında, zatında hayır üzere olan varlığın küfür ve şer üzerine esnetildiği/yorumlandığı aşikârdı. Küfrün özünde mantık değil, hedonizm/zevkçilik vardı. Kuvve-i akliye, ancak daha sonra sapmış olan diğer iki kuvvenin peşinden bilgi üretimine başlıyordu dalalet ekolünde.
Tıpkı ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günah işlemeye yönelik karşı konulmaz bir arzu duyanlar, sonra bu arzunun peşinde doludizgin koşanlar, elbette aralarında engel olarak gördükleri şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı. Ve arkadaşım, o yol, insanın kötülüğü canı istediği sürece, açıktı.
Not: Bu yazı daha önce, epey kısa bir şekliyle Küfür Psikolojisi olarak yayınlanmıştı. Bakara sûresindeki ilgili ayet üzerine yeni bir yazı kaleme almaya niyetlendiğimde, sıfırdan yeni birşey yazmak yerine, çok dışına çıkamadığım görünce, eskisi üzerinde çalıştım. Fâsık Psikolojisi, o yazının zenginleştirilmiş şeklidir.
Gorki, Çocukluğum'dan...
Fâsık: Sözlükte 'çıkmak' manasına gelir. Istılahta ise dinin hükümlerine bağlanıp onları kabul ettikten sonra o hükümlerin tamamını ya da bir kısmını ihlâl eden anlamına gelmektedir. Fıskı derecelendirme açısından üç grupta toplamak mümkündür: 1) Günahı çirkin olarak kabul edip bazen günah işlemek. 2) Bir günahı ısrarla yapmak. 3) Günahın çirkin olduğunu inkar ederek bu günahı işlemeye açıkça devam etmek. Sonuncusu, küfrü gerektiren bir durumdur. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili'nden).
İlk kez Metin Karabaşoğlu abiden işitmiştim bu nüansı: “Her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” diye bildiğim hadiste İslam kelimesinin olmadığını. Daha sonra da Oyuncak Tamirhanesi’nde okudum aynı şeyi. Orada, bu kelimenin varolmayışından bir hakikat devşiriliyordu. İlgili yazının konusu bir yana, benim oradan kendime çıkardığım ders; hidayetin asıl, küfrün arizî oluşuydu. Yani tevhid inancı insanın özünde vardı. Öz temizdi. Varlık hayır üzerineydi. Küfür sonradan oyuna dahil oluyordu. Yaratılışta kötülük yoktu, yorumlanışta kötülük vardı.
Ama peşinden garip bir soru geldi bu sefer: Eğer özdeki tevhidse, insan nasıl bir sürecin sonunda küfre giriyordu? Neye mağlup oluyor da küfrü kabul ediyordu? Öyle ya, kainatta küfrü destekleyecek bir delil de yoktu. Hiç kimse laboratuvara kapanıp çalışırken şirkin varlığına bilimsel bir veri keşfetmiyordu. (Üretilen herşey teori/tasavvur düzeyinde, şirkin mümkünlüğünü yol bulmak nazarıyla kurgulanmış uydurmalardı.) Peki, bu kem yangın, ilk kıvılcımını nereden alıyordu?
Mustafa Akyol’a ait olan Modern Ezberlerin Sonu isimli eserde, sanıyorum, bunun cevabını yakaladım. Bu eserin Ateistlerin İnancı isimli bölümünde Mustafa Akyol şöyle bir bilgi veriyordu okurlarına:
“(...) Amerikalı düşünür Benjamin Wiker, ateizm ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...”
Anlaşıldığı üzere Mustafa Akyol, burada, küfrün kainatta bir delil bulamamasına karşılık, nasıl varolabildiğini sorguluyordu. Oradan araştırması sonucu vardığı sonuç, kaynağın hazcılık oluşuydu. İnsanın nameşru zevklere müptela oluşu, bir noktadan sonra bu günahların sıkletinden kurtulmak için küfre kaçmasına neden oluyordu. İlgili metni okur okumaz aklıma Bediüzzaman’ın İkinci Lem’a isimli eseri geldi. Orada da Üstad Hazretleri Hz. Eyyub aleyhisselamın kıssasından mülhem, tevbenin gerekliliğini vurguladıktan sonra fâsık psikolojisine şöyle değiniyordu:
“(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”
Burada da vurgulandığı üzere günahkârlık ve ileri aşamasıyla fâsıklık, aslına küfrün kapısıydı. Günaha ve ondaki zevke müptela olan insan, vicdanındaki karşı koyuşu, hayır üzere olan içsesi bastırabilmek umuduyla en sonunda imkansızı vâki gibi görmeye başlıyordu. Bu noktada bir ayet ve bu ayetin İşaratü’l-İ’caz’da tefsir edilişi geldi aklıma:
"Bakın, Allah, bir sivrisineği (hatta) ondan daha küçük bir şeyi örnek getirmekten kaçınmaz. İmana ermiş olanlara gelince, onun Rablerinden gelen bir hakikat olduğunu bilirler. Hakikati inkara şartlanmış olanlar ise, 'Bu örnek ile Allah ne demek istiyor acaba?' derler. Bu yolla Allah, bir çoğunu saptırırken bir çoğunu da doğruya yöneltir, fakat fâsıklardan başkasını saptırmaz."
Bediüzzaman, ilgili ayeti tefsir ederken, yukarıdakine benzer bir yorumla şunları söylüyordu:
“Evvelâ bilinmesi lâzımdır ki, Kur’ân-ı Kerimin i’câz ve nazmında şek ve şüpheleri ika eden fâsıkların, bilhassa bu makamda, bu cümlede mezkûr sıfatlarla tavsifleri, pek yüksek ve lâtif bir münasebeti taşıyor. Evet, sanki Kur’ân-ı Kerim diyor ki:
‘Kur’ân-ı ekber denilen kâinatın nizamında kudret-i ezeliyenin i’câzını göremeyen veya görmek istemeyen o fâsıkların, Kur’ân-ı Kerîm'in de nazm ve i’câzında tereddütleri ve kör gözleriyle i’câzını göremeyip inkâr etmeleri, baîd ve garip değildir. Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı, tesadüfe; ve tahavvülat-ı garibeyi ve inkılâbât-ı acibeyi, abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’ân’ın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler.’”
Bu metinler, beni tavuk ve yumurta bahsine benzer bir sorgulamaya götürdüler: "Küfür mü günahtan çıkar, günah mı küfürden?" Cevap, bir yönüyle her ikisi için de evetti elbette. Fakat ilk küfrün, fâsıkların meyl-i günahlarından çıktığı, yani 'göremeyen veya görmek istemeyen'lerin nazarlarında, zatında hayır üzere olan varlığın küfür ve şer üzerine esnetildiği/yorumlandığı aşikârdı. Küfrün özünde mantık değil, hedonizm/zevkçilik vardı. Kuvve-i akliye, ancak daha sonra sapmış olan diğer iki kuvvenin peşinden bilgi üretimine başlıyordu dalalet ekolünde.
Tıpkı ayet-i kerimenin de dediği gibi; verdiği misallerle Allah ancak fâsıkları saptırıyordu. İçlerinde günah işlemeye yönelik karşı konulmaz bir arzu duyanlar, sonra bu arzunun peşinde doludizgin koşanlar, elbette aralarında engel olarak gördükleri şeyi, en nihayet inkâra kalkışıyorlardı. Tevbe bu yüzden önemliydi. Çünkü her günah içinde küfre gidecek bir yol vardı. Ve arkadaşım, o yol, insanın kötülüğü canı istediği sürece, açıktı.
Not: Bu yazı daha önce, epey kısa bir şekliyle Küfür Psikolojisi olarak yayınlanmıştı. Bakara sûresindeki ilgili ayet üzerine yeni bir yazı kaleme almaya niyetlendiğimde, sıfırdan yeni birşey yazmak yerine, çok dışına çıkamadığım görünce, eskisi üzerinde çalıştım. Fâsık Psikolojisi, o yazının zenginleştirilmiş şeklidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Kaderin varsayımlarla işi olmaz
Arkadaşım 'fena ve fani adamların güzel ve bâki sözleri olabileceğini' cennetmekan mürşidimiz öğretti bize. Bu minvalde kalmak kaydı...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...