Yani 'sol'a.
Açayım: 'En çok ziyaret edilenler' listesinde kaçıncıdır bilemiyorum. Ancak Türkiye'deki en şöhretli kabirlerden birisinin Mustafa Kemal'e ait olduğu malumumuz. Hatta en görkemlisi. (Mimarisinin antik Yunan tapınaklarından ilham alındığı söyleniyor.) Çağ açıp çağ kapayan Sultan Fatih Han'ın bile ancak bir oda kadarcık türbesi varken Anıtkabir devasa bir alanı kaplıyor. Binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor. Mezarına çiçek-çeleng bırakılıyor. Defterine notlar alınıyor. Belirli günlerde törenler yapılıyor. Marşlar okunuyor. Saygı duruşları duruluyor vesaire. Üstelik bu hürmet sırf kabrine karşı da değil ha. Ya? Manevî makamı sayılabilecek(!) her türden heykeline/büstüne karşı da aynı tâzim sergileniyor. Hatırlayınız: Geçen 10 Kasım'da okullarda 'fotoğrafına secde ettirilen çocuklar' garabetini bile yaşadık.
Elbette yapan yapar. Herkesin akl u iradesi var. Laik bir ülkedeyiz. Devlet kimsenin inancına karışamıyor(!) Herkes türbesini ziyaret ediyor. Ancak, her nedense, bu 'anıt-kabir' diğer 'türbe'lerden ayrı bir statüye sahipmiş gibi. Orayı ziyaret edenlerden de sanki Diyanet mesul değilmiş gibi. Çünkü buralarda olanlar Diyanet'in hiçbir eleştirisine maruz kalmıyor. Halbuki, az-çok bu konularda mürekkep yalamışlar hakverecektir, her şekilde bu olanlar türbelerdekinden fazlasıdır. Yani herhangi bir kemalistle oturup 'anıt-kabir ritüelleri' ile 'türbe ritüellerini' karşılaştırsak herhalde 'türbe-seviciler' olarak çokça gerilerinde kalırız. Lakin cami kürsülerinde yanağı sevilen de yalnız biziz. Üstelik ne zaman böyle yanağımız okşansa kemalistler de Diyanet'in arkasına geçip halimize kıs kıs gülüyorlar. Seviniyorlar. Eğleniyorlar.
Haliyle bu durum da bana mürşidimin şu ifadelerini hatırlatıyor: "Mutaassıplara hücum eden Avrupa'nın kâselisleri, herbiri, yüz mutaassıp kadar meslek-i sakîminde mutaassıptır. Bunlardan birisi Shakespeare medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh Geylânî medhinde etseydi, tekfir olunacaktı." Her neyse. "Din nasihattir!" buyurmuş Aleyhissalatuvesselam Efendimiz. "Diyanet her şekilde bizi uyarmakta haklıdır!" diyelim. Öpüp başımıza koyalım. Mevzuu büyütmeyelim. Asıl konuya geçelim:
Hermann Hesse Bozkır Kurdu'nun Düş Yolculukları'nda 'geleneksiz bir maneviyatın tatmin edici olamayacağına' dikkat çeker. Ben bunu biraz şöyle anlarım: İnsan kalbi hakikati 'bütün zamanlar için geçerli olmasından' tanır. Birşey, eğer hakikatse, böyle olmalıdır. Zamanüstü isabetler barındırmalıdır. Çünkü hakikat zamanla birlikte varolan birşeydir. Dolayısıyla döngünün her köşesinde izleri görülmelidir. Tereşşuhları sezilmelidir. Nakışları izlenmelidir. Kur'an-ı Hakîm'in 'peygamber kıssalarına' verdiği ağırlık da bu pencereden bakılınca anlaşılır olur. Evet. Onlarda tüm zamanlar için dersler vardır. Ancak öncesinde bu kıssalar sayesinde Cenab-ı Hak hakikatin zaman içindeki serencamını da izletir. Böylelikle mü'min kendisini 'bir başına' değil 'hep beraber'lik içinde tarif eder. Bir mirasın parçası olmak hem dertleri hafifletir hem de neşeleri katmerli kılar. Şanlı bir kervanın yolcusuyken yaşanılanlar gönle şeker-şerbet gelir.
Modern ideolojiler ise âdemoğlunu yalnızlaştırır. Zira gelenekleri yoktur. Çoğusu zaten yerleşik olana meydan okuyarak ortaya çıkarlar. Yepyeni olmanın bedeli budur. Yepyeni olan tutunmak için kendisinden başka dal bulamaz. Sözgelimi: Herşeyin hiçbirşey için olduğuna inanan ateist, şeyleri alabildiğine yalnızlaştırdığı için, kuvvet alacağı bir bütünlük bulamaz. Durum deistler ve modernistler için de az-çok böyledir. Yıktıkları sütunlar aslında yaslanmaları içindir. Evet, onlar, koltuk değneklerini bacaklarına vurarak kıran sakatlardır. Oluşan boşluğu da "Kimsenin merhametine ihtiyacım yok!" diye bağıran şişkin egolarıyla doldurmaya çalışırlar. Elbette tek şehriye bir kazanı doldurmaz.
Bediüzzaman 1922'de I. Meclis'te 'imanın erkanına ilişmesinden korktuğu ejderhaya' şöyle hitap eder: "Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır." Bu çok önemli bir uyarıdır. Ancak dönemin siyasilerince anlaşıldığını söylemek yanlış olur. Zira bu nasihati işitenler arasında daha sonraları Türkiye'deki bütün medreseleri, tekkeleri ve zaviyeleri kapatmaya kadar işi götürecekler vardır. Fakat bu kapatışla amaçlananın 'fıtrata muvafık bir cereyan' olmadığı bellidir. Direnilir. Dinini yaşamak isteyenler baskılar karşısında gölgelere çekilirler. Ama asla özlerinden vazgeçmezler. Tarikatlerin hikâyesi de budur.
Bakınız, "Koskoca devlet tarikatleri neden bitiremiyor?" sorusunun cevabı da aslında Rasim Öztekin'in Şevket Çoruh'a bir 'kavuk'la aktardığı gelenekte saklıdır. Geleneğin sahibi kavuktur. Kökün sahibi kavuktur. Sarıktır. Müslüman giyeceğidir. Bu topraklarda bugünden geçmişe uzanan bir zincirden bahsedilecekse sembolleri bellidir. Bizdendir. 'Fötr' bırakarak gelenek oluşmaz. Bütün seküler ideolojilerin hoplamalarına-zıplamalarına-isyanlarına rağmen tarikatlerin herdem güçlü kalışı da işte biraz bundandır. Böyledir. Bin yıl geçse de böyledir: Ehl-i Sünnet tarikatlarla savaşılmaz. Onlar bu toprakların aslî unsurudur. Malazgirt'le beraber gelmişlerdir. Ancak bu milletin çıkarılmasıyla çıkarlar. Asıl olan arızî olana her zaman galip gelir. Zaman aksi iddiaları yalanlar. Furkan'ın tabiriyle, Allah nurunu tamamlar, kâfirler istemese de...