Dersaneler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dersaneler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mayıs 2014 Pazar

Çocuklar yarış atı olmasın, müminler de öyle!

Âmir Han'ın hem yapımcılığını, hem yönetmenliğini, hem de oyunculuğunu yaptığı Taare Zameen Par (Yeryüzündeki Yıldızlar/Her Çocuk Özeldir) filmi, maalesef ülkemizde gösterime girmemiş filmlerden. Hindistan sinemasına, her nedense, kapalı Türkiye. (Yeni yeni bir ilgi oluşmaya başladı.) Hollywood kadar merakı yok Asyalı kardeşlerine. Fakat ben, elimden geldiğince, tanıdığım insanlara tavsiye ediyorum bu filmi. Özellikle çocuklarıyla sorunlar yaşayan ebeveynlere.

Ishaan isminde, öğrenme güçlüğü çeken bir çocuğun, ailesiyle ve okuluyla yaşadığı sorunları anlatan film; sadece duygusal değil, aynı zamanda çok da öğretici. İzlendikten sonra yalnız akılda değil, hayatta da kalan cinsten. Bakış açısı değiştiren cinsten. Hatta filmde, sıradışı bir resim öğretmenini canlandıran Âmir Han'ın, İshaan'ın babasına öfkesini ifade etmek için kullandığı: "O kadar yarıştırmayı seviyorlarsa çocuk değil, yarış atı yetiştirsinler!" cümlesi, etkisinden bugün bile çıkamadığım bir parçasıdır filmin.

Aynı cümleyi, dersane tartışmaları sırasında, Başbakan Erdoğan'ın ağzından duymak bu yüzden şaşırtmıştı beni. Sahada uygulanabilirliği, kesin yargı belirtmek açısından, biraz daha beklememizi gerektirmekle birlikte, bir ülkenin başbakanın şu cümleyi kurmuş olması başlıbaşına bir zenginlikti: "Çocuklarımız yarış atı olmasın!" Hayatı, başarılı olmaya mecbur gibi yaşayan bir çocuğun öğretim hayatı boyunca nasıl bir stres çektiğini biliyordum çünkü. Yaşamıştım. Ancak bir çocuğun dünyasında bu durumun nasıl bir rahatsızlık vesilesi olduğunu pek az veli tahmin edebilirdi. Pek çoğu sadece sonuçlarla ilgilenirdi.

Bu sebeple yeğenim Enes'in, gittiği anaokulunda, güzelce Kur'an okumayı öğrenmesine rağmen, arkadaşlarıyla yarışıyormuş gibi, sürekli bize okudukları sayfa rakamlarını karşılaştırmalı bir şekilde aktarması beni rahatsız etti. Bir kez de okulundan aldığımda kederli bulunca sordum: "Neden canın sıkkın kıvırcık bu kadar?" Cevabından anladığım kadarıyla yine böyle birşeyde arkadaşlarından geri kalıyordu ve bu da onda gerginlik yaratıyordu. Kendisine becerebildiğim kadar çocuk dilinde şunları söyledim:

"İnsanlarla yarışmaya çalışmazsan, mutsuz olmazsın. Böyle şeylerde etrafındaki insanları geçmek değil, yaptığın şeyden keyif almak ve Allah'ın sevgisini kazanmak önemlidir. Allah seni diğer insanları geçiyorsun diye değil, Onun sevgisini samimiyetle kazanmaya çalışıyorsun diye sever. Yarışma arkadaşlarınla. Biz senden onları geçmeni beklemiyoruz. Mutlu olmanı bekliyoruz." Fakat bu noktada can yakıcı olan sadece çocukların kendilerini yarış psikolojisine sokması değildi, eğitimciler de öğretimdeki faydayı arttırmak açısından böylesi yarışmalar yapıyorlardı. Ve bu, ister istemez, çocukları gerginliğin içine çekiyordu.[1]

Bu meseleyi, Karakalem grubunun mihmandarlığını yaptığı bir sohbet sırasında, tam da İhlas Risalesi'nde geçen "Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlası kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır..." cümlesini tefekkür ederken Metin Karabaşoğlu abiye aktardım. O da Enes'e yakın yaşlardaki kızı Enise ile yaşadığı bir misal üzerinden benzer bir şekva etti. Bir gün Enise (ki kendisi bizim sohbetlerimizin de neşesidir) "Galiba salavat yarışmasından ben sonuncu geleceğim" deyince Metin abi şu manada birşey söylemiş: "Böyle şeylerde yarışmak olmaz ki. Bazı olur birisinin okuduğu bir salavat, diğerinin okuduğu yüzbin salavat kadar Allah katında makbul olur."

Hakikaten de gerek hadis-i şeriflerden, gerekse başka dinî kaynaklardan aldığımız ders buydu: Allah, bazılarının azını diğerlerinin çoğundan makbul sayabilirdi. Bediüzzaman'ın kemiyet ve keyfiyet kıyaslaması içinde, külliyat boyunca yaptığı vurgu da hep bu keyfiyette ve keyfiteydi.[2] Fakat bizler, 'hayırda yarışmak' meselesini tamamen rakamsal bir düzleme çekip, hem karşımızdakinin 'gıpta damarını tahrik etmekten' çekinmiyorduk, hem de bu yolda hırs göstermeyi meşrulaştırıyorduk. Asr-ı Saadet alıntılarında bile sahabilerin böyle şeylerde birbirleriyle yarıştığı(!) anekdotlar üzerine yapılan vurgu (ki bu yarışın bizim yarış algımızla ne kadar uyuştuğu da analiz edilmiyordu) müminlerin de "O on verdi, ben onbeş vereceğim! O kırk topladı, ben kırkbeş toplayacağım!" tarzı, açık attırma usûlü himmet toplantılarında yardıma zorlanması, bu 'rekabet damarı' tahrikinden başka neydi?

Metin abi, orada, Sa'd bin Ebi Vakkas ile Allah Resulü arasında geçen; Allah Resulü'nün, herşeyini bağışlamak isteyen Hz. Sa'd'ı bundan vazgeçirip 'ailesini muhtaç bir halde bırakmamasını' tavsiye ettiği bir Asr-ı Saadet tablosunu nakletti bizlere. Buna ilaveten yine başka başka misallerden, Allah Resulünün genel yolunun, yani cadde-i kübrasının, herşeyini bağışlayanların herşeyini almak değil, onları hadd-i vasata davet etmek olduğunu söyledi. Herşeyini bağışladığında kabul ettiği bir kişi vardı. O da Hz. Ebu Bekir. Fakat nedense Hz. Ebu Bekir'in misali herkes tarafından biliniyordu da ötekileri kimse ümmette aktarmaya çalışmıyor, dengeyi gözetmiyordu.

Hülasa; benim bütün o müzakerelerimizden anladığım: Bugün her türlü dinî grup veya fert, ihlası kıracak derecede bir rekabetle hayır üzerinde yarışmayı, 'hayır üzerine hayırsız bir boğuşma' şeklinde anlıyorsa; bunun bize aktarılan dengesiz/algıda seçici Asr-ı Saadet anlatısından tutun; böyle 'yarıştırılarak' öğretilen din tedrisatına kadar geniş, tedavisi gereken bir arkaplanı vardı. Ve bu nedenle belki de bugün keyfiyeti merkeze alması gereken pek çok dinî hareket 'rakamlarıyla' övünüp duruyordu. Hatta bunlardan bir tanesi, belki bu kemiyete düşkünlüğündeki ihlaskırıcılıktan ötürü, hizmetlerini hem tüketmiş hem de maddi menfaatini kaçırmıştı. En nihayet: İhlas Risalesi'ni okumak kolaydı da, onun ışığında hayatı değiştirmek zordu.


[1] Alice Miller, Yetenekli Çocuğun Dramı isimli eserini tam da bu konu üzerine bina etmiştir. Çok şeyler öğrendiğim ve okunmasını tavsiye ettiğim bir eserdir.
[2] Yazıyı bitirdikten sonra düşündüm: Belki de hadiste istenilen 'sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek kadar...' gizli sadaka verme nasihatinin bir tarafı da bu işin yarışmaya dönüşmemesi hikmetine bakıyor olabilirdi? Öyle ya, bir başkası senin ne kadar verdiği bilmezse, seninle neden ve nasıl yarışsın?

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...