Mürşidim 13. Lem'a'nın 4. İşaret'ine şöyle yüksek bir giriş
yapıyor: "Adem şerr-i mahz ve vücud
hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet,
ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve
ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa esası sübutîdir ve vücudîdir.
Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin
esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik ademden
geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir,
nefiydir."
İmtihanımızı çetrefilli kılanın da bu olduğunu düşünüyorum.
Evet. Hem şeriatı rahmet kılan da burası. Âlem 'ademî görünen ademîlikler' ile
'vücudî görünen vücudîlikler'den ibaret değil. Bir de 'vücudî görünen
ademîlikler' ile 'ademî görünen vücudîlikler' var. Mesela? Mesela: Sadaka.
Sadaka zahirde yokluksal görünüyor. Verdiğin zaman malın azalıyor. Fakat, Hakîm-i
Kerîm, Hadid sûresinde mealiyle buyuruyor: "Sadaka
veren erkekler ve sadaka veren kadınlarla Allah’a güzel bir borç verenlere
harcadıkları şey kat kat fazlasıyla geri ödenir. Üstelik, onlar için bitmez
tükenmez, pek değerli bir mükâfat vardır." Demek ki o ademî değil.
Kabuk ehline ademî görünen bir vücudîliktir. Cihad da böyledir. Oruç da
böyledir. Hatta namaz da böyledir. Aldığından çok daha fazlasını verir.
Diğer tarafta da 'faiz' var. Faiz de zahirde varlıksal görünüyor.
Aldığın zaman malın artıyor. Fakat, Alîm-i Hakîm, Bakara sûresinde yine kısa
bir mealiyle buyuruyor: "Allah, malı
artırdığı sanılan faize bereket vermez ve eksilte eksilte sonunda mahveder.
Buna karşılık malı eksilttiği sanılan zekât ve sadakaları bereketlendirir.
Allah, nankörlükte ve günahta ısrarlı olanların hiçbirini sevmez."
Demek ki o da vücudî değil. Yine kabuk ehline vücudî görünen bir ademîliktir.
İşte, Kur'an'la-sünnetle belirlenen şeriat, tam bu noktada gerekliliktir. Zira,
akıl 'vücudî görünen vücudîliği' veya 'ademî görünen ademîliği' tanıyabilse de,
tersi durumlarda perdelerini aşamaz. Bütünün Sahibinin ezel denen manzar-ı
âlâdan haber vermesi gerekir. Haberdar ettiği hakikatler sayısınca Ona
hamdolsun.
O halde 'dalâlet, şer,
musibetler, mâsiyetler ve belâlar...' kabilinden her varsa onun aslında bir
ademîlik bulmalıyız. Bulamayanlara bulup göstermeliyiz. Gösterirsek vücudî
sanmakla aldananların gözleri açılabilir. Başta kör nefsimiz olmak üzere, cümle
nefisler, kem lezzetlerinden vazgeçebilir. Yoksa? Yoksa kurtulmak da yok. Zira
nefis bu dünyada vücudî görünen herşeyi vücudî olarak kabul ediyor. Ademî
görünen herşeyi de ademî sayıyor. Onun gözleri ileri derecede miyoptur. Uzağı
seçemez. Vicdan gibi yapamaz. Öteye bakamaz. O yüzden belki de, Bediüzzaman
Hazretleri, ahirzamanın irşad usûlünü tayin ederken şu hususa dikkat çekiyor: "Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır
lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve
fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi,
aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir."
Bu çeşit bir cihad her türlü araçla yapılabilir. Romanla olabilir.
Sinemayla olabilir. Tiyatroyla olabilir. Zira böylesi yöntemler zaman
kayıtlarından da kurtarırlar bir ölçüde. Akıbette çekilecekleri günümüze
getirebilirler. Yani hayırda kullanılırlarsa 'rabıta' faydası verebilirler.
Evet. Nefis neticeyi görmeden sezemez. Tatmadan bilemez. Batmadan çıkamaz.
Miyopa resmi yaklaştırmak zorundayız. Onu körlükten kurtarmak ancak
yaklaştırmakla olur.
Hayırlı olan herşeyde bir 'vücudîlik' var. "Mehmed
Ahmed'den daha cömert!" dediğimde bir varlıksallık kastediyorum. "Ahmed
Mehmed'den daha uzun!" dediğimde de kastettiğim yine bir varlıksallık. İki
varlık arasında bir kıyas yaparak kendi 'hayır' tayinimi kurguluyorum. Tayin
ettiğim hayır sahiden 'hayır' mı? Bunu ancak bana Bütünün Sahibi söyleyebilir.
Zira vücudî olanın hakikati de Vacibü'l-Vücud'un razılığına dayanır. Âl-i İmran
sûresinde şöyle denilir: "De ki: Ey
mülkün sahibi olan Allahım! Sen, mülkü dilediğine verir, dilediğinden de çekip
alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini hor ve hakir kılarsın. Bütün hayır
Senin elindedir. Senin herşeye gücün yeter."
Arkadaşım, bütün kainatı bir makine gibi düşün, kendini de o
makinede bir dişli olarak hayal et. Senin dişlin makineyle uyumlu çalışıyorsa,
onunla bir düzen hareketteyse, hareketinde bereket olduğundan bahsedilebilir.
Yoksa eylemlerinde varlıksallık yoktur. Vücudîliklerin hep ademîliktir. Münkir
bu âleme kendi çarkıyla ne katarsa katsın nihayetinde düzenden dışarıya düşer.
Düzenden dışarıya düştüğü için de cezalandırılır. Hem bu dünyada hem ahirette
cezalandırılır. Ahiret cezasını teşhis edememesi nefsinin miyopluğu
nedeniyledir. Öyle ya! Körler uçurumlardan korkmazlar. Niye korksunlar? Görmezler
ki. Derinliğin endişesi miyopluklarında kaybolur. Ancak onlar bastonları
alındığında korkarlar. Ayakları boşa geldiğinde korkarlar. Iraktaki
tehlikelerdense havfları yoktur.
Ankebut sûresine ismini veren ayette de kısa bir mealiyle
buyruluyor ki: "Allah'tan başka veli
edinenlerin hali, örümceğin durumu gibidir. Örümcek de bir yuva yapar; fakat yuvaların
en zayıfı örümceğin yuvasıdır—keşke bilseler!" Hakikaten de örümceğin
ağını uzaktan gördüğünde birşey var sanırsın. Halbuki elini sürdüğün anda sanki
yokolur. Yani 'aslının yokluk olduğunu' fısıldar sana. Sadece sûretten ibaret
olduğunu fısıldar. İşte, arkadaşım, Deccal'in 'cennet sûretindeki cehennemleri'
ve 'cehennem sûretinde cennetleri' de örümcek yuvasına benziyor.
Fitnesi, vücudî görünen ademîlikler üreterek, asıl
vücudîlikleriyse ademî göstererek genişliyor. Bu nedenle bir komedyene hayret
ediliyor da İslam âlimine hayret edilmiyor. Tumturaklı albenisi pek fazla. Her
tarafı sarmış gibi. Çok çok şeyler üretmiş gibi. Lakin yekünü örümceğin yuvası.
Elini sürsen dağılıp gidecek. Çüpçürük ip gibi kopacak. Subhanallah. Örümcek
yuvasının nasıl birşey olduğunu anlatamıyoruz kimseye. Çünkü sinekleştik. Her
eylemsel artığa müşteri olduk. İnsan nefsinin peşine düşüp sinekleştikçe
örümcek yuvası da ona sahileşir. Artık tutar da bırakmaz. Yutar da
hissettirmez. Demek ağı teşhis edebilmek için önce sinekleşmekten kurtulmak
gerek. Her manipülasyona kapılmamak gerek. Her koku için oradan oraya
vızıldamamak gerek. Biraz da bundan belki, mürşidim, 4. İşaret'i şöyle bitiriyor: "İşte,
ey ehl-i iman! Şeytanların bu müthiş tahribatına karşı en mühim silâhınız ve cihazat-ı
tamiriyeniz istiğfardır ve 'Eûzü billâh' demekle Cenab-ı Hakka ilticadır. Ve
kal'anız Sünnet-i Seniyyedir."
Evet. Durması gereken yeri bilen daha az manipüle olur
sahiden. O zaman Hüdamızdan herdaim dileyelim arkadaşım: Ayaklarımızı ehl-i
sünnet dairesinde sabit kılsın. Yerimizi iyi bilirsek, inşaallah,
oramız-buramız daha ayrı ayrı oynamaz. Ayrı ayrı oynadığı yerler azalır en
azından. Arızalar için de 'istiğfar' ederiz. Nihayetinde sadece âdemiz.
Herşeyden evvel ümidimiz Rahman u Rahim Sultanımızın merhametidir. Dilenmekten
asla vazgeçmeyiz. Eh, hikâyemiz ceddimizin hatasıyla/tevbesiyle başladı, ahiri
de elbette böyle bir umuda yaslanacaktır, vesselam.