"Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. 'Hâkim benim' der. Kim fazla bahşiş ve lezzet verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak..." İktisat Risalesi'nden.
Kur'an bizi "Yapmayacağınız
şeyleri niye söylüyorsunuz?" diye uyarıyor. Biraz da bu ihtardan
dolayı 'zühd' tasavvufun özü olmuştur. Yani, hâl erbabı, iddialarının altına
önce hayatlarıyla girmişlerdir. Çileler-riyazetler hep bunun içindir. Sûfî,
âfâkta girişeceği davaların altına, enfüsünde bedel ödeyerek imza atar. İmzası
bizzat yaşantısıdır. Vazgeçmişliğidir. Geri duruşudur. Takvasıdır. Hatta, âvâma
helal olanları dahi, kendisi için haram bilmesidir bazı. Hadisin buyurduğu gibi
'şüpheli şeylerden kaçınmak'ta ziyade çaba göstermesidir. Belki, İmam-ı Âzâm
rahimehullah misali, 'Ya faiz olursa?' endişesiyle borçlusunun gölgeliğinden
kaçınmasıdır. Halbuki mezhebinde faizin böyle bir türü yoktur. Allah dostları
elbette bilirler ki, fıkh-ı zâhirden başka bir de fıkh-ı bâtın vardır ve fıkh-ı
bâtın ziyade hassasiyet kaldırır.
Bediüzzaman Hazretleri, İktisat Risalesi'nde, o büyüklerden
pek ulu birisinin, Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin bir menkıbesini anlatıyor:
"Bir zaman,
Hazret-i Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir
hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun
hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan
zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i
Gavs'ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir
tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş: 'Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen
tavuk yersin!' Hazret-i Gavs tavuğa demiş: 'Kum biiznillâh!' O pişmiş tavuğun
kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve
mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca
meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i
Gavs demiş: 'Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk
yesin.'"
Mürşidimse bu menkıbeden aldığı dersi bize şöyle özetliyor:
"İşte, Hazret-i
Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine,
kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit
leziz şeyleri yiyebilir."
Ben, Bahadır Yenişehirlioğlu Bey'in kolundaki Rolex'e,
siyasetçiliğinden ziyade, sûfîliğinden dolayı bir parça iliştim. TRT'de
Mesnevî'den Hikâyeler anlattığını biliyordum. Tasavvufla ilgili paylaşımlarını
da görmüştüm. "Herhalde bu güzel meslekle bir irtibatı var..." diye
düşündüm. Maşaallah. Allah hayırlı yolundan ayırmasın. Âmin. Öyle olduğu için,
elbette, yaptıkları siyasetçiliği kadar sûfîliğiyle de tartılır.
Davası olan, her tavrında bir kere değil, bin kere dikkat
etse yeridir. Zira "Yapmayacağınız
şeyleri niye söylüyorsunuz?" tehdidinin dairesine girmek tehlikesi
vardır. Zühdsüz tasavvuf olmaz. Zühdsüz halktan da olunmaz. Çünkü halk fakirdir.
Bu İslam ümmeti imamlarını 'içinde' ister. Dolayısıyla kolunda Rolex'le böyle
iddialara girilmez. Fıkh-ı zâhir açısından tertemiz almış olabilirsiniz o
saati, birşey demem, fakat sûfînin mesul olduğu sadece 'zâhir' değildir. Bir de
fıkh-ı bâtın var ki, onda, helal parayla aldığınız dahi size helal olmayabilir.
Sınamanın da şöyle kolay bir yolu vardır: Rolex'inizi kolunuzdan çıkarıp
çekiçle kırarsınız. Yaşananı kör nefsinize tokat sayarsınız. 'Sevdiklerinizden
Allah rızası için vazgeçmek' çerçevesinde imtihan görürsünüz. Sonra da
"Kum biiznillah!" dersiniz. Tekrar toparlanıp çalışırsa, aşkolsun,
hiçbir zararı dokunmaz size. Helaldir. Lezzeti şükür için isteyenlerdensinizdir
çünkü. Fakat, toparlanmıyorsa, dahası gönlünüz kolunuzdan çıkarmaya kıyamıyorsa,
'Eyvah!' demenin zamanıdır.