29 Mayıs 2015 Cuma

Eski Said'in lisanı da Said'in lisanıdır

Her gün Risale okumaya çalışıyorum. Fakat her gün bir dizi başka metin de okuyorum. Bilgi olarak Risale-i Nur'a kanaat edemiyorum, ama bakışaçısı olarak Risale-i Nur'a kanaatim var. Hayatı, Bediüzzaman'ın gözüyle ve kalbiyle görmek isterim. Bunu Rabbimden dilerim. 'Risale-i Nur'a kanaat etmek' bence budur. Başka kitap okumamak demek değildir.

Salt diğer metinleri okuduğumda hayatımda bir boşluk oluşuyor sanki. Adımlarım kararsızlaşıyor. Yargılarıma ve yazdıklarıma güvenemez oluyorum. Zulmetme ihtimalim artıyormuş gibi geliyor. Aptallaşıyorum. Cesaretim azalıyor. 'Sapasağlam bir kulp'tan kopuyorum. Boşluğa düşüyorum. Nefsime güvenmiyorum. Yorumuma güvenmiyorum. Bastığım yere güvenmiyorum. Eğer onu Bediüzzaman'ın Kur'an tedrisinde bir yere bağlayamazsam ayaklarım kayıyor. Avamım çünkü. Avam, izleyeceği güvenilir bir ayak izine muhtaçtır.

Başkalarını okumak, başkalarında varolmak, başkalarının gözlerinden de bakmak, yani bize biraz başkasının bulaşması, boyamızın onun boyasıyla karışması, başkalarında misafir olmaktır. Sizdeki esma, ondaki esma... Bizde tecelli edenler ve onda yansıyanlar... Kardeşlik. Kandan ve kalpten öte düşünsel bir kardeşlik. O'nda mizaç. Biz'de imtizaç.

Her misafir olduğunuz yerde birşeyler ikram ederler. Bunu severim. Fakat içinde Kur'an'dan bir lokma yoksa, aynı zamanda asl-ı insandan da bir uzaklaşmadır bu okumalar. Kesrette boğulmak, kesretin enformatik cehaletinde boğulmak, nevin enaniyetinde boğulmak... O yüzden, her ne okusam okuyayım, vaktimin/okumamın diğer bir parçası da vahye dönüktür. Mürşidimin gözlerine geri dönemezsem, başkasının gözlerinden görünen bu âlemler beni zehirler. Taşları onlar kadar düzgün, nazarı onun kadar yerinde, muhakemesi onunki kadar selametli, kalbi onunki gibi şefkatli gelmez çünkü. Fikrimin abdest tazelemesidir mürşidime dönüşlerim.

Risale-i Nur okurken, mürşidimden, bilgiden daha çok bakışaçısı aldığımı düşünüyorum. Ondaki bilgi salt bir done değil. Daha sonra işinize yaramayacak kadar hazır sunulmuş, yani yolu öğretilmemiş yorum da değil. Hatta kuş gibi 'yalnız civcivinin tüketebileceği' kay da vermiyor sizlere. Koyun gibi 'her canlının yavrusunun içebileceği' sütü sunuyor.

"Bunu böyle bil! Şunu şöyle bil! Onu öyle bil!" tarzı bir okuma değil ihsan edilen. "Buna ve buna benzer şeylere böyle bak. Şuna ve şuna benzer şeylere şöyle bak. Ona ve ona benzer şeylere öyle bak!" tarzı, kitaptan hayatıma ve geleceğime uzanan bir irşad oluştur (benim için) Risale okumak. Bir gruba mensup olmuşum, bir geleneğe dahil olmuşum, 'Türkiye'de bilmem kaç tane Nurcu var'mış'lı mevzular, değil enaniyetimi okşamak, gönlüme sıklet veriyor. Mezara girdiğimde de yalnızım, Risale okurken de. Okumak, bir rabıta-i mevttir. Eğer ölümü hatırlayan ve hatırlatan metinler okuyorsanız. Orada kalabalık teselli vermezken, burada nasıl teselli bulabilirim?

Risale-i Nur'u okumak kendimi neden böyle hissettiriyor? Yukarıda bir damlacık dokundum: Kur'an'ın 'sapasağlam kulbundan' tutunduğum hissini veriyor bana Risale-i Nur. Şu dediğim hissidir. Sözüme inanmayana izah edemem. Çünkü ancak tadılınca bilinecek birşeydir. Allah Resulü gibi derim: "Allah senin kalbine merhamet koymamışsa, ben ne yapabilirim?" Böyle şeylerin zevki/tadı öğretilemez ki. Şunu da Nurcular adına bir 'eziklik psikolojisi' olarak görürüm: "Haaaayııır, öyle değiiiil, biz aslında Kur'an'ı anlamak için Risale okuyoruuuuuz!" Kur'an'ın yerine Risale-i Nur'u koymakla veya Bediüzzaman'a peygamber muamelesi yapmakla itham edenlere cevap yetiştirmek için söylediğimiz şeyler.... Aslında 'kendimizi beğendirmek için' attığımız taklalar!

Bu ezikliği niye yaşıyoruz? Bir müslüman, Kur'an'ın yerine koyarak birşeyi okur mu? Okursa ona müslüman denir mi? Bu insanlar bizi nasıl ağır şeylerle itham ediyorlar da onlara karşı izzetle; "Ağzını topla ulan!" demek yerine ezik ezik savunmalar geliştiriyoruz. Ben artık böyle cevaplar vermeye didindiğim ergenlik Nurculuğunu geçtim. Doğrudan şunu soruyorum: "Açık söyle. Bana kafir mi demek istiyorsun?" Kur'an'ın yerine başka kitap koymak demek odur çünkü. Aslında bunu demek istiyorsa, bunu desin ve ben de ona göre ona cevap vereyim.

Arkasındaki niyet kara, kalp kara, beyin kara sorulara, teveccüh-ü nas köleliğinden kopmamış, hemen ceket ilikleyen cevaplar vermekten vazgeçmemiz lazım. Herkes Bediüzzaman'ı veya bizi sevmek zorunda değil. Sevmek kadar sevilmemek de sünnettir. Bu yüzden Nurcu kardeşlerimi "Suç bizde, demek ki yeterince kendimizi anlatamamışız!" ezikliğinden "Belki de kafaları basmıyordur!" izzetine çağırıyorum. Bediüzzaman'ı, Bediüzzamanca savunmak lazım. Eski Said'in lisanı da Said'in lisanıdır. Altta kalacak kadar alttan almak yakışmıyor.

28 Mayıs 2015 Perşembe

Ali'siz alevilik problem, peki 'Ali'li alevilik' çözüm mü?

Sened ve kaynak yönünü çok bilmemekle birlikte (Tirmizi'de benzer/yakın bir şekilde geçtiğini biliyorum yalnız), hadis olarak işittiğim, "Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır..." ifadesini anlamaktaki/yorumlamaktaki genel temayül, elbette faziletinde hiçbir şüphe olmayan İmam Ali (Allah ondan razı olsun) efendimin sitayişine dairdir. Onun, nebevî mirası taşımaktaki liyakatine/ilmine veya ehl-i beytin nesiller boyunca ümmet içinde icra edeceği hizmetin bidayetine/nesline işaret olarak yorumlanan bu hadise benim bir farklı bakışım daha var. Bu bakışımın beslendiği kaynak Aleviliğim. Sünni kardeşler ürkmesin hemen. Çünkü yaptığı istikamet çağrısı nedeniyle hoşlarına gidecek birşey söyleyeceğim. Diyorum ki: Bu hadis, Hz. Ali'nin değerine dair verdiği bilgilerin yanında, Hz. Ali'ye haddinden fazla muhabbet ve makam verenlere bir ayar çekiyor da olamaz mı?

Allah Resulü aleyhissalatuvesselam, "Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır..." derken, Hz. Ali'nin kıymetini ifade etmenin yanında, 'Kapıyı şehir yerine koymayın. Kapının amacı şehre girmektir. İfrat edip aracı amaç haline getirmeyin!" uyarısı da yapıyor diyemez miyiz? Ben böyle de bir yorum yapabilmeyi mümkün görüyorum. "Neden?" derseniz, Allah Resulünün Hz. Ali'ye, 'bu ümmet içinde Hz. İsa'ya benzer/yakın bir kaderi yaşayacağına yönelik' şeyler söylediğini de biliyorum. Bediüzzaman, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nde naklediyor:

"Hem, nakl-i sahih-i kat'î ile, İmam-ı Ali'ye (r.a.) demiş: 'Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ'ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle—hâşâ—'ibnullah' dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir. (...) Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara 'Nâsibe' denilir.'"

Daha fazla sözü uzatacak birşeyim yok. İşte ben de mürşidimin uyandırdığı bir uyanıklıkla bu yazıyı yazdım. Bakış açısı dediğimiz şey, baktığımız şeyden alacağımız hisseyi de etkiliyor. Ali'siz Aleviliğe karşı 'Ali'li Aleviliği' savunmak güzel, Hz. Ali'ye 'ilmin kapısı' olarak bakmak da, fakat 'şehri Allah Resulü olan ilmin ancak kapısı olduğunu' kalpte tutmak en değerlisi. Bediüzzaman'ın 'mana-i harfi' dediği bakış açısı eğitimi tamamen bunun üzerine. Neye, neyi görmek için baktığın da önemli. Sadece bakmak yetmiyor.

"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan şişeyi kasden görürsün, içinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasden görürsün. (...) İşte birinci sûrette âyine şişesi mânâ-yı ismîdir. Re'fet mânâ-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mânâ-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mânâ için bakılır ki akistir. Akis mânâ-yı ismîdir." Dediğim gibi: Ben bir Aleviyim. İfratını çok gördüğüm için istikametin altını çiziyorum. Kapı, şehrinden dolayı kıymetlidir. Şehri kaçırırsanız, kapılar sizi hiçbir yere götürmez.

"Muhabbet iki kısımdır. Biri: Mânâ-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyti sevmektir. Şu muhabbet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.

İkincisi: Mânâ-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden, Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve kemâlini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da, yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetine sebebiyet vermez. Hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder."

26 Mayıs 2015 Salı

Allah'tan alınmak...

İmanımızın bir delili de 'alınganlaşmamız'dır. Fakat nasıl bir alınganlaşma? Allah'a ve Onun marifetine dönük bir alınganlaşma bu. Bir duyarlılık/farkındalık artımı. Ama önce duyarlılık. Meseleyi aşk üzerinden konuşmak istemiyorum, lakin gayet somutlaştırır bir örnek olduğu için zikredeceğim: İnsan, birisine âşık olursa, onun yaptıklarına yönelik alınganlaşır. Umursamazlık/ülfet azalır, duyarlılık artar. "Platonik zordur, herşeyi üzerine alınırsın..." cümlesinde altı çizilen, benim de hakverdiğim birşeydir bu. Sevmenin delili ilgi göstermek değildir sadece. Öncesi vardır. Aktif olanı belki, ilgidir. Pasif olanı ise alınganlaşmadır/duyarlılıktır. "Bana mı söyledi? Beni mi işaret etti? Benden mi bahsediyor? Beni mi takip ediyor? Bana mı kızdı? Beni mi ima etti?" Böylesi soruların tamamını soruyor âşıklar. Peki böylesi bir alınganlık Allah'a karşı da yaşanmaz mı?

Bediüzzaman, Fatiha'da atlanan eşikten (Maliki yevmiddin/O hesap gününün sahibidir...'den İyyake na'büdü ve iyyake nestain/Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz...'e geçiş) ders aldığı 'gaibane' ve 'hazırane' muhatabiyetlerde, manidar bir şekilde, geçişin aşamalarından birisini şöyle tarif eder: "Sonra, kalem-i kudretin mektubatı hükmünde olan mevcudat sahifelerini, arz ve semâ yapraklarını mütalâa edip hayretkârâne tefekkürdür..." Kainatı bir mektup olarak görmek, yani 'sana onunla birşey söylenmeye çalışıldığını farketmek' mürşidimin tedrisinin en açık nakışlarından birisidir. Ve mürşidim böylesi bir alınganlığı kendisi ve talebeleri adına her yerde arttırmaya çalışır. Hatta Kur'an'ın da böylesi bir alınganlık oluşturmak için, özellikle insanların sıradan saydığı, "Yahu bundan da birşey öğrenilir mi?" diyeceği şeyleri misal verdiğini anlatır.

Risale-i Nur'da, "Allah sivrisineği ve onun üstününü misal olarak vermekten çekinmez. İnananlar bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. İnkar edenler ise 'Allah bu misalle neyi murad etti?' derler, O, bu misalle birçoğunu saptırır, birçoğunu da yola getirir. Onunla saptırdığı yalnız fasıklardır ki onlar Allah'la yapılan sözleşmeyi kabulden sonra bozarlar. Allah'ın birleştirilmesini buyurduğu şeyi ayırırlar ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar; zarara uğrayanlar işte onlardır..." buyuran Bakara sûresi 26'nın izahı sadedinde söyledikleri dediklerime kuvvet verecektir. Fakat ben, yazıyı uzatmamak için, onları buraya alıntılamıyorum.

Demek alınganlık da kulluğun bir parçası. Allah'a yüzü dönük bir alınganlık 'gaibane/gıyabında' bir muhatabiyetten 'hazırane/huzurunda' bir muhatabiyete geçişin temel şartı. Zaten bu denli kolay etkilenir ve 'dokunaklı' yaratılmış insanın böylesi bir işlevi olmayacağı düşünülemez. Allah bize bunca hissi/latifeyi 'onları bastıralım' diye değil, 'Onun tasarruflarına daha alınganlaşalım' diye vermiştir. Ve biz, dökülen yapraklardan da, ağlayan çocuklardan da, rüzgarda sallanan kavak ağaçlarından da ve hatta buzlar arasına sıkışan balinalardan da etkileniriz. Üzülecek ve sevinecek ne çok şeyimiz vardır bizim!

Bediüzzaman'ın tedrisinde, bir yönüyle spesifik çağrışımlara sahip olmasına rağmen, yani külliyatın genelinde sahip olunan burhan-ı yakini/kesin delil yolunun bir açıdan terki gibi görünen 'tevafuk' gibi 'ebced/cifir' gibi şeylere karşı sergilediği meyili de biraz böyle anlarım. Allah'ın yarattıklarına karşı alınganlaşan insanın bunu her yerde okuyabilir hale gelmesi. Her yerde Vahidiyet içre Ehadiyetin izlerini, küçük sürprizlerini, nazik hediyelerini araması. Ve en önemlisi 'takip edildiğini, ilgilenildiğini, sevildiğini' bilmesi. Kendi kendime çokça sorduğum bir sorunun cevabının böylesi bir sırda saklı olduğunu düşünüyorum. Ve bu refleksin külliyatın öğretisini içselleştirmiş her Nurcuda geliştiğini gözlemliyorum. Hiçbir şeyi tesadüf olarak nitelemiyorlar mesela. Hemen 'tevafuk' diyorlar. (Nurcunun nurcuyu tanıma kelimesidir.) Bu, küçük bir Nurcu geleneği gibi görünse de aslında büyük bir bakış açısı farklılığı işareti. Nurcular ne kadar başarıyor elbette tartışılır, ama Risale-i Nur'un oluşturmaya çalıştığı alınganlığın böylesi birçok delili var.

Bu yazıyı yazmama sebep, hoş bir anı. Geçenlerde Hızlı ve Öfkeli 7'yi izledim. Tavsiye etmek için bahsetmiyorum. Aksiyondan başka birşey içermeyen bir film. Sevebileceğiniz tek yönü, benim de sevdiğim yönü, çok sayıda ülkeye gidilmiş olması. Hatta filmi izlerken şöyle demiştim: "Ne güzel meslek be. Hem film çekiyorlar, hem de dünyayı geziyorlar." Sonra yapmaya çalıştığım mealli Kur'an okumasında şu ayete rastlayarak ürperdim: "Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın." O anda yaşadığım ürpermeyi size tarif edemem. Ancak eğer mürşidim vesilesiyle Kur'an'dan 'alınganlık' dersi almasaydım, muhtemelen bu ayeti üzerime alınmadan okuyup geçecektim. Sonra "Niye Bediüzzaman'ı bu kadar abartıyorsunuz?" diye soruyorsunuz. Allah'a karşı alınganlaştırıyor bizi, yetmez mi?

Dudaksız adamın mum üflemesi

Ne çok tartışıyoruz. Ne çok ikna çabası. Belki ikna değil peşinde koşulan, kendini isbat. O yüzden böylesine şehvetli. Doğru yerde olduğunu önce kendine isbat etmeye çalışıyorsun. Bunun için gerekirse kalp de kırıyorsun, diş de. Dişin de kırılıyor tabii. Fakat eline geçen nefretin yorgunluğundan fazlası değil. Geceleri daha rahat uyuyor musun? Belki. Belki bu yorgunluk da diğerleri kadar rahat uyutuyor. Ancak sabahları yumrukların sıkılı uyanıyorsun. Böyle bir hayat gitmiyor. Stres, uyumsuzluğunun delilidir. Ters yönde olduğunu gösterir.

Sürekli düşülen bir kuyu gibi. Etrafında olan binlerce şey, beyninde onlar hakkında dönen binlerce fikir, hepsini aktarmaya yetmeyecek kadar az parmak, az hız, az cümle, az kelime. Neden bu hırs? Bitirmek için. Az sürede daha çok şey yapmak için... Belki bitirmeye çalışmamalı. Bitmeyecek çünkü. Galiba sessizlik böyle böyle mantıklı bir hale geliyor. Yorgunlukla karışınca sessizlik ahlak oluyor.

Babam çok az konuşurdu. (Allah rahmetiyle sarsın sarmalasın onu.) Daha küçükken hayret ederdim ondaki bu hale. Çünkü küçüklüğümden beri gevezeliğimle bilinirim. Susmam için yalvarıldığında bile susmakta zorlanırım. Abim bazen "Beş dakika birşey söylemeden durabilecek misin?" derdi bana. Eziyet gibi gelirdi. Bitiremezdim. Unuturdum. Öyle birşey denediğimizi unuturdum. Herhangi bir değişiklik ona ses olarak tepki vermemi gerektiriyordu sanki. O zaman yazmayı da bilmiyordum. Şimdi biliyorum. Kalemle yazarken daha yavaştım. Dayanamazdım uzun süre yazmaya. Beynimde olaylar daha hızlı, kalemle ona yetişmek zordu. Yazmak için başına oturduğum cümlelerin çoğu yazamadan akıp gidiyordu. Şimdi gitmiyor mu? Onparmak yazarken sanki yetişebiliyorum onlara. Belki beynim de biraz hız kesti. Ortada bir yerde buluştuk.

Dudaksız adamın mum üflemesi... Bediüzzaman Lahikalarda kullanıyor bu örneği. Yapılacak iş çok zor olmayabilir. Ama sizdeki bir eksiklik veya ziyadelik, o işi sizin için zor kılar. İşte ben bu yüzden babamın sessizliğine hayret ediyordum. Bir insan bütün gün konuşmadan nasıl durur? O sessizlikte nasıl sıkılmaz/boğulmaz? Bunlar babama dair bugün bile hayret ettiğim şeyler. Allah Resulü aleyhissalatuvesselam demiş ki: "El-veledü sırru ebîhi./Çocuk babasının sırrıdır." Fakat babam da benim için bir sırdı. O bende bir sır okuyor muydu, görüyor muydu, arıyor muydu; bilmiyorum. Ben büyüdükçe onun sırrına daha çok yaklaşıyorum. Ama aynı zamanda yaklaştıkça gizemi artıyor. Sessizlik daha sevimli gelmeye başlıyor.

Büsbütün sustuğum zamanlar da olacak galiba. Ölümden de önce. Şimdilik insanlardan kaçma suretinde bir yalnızlık arzusu var. Sosyalmedya beni daha konuşkan kıldı, bu doğru, ama her yeni şeyin bir ifratı olur. Muhtemelen ondan da bıkacağım. Geçmişte bıraktığım pekçok yeni şey gibi bu da mazide kalacak. Onu da unutacağım. Orada da unutulacağım. Ve abim artık 'beş dakika' tutmayacak. Epeydir tutmuyor zaten. Yirmi yıldan da fazla geçti üzerinden. Bu da biraz o sırra yaklaştığımı göstermez mi? Yalnız kendi kafanın içinde yaşamak. Değiştiremediğin, zaten sana çok da aldırmayan dünyanın ilgisinden/kavgasından soğumak. Belki çokları acıyacaklar halinize. "Vah, vah... Öyle yalnız, kurudu kaldı. Bir baltaya sap olamadı." Evet, ama baltalarınız çok yorucuydu ve sap yalnız takılmak istedi. Hemcinslerini kesmek belki canını acıtıyordu, olamaz mı?

Siyerlerde böyle birşey görmedim, ama hep merak ederim. Acaba Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın nübüvvetin evvelinde Hira'da bağrına sığındığı o yalnızlıklar nasıl çekiştiriliyordu Kureyş'te? "Vah, vah... Mecnun olacak galiba!" mı diyorlardı? Hz. Hatice anneme acıyorlar mıydı? "Bahtsız kadın, gün görmedi!" falan? Cahiliyeden herşey beklenir. Ya bugün öyle yalnızlıklara çekilseydi Allah Resulü? Uzay asrındayız ya azizim. Psikologlarımız aman verirler miydi? Yoksa asosyal damgasını yapıştırıp, üzerine birçok yeni teşhis de katıp, tedaviye mi çalışırlardı? Sahi kim anormal, kim normal, bu norm kimin normu? Bana "Girişken ol. Sakın baban gibi naçar olma!" diyen kişi babamın zekatı kadar 'adam' sayılmazdı ki gözümde! İlgisizliğiyle döverdi babam onu.

21 Mayıs 2015 Perşembe

Yağmurun olsun o senin, güneşin olmasın

Çok fazla şey mi istiyoruz birbirimizden? Fazla değil bence. Fakat önceliklerimiz karışmış. Beşiktaş'ın kazanması yanında oğlumuzun/yeğenimizin maç kazanmasının bir ehemmiyeti yok. Her ne ki sıradanlaşıyor, artık öncelik sırasından çıkarılıp 'garanti/önemsenmez' listesine alınıyor. İnsan garanti gördüğü şeyi önemsemez. Birşeyin 'hep öyle olduğunu' ve 'ister istemez öyle olacağını' düşünüyorsa dua etmeyi bırakır onun için. İman bir yönüyle 'ister istemez öyle olmayacağının' farkında olmaya yaslanır. Bunda yaşanacak şuur açıklığının arttırılması eylemidir iman. Talimidir namaz, oruç ve diğer ibadetler. İradî farkındalıklarla (farkına varmaya zorlamalarla) uyanıklığın refleks haline getirilmesidir. Fakat bu şuurdan uzaklaşıp deterministleştikçe, yani herşeyi sebep ve sonuç ekseninde ele aldıkça, iman kendini gizler ve dua dilimizi terk eder. "Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner."

"Hem meselâ, sair umur-u lâzımeye muhalif olarak, yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dahil olmuştur. Çünkü vücutta en mühim mevki hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için, elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicap olan yeknesak kaidesine girmeyecek. Belki, doğrudan doğruya Cenâb-ı Mün'im, Muhyî ve Rahmân ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, perdesiz, elinde tutacak, ta her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak."

Bu, insan adına kendi doğasından/fıtratından bir uzaklaşmadır. Bakara sûresindeki ifadesiyle katılaşmadır. Kalplerin katılaşmasıdır. Katıyı, sıvıdan 'aldırmazlığı' ile de ayırabilirsin. Sıvı, içine atılan taşa veya konulduğu kaba bir tepki verir. Bir şekil alır, yüzünüze neşeli bir damla sıçratır veya dalgalanır, sürekli genişleyen bir tebessüm eder; "Bana dokunduğunu hissettim!" der. Ama katı... Katı, ona kıyasla çevresine kibirle bakar. Daha az etkilenmek, daha güçlü olmaktır sanır. Halbuki insanın hilkatindeki bir sırdan bahsedeceksek, bu sır 'hissetmezlik'te veya 'değişmezlik'te değil, alınganlıktadır.

"(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir."

Sevilmeyen ve sevmeyen insanların tabiatlarının sertleştiğini düşünüyorum. Çünkü sevmek de sevilmek de daha kolay etkilenir olmayı/yumuşamayı içinde barındırıyor. Birisinin kalbine girmesine, ona ihtiyaç duyarak, izin veriyorsun ve o artık içerideki domino taşlarını istediği gibi devirebiliyor. "Platonik zordur, herşeyi üzerine alınırsın..." derler ya, bunda bir hakikat var. Aslında her aşkta bu sır var. Katılığın terkidir âşık olmak. Belki bu yüzden, etkilenmemeyi güçlülük sayanlar için korkulacak birşeydir. Ve bu yüzden bir erkek, kadın kalbindeki gücü anlayamaz. Kadın onun için hep kendisine kıyasla aciz bir canlıdır. Çok fazla alınır. Çok fazla endişelenir. Çok fazla umursar. Çok fazla düşünür. Çok fazla dahil olur. Fakrın penceresinden bakarsan; ağaç taştan, insan ağaçtan daha zayıftır. Çünkü ihtiyaçları daha çoktur. Ama aynı zamanda daha da kıymetlidir.

Duygularımız, hatta onun öncesinde ihtiyaçlarımız bizim dünyaya dahil oluş biçimlerimiz. İhtiyaçlarımız kadar bilme şeklimiz var. Duygularımız kadar etkilenişimiz. Allah 'muhtaç ederek' bize öğretiyor. İhtiyacı olmayanı terbiye edemezsin. Güneşin doğuşu kadar bize 'garanti' gelseydi yağmur, onun için dua eder miydik? Dışımızdaki dünyayı renkleriyle ayırabiliyoruz. Yedi renk ve onların belli oranlarda karışmalarından oluşmuş ara renkler. Duygular da yine bu tarz bir işlev görüyor bizde. Kızıyoruz, seviyoruz, nefret ediyoruz, hoşlanıyoruz, neşeleniyoruz... Hepsi birer renk. Ve her bir varlık, bu misalî âlemde bir renge bürünüyor. Bu renk ve duygu benzerliğinden dolayı belki de kederi-siyaha, hüznü-sarıya, masumiyeti-beyaza benzetiyoruz.

Erkeklerde 'duygularını belli etmeme' bir ölçüye kadar mazur görülür. Daha çok içinde yaşamayı sever hâdiseleri. Dışına taşırmak istemez. Taştığında zayıfladığı zannına kapılır. Daha evvel hiçbir evladının başını okşamadığını söyleyen bir sahabiye Efendimizin yaptığı uyarıda da bu vardır sanki: "Allah senin kalbine merhamet koymamışsa, ben ne yapabilirim?" Bir çocuk başını okşamakla olsun duygularını belli etmenin zaaf olduğunu düşünen erkek, namazda veya duada Allah'a kendini nasıl açık edecektir? Nasıl Rabbine içini dökecektir, talimsiz. Yine belki bu yüzden annemin dili benim dilimden daha dualı. Ben ondan daha çok Allah'a dair okuma yapmışken (ki onun okumayazması da yoktur) o benden daha çok Allah'a düşkün. O paylaşabiliyor. Ben hâlâ korkuyorum.

Eşler arasındaki gerilimlerin en büyük nedenlerinden birisidir: Kadın, gün boyunca yaşadıklarını veya düşündüklerini anlatır da anlatır. Bir sonuca varabilmek için değil, sırf paylaşmış olmak için. Bu erkek için tamamen yabancı bir düşünme biçimi. Birşey sırf paylaşmış olmak için nasıl anlatılır? Bir sonuca götürmeyecekse, bir yere varılmayacaksa, daha doğrusu zâhiren görülen/elde edilen bir kârı yoksa, bir eylemin erkek için anlamı nedir? Yoktur. Veya çok azdır. Paylaşmak araçtır erkek için. Kadın için amacın ta kendisi. Bu yüzden erkek sıradanlaştırdığı kadının dertlerini/anlattıklarını nisbeten daha az önemser. (Nitekim evlendikten sonra erkeğin değiştiğini söyleyenler, genelde bunun şokunu yaşayanlardır.) Önemsememek hem karizmatik hem kırıcıdır. Dost gizliden alınır, düşman gizliden takdir eder. Kimi dinlediğinle ortaya çıkıyor biraz da kimde dinlendiğin. En iyisi yağmurun olsun o senin, güneşin olmasın.

19 Mayıs 2015 Salı

Ümit Şimşek abinin meşveret eleştirisine bir eleştiri: Yine mi Demirelcilik?

Bu konularda çok gevezelik ettiğimin farkındayım, üstüme vazife falan da değil üstelik, ama bazı şeylerin bugün (evet, tam da bugün) söylenmiş olması gerekiyor. Zira yine bir kaymanın eşiğindeyiz. Geçmişte DP ve Demirel üzerinden yapılan bir zahirici okuma, bugün de aynı şekilde AK Parti'ye yönelik yapılmaya başlanıyor. Bu konuyu önümüze 'kapılmalardan münezzeh bir şekilde' koyup, geçmişteki acı mirastan da ders alıp, (Nurcular olarak) müzakere etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle; bu yazıyı yazma fikri bana nereden geldi, onu anlatayım:

Ümit Şimşek abi bir yazı paylaştı. Başlığı şöyle: Bir Garip 'Meşveret' Kararı. Meşveret cemaatinin, yaklaşan seçimler öncesinde müntesiblerine 'nereye oy vermeleri gerektiğini öğreten' bir tavsiye kararını eleştiriyor bu yazı. Ümit abinin yazısının içeğine geçmeden önce yüzümü Meşveret cemaatine dönüp, oradaki kardeşlerime şunu açıkça sormalı/söylemeliyim:

Böyle şeyler yapmaktan artık sıkılmadık mı? İnsanların iradesine 'tavsiye' nevinden de olsun bir ipotek koymaya çalışmak; meşvereti, manevî bir bağlayıcılığı olduğunu müntesiblerimize dayattığımız bir irade prangasına dönüştürmek... Hakikaten bunu yapmaktan sıkılmadık mı? Yani şöyle birşey olamaz mı: Bir seçimden önce de cemaatlerin üst kadroları (meşveret heyetleri) istişare etmemiş ve istişarelerinin sonuçlarını o istişareye katılmamış müntesiblerine dayatmamış olsun? Seçim dediğimiz şey hani 'insanların hür iradesini sandığına yansıtabildiği' birşey ya. Belki bu noktada müminlerin ferasetine kendi kurulumuzun meşveret kararlarından daha fazla güvenmeniz gerekiyordur. Ne dersiniz?

Keşke Ümit abi de Meşveret cemaatini ve aldığı kararı bu yönüyle eleştiriyor olsaydı. Fakat hayır, Ümit abi, iradelere konulan bir ipotekten veya manevî istibdattan rahatsız değil. Onun rahatsız olduğu şey, Meşveret cemaatinin aldığı kararın yeterince bağlayıcı olmaması. En açık ifadesiyle eleştirisinin kaynağı bu. Meşveret'in aldığı kararda geçen (bunu Ümit abinin yazısından iktibas ediyorum); "Bugünkü şartlarda; siyasi parti tercihinde, memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak, iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış, müspet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olunması..." ifadesinin Nurcuların iradesini ve oylarını AK Parti'ye kaydırmakta yeterince güçlü durmayışından rahatsız Ümit abi. Ve itirazını şöyle dillendiriyor: "Seçimlerde şahıslara göre tercih yapma prensibini Risale-i Nur’un neresinden çıkardınız?" Ve ekliyor: "Üstadın seçimler konusundaki tavrı gayet açık ve net iken, bugünkü tablo da ortada iken, siz niçin açıkça bir tercih ortaya koyamıyorsunuz? Yoksa dilinizin altında başka birşey mi var?"

Benim, tam da yazının burasında sormak istediğim şey şu Ümit abiye: Evet, olamaz mı? Yani bir Nurcu, Risale-i Nur'dan iman-ı tahkiki dersini aldıktan sonra tek partiye mi oy vermek zorundadır? Diyelim ki: Bugünkü tablo gibi olmasın. AK Parti'yle birlikte kazanması muhtemel bir 'demokrat' parti daha bulunsun. O zaman Nurcuların oyları ikiye bölündüğünde birbirimizi 'Nurculuğa ve Üstadın yoluna ihanet etmekle' mi suçlayacağız? Nitekim Özal döneminde Demirelciler ve Özalcılar arasında böyle birşeyin yaşandığını duymuşluğumuz var. Demirel'e destekleyen Nurcular ve Özal'ı destekleyen Nurcular... Kimisi ilkesel bazda DP'nin manasının ANAP'ta yaşadığını söylüyormuş. Diğerleri daha zahirici bir okumayla DP'yi bırakıp ANAP'a oy verilmesinin Üstadın yolundan bir ayrılış olduğunu ifade ediyormuş. Sanki Üstadın yolu hâzâ siyaset...

Biraz daha ötesine gidelim: "Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir..." diyen Üstadın hayal ettiği şey, talebelerinin/sevenlerinin reylerinin cemaatlerin daha üst yapılarınca tabir yerindeyse 'esir alındığı' bir düzlem midir? Yoksa bunlar sonradan başımıza çıkan icadlar mıdır? Lahika okuması yapanlar bilirler: Orada Nur Fabrikası veya Gül Fabrikası gibi isimlendirmeler dahi bu meşrep farklılıklarının gözetildiği isimlendirmelerdir. Hulusi abi gibi isimler Nur Fabrikası parçası olarak tarif edilirken; Hüsrev abi gibi isimler de Gül Fabrikası çalışanları olarak tesmiye edilirler. Bu yönüyle de Bediüzzaman'ın tektipçi veya tek oycu bir cemaat tasavvurunda olmadığını anlıyoruz.

Geriye dönelim: Benim Ümit abiye yapacağım eleştirilerden ilki; kendisi Yeniasya'nın Demirelcilik saikiyle düştüğü çukurları bilen birisi olduğu halde, böylesi bir tavrı nasıl sergiliyor olduğudur. Çünkü örnek olarak paylaştığı metinlerde yaptığı okuma tarzının bir tık ötesi bildiğiniz gibi falancacılıktır. Yeniasya tıpkı Ümit abinin yaptığı gibi metinleri okumuştur ve yıllarca müntesiblerinin oylarını Demirel/ism-i DP adına (başında Cindoruk varken bile) esir almıştır. O halde Ümit abi gibi sütten ağzı yanmış bir ismin yoğurdu biraz daha üfleyerek yemesini beklemek hakkımız değil mi?

Üstelik, yapılması yanlış olsa bile (ki ben daha en baştan böyle bir kararın, tavsiye niteliğinde bile olsun, dayatılmasını yanlış buluyorum) ilkelere daha yakın duruşuyla Meşveret cemaatinin kararının Ümit abinin eleştirdiği yönden bir zaafı olduğu düşünülebilir mi? Veya şöyle diyelim: Bu şartlara sahip olmayan bir AK Parti'ye oy vermeye Ümit abinin vicdanı elverir mi? "(...) memleket ve millet menfaatinin ve maslahatının nazara alınarak, iman ve fazilet ehli, ekseriyetin teveccühünü kazanmış, müspet şahsiyetlerin kazanmalarına yardımcı olunması..." doğrusu bu şartlara sahip değilse, ben de AK Parti'ye oy vermem. Bu şartlara sahip olduğunu düşündüğüm için 2002'den beri oyumu AK Parti'ye veriyorum.

Ama ya AK Parti bu özelliğini bir gün kaybederse? 'Olmaz' demeyin, Bediüzzaman, Beyanat ve Tenvirler'de "Sen Selanik’te İttihat ve Terakkî ile ittifak etmiştin, neden ayrıldın?" şeklindeki soruya şöyle cevap verir: "Ben ayrılmadım, onların bazıları ayrıldılar. Niyazi Bey, Enver Bey gibi adamlarla şimdi de müttefikim; lakin bazıları bizden ayrıldılar, bataklık yoluna saptılar." Burada Bediüzzaman'ın İttihat ve Terakki ile ilişkisini bir angajman şeklinde değil, ilkesel bir duruş şeklinde savunduğunu söyleyebiliriz. Ve bir sürpriz daha: Bediüzzaman burada desteğini kişiler üzerinden açıklamıyor mu? Niyazi Bey, Enver Bey, buna ne der Ümit abi?

Şimdi dönelim tekrar Meşveret'in meşveretine: Aldıkları karar metnine baktığımızda metnin ilkelere daha yakın olduğunu, parti ismi vermektense aranması gereken özellikleri yâdettiğini görüyoruz. Bazılarının siyasi nefsini teskin etmese de, bundan "Bediüzzaman'ın yolunu takip etmediler... Bediüzzaman olsa parti ismi verirdi!" gibi bir yorum çıkar mı? CHP ve DP'den başka partinin olmadığı bir düzlemde, siyahın ve beyazın o kadar net olduğu bir sahada, üstelik geçmişteki muhalif parti oluşumlarında çeşitli ayak oyunları görmüş, tokatlarını yemiş ve korkmuş olan bir millete cesaret vermek için Bediüzzaman'ın ortaya koyduğu netlikte bir tavır; bugün bizim tevillerimizle bir partiye uysa da, meseleyi bu şekilde tevil etmeyenleri dışarıya şutlamak doğru bir tavır mı? Asıl sahip olmamız gereken şey olay okuması değil ilke okuması. Ümit abiye de yaptığı eleştirinin ilkeden ziyade olaya, manadan ziyade cisme/isme vurgulu olmasından dolayı bu eleştiriyi yapıyorum. Bize kanunları okumayı öğretin abi, öğretin ki; bir gün (Allah korusun) AK Parti'nin bir tek adı AK Parti kalırsa, içi hâzâ CHP olursa, yine de oyumuzu ona veriyor olmayalım.

Hz. Hızır hayatta olmasa ne olur?

Düşe Kalka'da Zübeyir Tercan ve Abdurreşid Şahin abiler 'hayat' üzerine konuştular. Hayat derken, hayatın parçalarından birisi üzerine değil, bildiğiniz hayat üzerine. Yani kendisi üzerine. "Neye canlı, neye ölü diyoruz?" gibi bir soruya gelip dayanan programda 'canlılık' tarifinin İslam'da farklı, modern bilimde farklı olduğunu öğrenmiş olduk. Diyeceksiniz ki şimdi: Farklı olduğunu zaten bilmiyor muydun? Ne yalan söyleyeyim, "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin. Bilakis, onlar Rableri katında diridirler!" ayetinin böyle bir "Tanımlarına dön! Sen neye ölü/diri diyorsun?" sorgulaması içerdiğini düşünmemiştim. Bu program sayesinde düşünmüş oldum.

Ortaokul veya lisede canlılığın şartlarını şöyle okuduğumuzu anımsıyorum: 1)Solunum 2)Beslenme 3)Boşaltım 4)Üreme 5)Hareket 6)Hücreli yapı. (Belki bir yedinci madde de vardı, ama anımsayamadım.)

Peki, bu başlıklara münhasır görürsek canlılığı, insan, meleklerin/cinlerin varlığına ve canlılığına nasıl iman eder? İlk gençlik yıllarımda bunun sorgulamasını yaşadığını anımsıyorum. Canlılığı o kadar dar bir alanda tarif ediyordum ki, 'Meleklerle kastedilen belki de sebeplerdir...' diyecek noktaya gelmiştim. Semanın veya yeryüzünün bilimin bir türlü keşfedemediği canlılarla dolu olması fikri tuhaf gelmeye başlamıştı. Şimdi görüyorum ki; canlılığı dar tanımlara sıkıştırmakla bilimin 'tek gözüne' kanaat etmem hatalarımın başlangıcıymış. Yola hangi tanımlarla başlarsanız, yolun sonunda varabileceğiniz de ancak o oluyor. Pencereniz dar olursa, manzaranız ister istemez sınırlı olur. Benim hayat bahsinde penceremi genişleten Bediüzzaman'dı:

"Madem kudret-i ezeliye, bilmüşahede, en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder; ve gayet ehemmiyetle, madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir; ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor; ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette, o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi, ruha yakın ve münasip olan sair seyyâlât-ı lâtife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esir maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvânâtın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlûkları, o seyyâlât-ı lâtife maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır."

Bu noktada Bediüzzaman'ın hem 19. hem de 25. Söz'de tedrisine tanımlarla başlaması büyük bir dersi barındırıyor. 25. Söz'de "Kur'ân nedir, tarifi nasıldır?" sorusuyla kapısından girilen kapsamlı tanım; 19. Söz'de, benzer bir yapıda "Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak..." denilerek yapılıyor. Birincisinde Kur'an, ikincisinde ise Allah Resulü aleyhissalatuvesselam tarif ediliyor. Fakat her iki tanımlamada da nazar-ı dikkati celbedecek bir benzerlik var:

"Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak: Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu'cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar..."

"Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi..."

Modern zamanlarda kelimelerin anlamlarını kaybedişi; hatta bazen, değil yalnız karşıladığı mananın, kavramların dahi unutulması büyük bir musibet. Bu noktada Risale-i Nur'un böylesi bir kavram dünyasına da davet ettiğini görüyoruz bizleri. Bir mürşidin tedrisine talip olmak, onun kavramlarıyla düşünmeyi gerektiriyor. Yalnız mana değil, lafızlar ve kavramlar da o tedrisin parçası. Ebubekir Sifil Hoca, İstikamet Yazıları II'de böyle tarif ediyor kavramların önemini: "Kavramların değişmesiyle değer yargıları değişir; değer yargılarının değişmesiyle de inanç ve hayat tarzları başkalaşmaya başlar." Başka bir makalesinde ise konuyu daha da detaylandırıyor: "Tehlikeli olan bu ruh halidir. Muhtevasını Kur'an ve sünnetin belirlemediği merhamet, sevgi, adalet... gibi büyülü kelimelerin hukukî sahada neyi nereye kadar belirleme gücüne sahip olması gerektiğini kim nasıl tayin edecektir? Hangi ceza türleri bu sözcüklerin kapsama alanında görülmeli ve hangileri bu şişirilmiş alanın dışında bırakılmalıdır?" Benzer yitirilişlere Bediüzzaman'ın da Lemaat isimli eserde dikkatlerimizi çektiğini düşünüyorum:

"Zaman olur ki zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır. Adalet külâhını zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bağy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî."

Peki, hayatın karşılığı/tanımı neden bu kadar önemli? Çerçevesi nereye kadar? Ayetü'l-Kübra Risalesi'ne baktığımızda görüyoruz ki, hayat, müminin kainatı algılayış şeklidir:

"O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudat-ı âlem perişan, karanlık, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâli, hadsiz, hudutsuz bir fezada, kararsız fâni bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisanından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve bu sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki, bu kâinat, bir cami-i kebîr hükmünde, başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkatı hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazife başında cûş-u huruşla mes'udâne ve memnunâne bir vaziyette bulunduruyor, diye müşahede etti."

Risale-i Nur'da muhtelif yerlerde buna atıflar vardır. İnsanın, kainatı Allah'ın marifetine yönelik okumaya başlamasıyla birlikte varlık hayatlanır, canlanır, anlamlanır. Ona ayna olan herşey Onu tesbih eder. Tesbih eden herşey canlıdır. "Hiçbir şey yoktur ki, onu övüp tesbih etmesin!" ayet-i celilesinden Bediüzzaman'ın çıkardığı ders budur. Bizim canlılık için aradığımız asgarî şartların onlarda bulunmaması canlı olmalarına halel getirmez. Çünkü artık canlılığı bu şartlar münhasır aramayız. Allah'ın esmasına aynalık yapmak yönünde bütün varlık hayattarâne zikir ve tesbihtedir. Hayat dairesi böylesine geniştir. Anlatılır ki; Allah Resulü avuçlarına aldığında taşlar bile hayatlanır ve zikirleri duyulur hale gelir.

Hayat dairesini böylesine geniş anlayan birisi elbette ne Hz. Hızır'ın hayatta olmasına şaşırır ne de Hz. İsa'nın (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) ahirzamanda nüzûl etmesine... Belki Hz. Hızır, Hz. İsa gibi hayatları hayatlarımızdan farklı peygamberlerin üzerinden bize verilen ders de budur: Hayatı yalnızca kendininkinden ibaret görme!

Ebubekir Sifil Hoca, üzerine çokça yazdığı nüzûl-u İsa (a.s.) meselesinin bu noktada tam bir turnusol kağıdı olduğunu söylüyor İslam ve Modern Çağ (3) kitabında. Bir insanın hayat algısını modern zamanların mı, yoksa Kur'an ve sünnetin mi şekillendirdiğini anlamada bu meselenin büyük bir ayraç olduğunu ifade ediyor. Hakkındaki naklî deliller bu kadar kuvvetliyken, aklına uygun bulmayıp Hz. İsa'nın nüzûlünü inkar edenler, modern bilimin 'hayat' tanımını kafalarına yerleştirmiş ve o ezber ile bakınca Kur'an ve sünnetin hayat perspektifine çıkamamış kişiler. Ve tam da bu açıdan Hz. Hızır'ın hayatta oluşu veya Hz. İsa'nın ahirzamanda tekrar dünyaya gelmesi gibi konular, bu insanların kafalarındaki ve dolayısıyla itikadlarındaki sorunları ele veriyor.

Nicedir düşünürdüm Bediüzzaman'ın Mektubat'a "Hz. Hızır hayatta mıdır?" gibi bir soruyla başlamasının sırrını. "Meratib-i hayat beştir..." deyişi çok da lazım olmaz bir bilgi gibi gelirdi önceleri. Şimdi biraz biraz farkediyorum: O mektupta Bediüzzaman; hem ölüme, hem hayata bakışımızı doğru yere oturtmaya çalışıyor. Bugün 1. Mektub'u böyle, yani Kur'an'ın ve sünnetin hayat algısının öğreticisi olarak, anlıyorum. Hasıl-ı kelam: Hayat da dahil olmak üzere tüm tanımlarımız Kur'an ve sünnet eksenine çekilmedikçe, imanın kalesine tam anlamıyla sığınabilmemiz mümkün değil. Çünkü iman ettiğimiz şey, aynı kelimeleri kullansak da, yine modernizm elverdiğince oluyor. Ve modernizm, kendi tanımlarına sığmayan şeyi, itikadımızın en temel parçalarından birisini oluştursa bile, reddeder.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...