9 Ocak 2015 Cuma
O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun?
Anlayış dediğimiz yalnız bir kişinin veya kesimin göstermesiyle olacak şey değil. Taraflardan yalnızca birisi anlamaya çalışıyorsa, diğeri hiç yanaşmıyorsa, bunun adı elbette 'katlanmak' oluyor. Karıştırmamak lazım. Tıpkı merhametle acımayı karıştırmamak gerektiği gibi. Ne demek bu? Belki biraz şu demek: Yalnız acı çekene acır insan. Acımak, kelime kökeninin de haber verdiği şekilde, çekmeyi önşartı sayar. Fakat merhametimiz duyulmak için acının varlığına ihtiyaç duymaz. Bir anne çocuğuna o sağlıklıyken de merhamet eder. Ancak ona acımaz. Merhamet bir tür ‘gözetme ahlakı’dır. Acımaksa acıya karşı duyulan sancıdır.
Şunu da ilave edelim ki: Yorgunluk fıtratın aksine veya elverdiğine aykırı iş yapmanın delilidir. Monotonluğun yoruculuğu da bundandır. Varlık mahiyeti gereği tekdüzeliğe düşmandır çünkü. Mürşidim bu sadedde der ki: "Zira, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet yeknesaklık içinde hiçe iner." Evet. Hergün bal yiyen baldan usanırmış. Hep aynı kalamazsın. Hep içine atan, katlanan veya alttan alan sen olamazsın. Böyle yaşanmaz.
Yaşam aynılık değildir çünkü. Değişimdir. Bazen sen onu anlayacaksın bazen de o seni. Sabır günleri de neşe günleri gibi aramızda dönüp duracak. Gündüzler gecelere kardeş olacak. "İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor." Değişen rollerin/konumların sayesinde muhabbetin canı olan ihtiyaç/iştiyak hayatta kalacak.
Şeriatın sınır koymadığı yerlerde eşitlik düzeyinde bir ilişki istemek bencillik değildir. O makamda eşitlik istemek “Senin kadar ben de mahlukum” demektir bir nevi. “Mahlukiyetin mazhar olduğu herşeyde benim de senin kadar hakkım var. Beni de Allah yaratmış sen gibi. Ben de öfkelenirim bazen sen gibi. İnsanî olan herşey bende de vardır. Sen de idare etmelisin beni. Benim seni idare ettiğim gibi.” Belki bunu da en güzel şu cümleleri anlatıyor Bediüzzaman’ın: "Çünkü mahlûkat mâbûdiyetten uzaklık noktasında müsâvi oldukları gibi mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."
Fakat bazen en makul eşitlik talepleri bile bencillik olarak karşılanıyor. Fedakârlıklarsa mecburiyetimiz gibi. Hal böyle olunca yükümüz ağırlaşıyor. Yalnız bir insanken birkaç insan gibi yaşamaya başlıyoruz. Kendimize rol yapıyoruz. Lakin Kur'an-ı Hakîm’imiz demiyor mu: "Allah hiçkimseye gücünün yeteceğinden fazla birşey yüklemez." Hem yine demiyor mu: "Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez." O halde birşeyler artık taşınmaz, hayat yaşanmaz geldiğinde, omuzlarındakini sınaman gerekmez mi? Neden onları tenzih edip kendini suçluyorsun? Belki o yükün tamamı senin değildir? Belki sen başkalarınınkini yüklenmişsindir? Dikkat et arkadaşım: İmanının yüklediklerinden gayrısı için konuşuyorum.
Allah'ın emrettiği sınırlardan bahsetmiyorum. O Cenab-ı Haktır ve hepimize sınırlar koymaya hakkı vardır. Bunlar zaten iyiliğimiz içindir ve uygun adım yürüdüğümüzde iyi de gelir. Fıtratımızı en iyi Sahibimiz bilir. Ancak bir de alışkanlıklarımızdan kaynaklanan yükler var. ‘Mış gibi’ yapmalarımızdan. Hem her insan bir diğerinin yüküdür. Çünkü onu etkiler. Bizi etkileyen herşey bir açıdan bizim yükümüzdür. Zira izlerini taşırız. Hem hafızamızda, hem kalbimizde, hem de düşüncemizde çizikleri kalır.
İnsan insan olarak yaklaştığı sürece karşısındankinden insanlık görür. Tebessüm etmeyen bir yüzün hakkı var mıdır karşısındaki herdaim mütebessim bulmaya? "Mü'min mü'minin aynasıdır!" buyuran hadis-i şerifin penceresinden tefekkür edersek, gördüğümüz suretler aslında hep bizim suretlerimiz, duyduğumuz sesler hep bizim seslerimiz, hissettiğimiz hep bizim hissettirdiğimiz değil midir? Gülümsediğimiz kadar gülücük buluyor veya öfkeyle boğduğumuz kadar ona boğuluyoruz belki de? Aynalar koridorundan geçiyoruz ve hep şunu söylüyoruz: "Ben mecbur değilim güzel kalmaya. Hiç değilim. Güzel kalması gereken esasında o!" Bu nasıl mümkün olabilir? Yansıyan yansıyandan nasıl farklı olabilir? Demek iyi olmak önce özümüze yapılmış iyiliktir. Yani aynamıza gülümsemektir.
“Tebessüm sadakadır!” Aleyhissalatuvesselam. Ama hiç kendine sordun mu arkadaşım: Kime sadakadır? Sırf gülümsediğine mi? Yoksa kendine mi? Yoksa ikinize birden mi? Unutmayalım. Burada 'elhamdülillah' diyenin ahirette 'elhamdülillah' yiyeceği bir düzlemde yaşıyoruz. Zikr u tesbihimiz cennete dikilmiş fidanlara dönüşüyor hadisin ifadesiyle. Birbirinin içinde yansıyor, renkleniyor ve zenginleşiyor herşey. Bâki âlemimiz böyle şekilleniyor. Aynamızla şuhudumuza renkler veriyoruz.
O tebessüm seni bulmaz mı sanıyorsun? Belki evden çıkarken yeğenine gülümsediğin için gülümsedi otobüsteki o çocuk? Sarıldığın için sarıldılar sana. Yardım ettiğin için yardım edildin. Hayat dediğin iradenin attığı bir bumerangtır biraz da. Tıpkı Zilzal sûresinde buyrulduğu gibi: "Kim zerre mikdarı hayır işlerse onu görür. Kim de zerre mikdarı şer işlerse onu görür." Nihayetinde arkadaşım: Dünya ahiretin tarlasıdır. Dünler yarınınlarının tarlasıdır. Evveller ahirlerinin tarlasıdır. Bu eşikten bakınca aynalar da yansıttıklarının tarlasına dönüşmez mi? Işık da parlaklığı ekip biçmez mi? Güneş de kimbilir mazharlarından neler alıyor. Peki ya ism-i Nur’un Sahibi? Üzerimizdeki bunca tecelli de bir ekip biçme değil mi?
8 Ocak 2015 Perşembe
Kader tevhidin kardeşidirı
"Tanrının doğadaki işleri de, kendi varlığındaki işleri gibi, bizim işlerimize benzemez. Bizim biçim verdiğimiz örnekleri, Onun yapıtlarının büyüklüğüne, derinliğine, araştırılmazlığına uydurmaya çalışmak boştur. Onun yapıtları Democritus'un kuyusundan bile daha derindir." Joseph Glanvill, Edgar Allan Poe’nun Ligeia öyküsü epigrafı, Morgue Sokağı Cinayeti derlemesinden.
Allah 'Ol' demiş ve olmuşuz. Zamanın sınırlayamadığı mekan ötesi bir yerden geliyor bu emir. Elhamdülillah. Mahluk Halıkını sınırlayamaz. Zamansa ancak Onun aciz bir mahlukudur. Çünkü o "Hadsiz ef'ali bir fiil gibi yapar." Allah zamanla kayıtlı değil ki yarattıkları için geçerli olan öncelik-sonralık onun için de geçerli olsun. Onun 'Ol'u bizim oldurmalarımıza benzemiyor. Yaratması yapışımız gibi değil. "Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor." Ezel bugünü ve yarını aynı anda görür bir manzar-ı âlâ'dır. Şu zaman, mekan, hareket, önce, sonra, yukarı, aşağı, uzak, yakın vs. Hepsi senin sınırlılığından. Mekan zamanın parçası, hareket mekanın, ışık hareketin. Esmaü’l-Hüsna’nın şefaati de işte bunun için. Zatını kuşatamayacağın ve anlayamayacağın (çünkü anlamak da bir yönüyle kuşatmaktır) Allah'ı bir parça kuşatabileceğin ve anlayabileceğin pencerelerden seyredebilmek için. Yahut da daha doğrusu: Sezebilmek için.
Hem ne diyor mürşidin: "Ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir."
Allah'ın güzel isimleri sınırlı olan insanın sonsuz olan Allah'ı anlaması için bir kolaylıktır. Bize bir hediyedir. Bağıştır. Tıpkı vahiy gibi bir tenezzül-i ilahîdir. Hatta sebeplerle yaratılış dahi böyle bir kolaylıktır. "Meşiet ve hikmet-i İlâhiyenin muktezasıyla ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat esbaba raptedilmiş, herbirşey bir sebeple bağlanmış." Evet. Herşeyi, sebeplerle yaratılış sayesinde parçalayabiliyor, arasına öncelik-sonralık, büyüklük-küçüklük, benim-onun gibi ayraçları koyabiliyorsun. Kuşatabiliyorsun. Kavrayabiliyorsun. Sezebiliyorsun. Ancak böyle böyle anlayabiliyorsun. Çünkü sen yaratılansın. Azsın. Eksiksin. Altkümesin. Ve matematikten bilirsin: Altküme üstkümeyi asla kuşatamaz. Kuşatamadığına sahip olamaz. Anlamaksa bir yönüyle sahip olmaktır. Kavramaktır. Öteki olanı ‘yalnız bir bilmecikle bile olsun’ senin kılmaktır.
"Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor. Çünkü, Vacibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev'i, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacibü'l-Vücudun ef'alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor."
'Ol' emri bir bütün ve biz onun içindeyiz. Kader bu bütünlüğün bir gereği. Herşey biliniyor olmalı çünkü zamanın ötesinde herşey hep beraberdir. 'Ol'un içinde olmak, dışarıdan seyreden değil içinde olmak, ‘ol'an olmak. Biz buyuz işte. Yaratılışı parçalarla kavrayabildiğimizden hep parçalı tefekkür ediyoruz. Bir elma için kainatın gerektiğini, bigbangdeki ilk 'Ol' ile o elmanın son 'Ol'u arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu, beraberliğini, uyumunu göremiyoruz. Hatta bunun da üzerinde, belki ikisinin aynı 'Ol'un parçası olduğunu kavrayamıyoruz. Nazarımızdaki ‘ol, ol, ol, ol’lar yanıltıyor bizi. Sınırlılıktan bizimkisi. Şirk de buradan kendisine bir fırsat buluyor.
32. Söz veya 7. Şua boyunca Bediüzzaman'ın da bize öğretmeye çalıştığı bu bence. Parçalara sahip olmanın bir anlamı yok. Bu küçük ‘ol'lar bizi bir yere götüremez, çünkü büyük ‘ol'lar ve hatta kainatın en başında, herşey hiçken denilen 'Ol' olmadan varoluş mümkün değil. Varlık, ağır ağır inşa edilen bir bina gibi görünse de gözümüze, aslında aynı öykünün detaylarıyız hepimiz. Emirde bütünlük var. Uyum var. Denge var. Düzen var. Allah birşeye 'Ol' dediği zaman sebeplerin zahiren engel olma çabaları ancak o 'Ol'un hikayesi olur. Belki yardımcısı olur. Engel olmaz da kolaylaştırır.
Evet. Kendin tek seferde tek fiili kuşatabiliyorsun diye, iraden cüzi/parçalı çalışıyor diye, Allah'ın eylemesinin bütün fiilleri kuşatan bir ilme yaslanıyor olabileceği ihtimalini ıskalıyorsun. Unutma, sınırlı olan sensin, Allah değil. Ve Onun fiilleri fiilerin gibi değil. Subhaniyet biraz da buna bakıyor. Kendimizden hareketle Onu sezeriz, tamam, ama Onu kendimizle sınırlayamayız.
"Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir olan kan ordusundaki bütün emsâlime mâlik olabilirsen; hem, gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene mâlik olacak bir dakîk hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. (...) Çünkü, bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir Zât bize hükmedebilir."
"Ben yalnız değilim." Bütün eşya bunu söylüyor sana. Aynı 'Ol'un parçalarıyız ki hepimiz 'sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir.' Yani, kardeşlik dediğin kurgusal bir davranış şekli değil, bütün eşya zaten bir 'Ol' kardeşliğinin parçaları. O ‘Ol'a uygun hareket etmezsen ve hatta şirk ile ‘ol, ol, ol, ol'lara bölüp parçaları başkalarına verirsen, budur pek büyük zulmün. Bazen zulüm, parçalardan birisini öne çıkarıp, bütünün kemalini karartmaktan başka nedir? Düşün: Öykünün bütünü kiminse oradaki karakterlerden, olaylardan, harflerden herbiri de onundur. Dokunursan bozarsın. Karıştırırsan karışır. Çünkü öykünün tamamı yazarın bütünü görür kurgusunun sonucudur.
Demek varlık öyle bir ‘Ol'un parçası ki, 'altı gün'ün herbiri onun bölümleri, herbir asır onun bir sayfası, herbir gün bir satırı veya harfi... Sen o kitapta tutsan tutsan bir harfçik, bir elifçik yer tutarsın. Bu ne cesaret! Sayfada adın geçiyor diye kitabı yazarın elinden almaya çalışmak da ne oluyor? Kendin aldığın yetmiyormuş gibi sair kelimelere de kitabı dağıtmaya cür'et ediyorsun. Zaten kadere iman dediğin de, zamana yayılmış bütün mekanları, mekana yayılmış bütün hareketleri, 'Ol’un sahibine vermekten başka nedir ki? Kadere iman etmek tevhide zamanüstü bir şekilde iman etmektir. Ve nihayetinde o 'Ol' demiş, biz o 'Ol'un içindeyiz, ama o 'Ol'u 'ollar' sûretinde görürüz. Şahitliğimiz bizi yanıltmasın. Tevhid iman etmek aslında bu gözyanılgısından da kurtulmaktır.
Allah 'Ol' demiş ve olmuşuz. Zamanın sınırlayamadığı mekan ötesi bir yerden geliyor bu emir. Elhamdülillah. Mahluk Halıkını sınırlayamaz. Zamansa ancak Onun aciz bir mahlukudur. Çünkü o "Hadsiz ef'ali bir fiil gibi yapar." Allah zamanla kayıtlı değil ki yarattıkları için geçerli olan öncelik-sonralık onun için de geçerli olsun. Onun 'Ol'u bizim oldurmalarımıza benzemiyor. Yaratması yapışımız gibi değil. "Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor." Ezel bugünü ve yarını aynı anda görür bir manzar-ı âlâ'dır. Şu zaman, mekan, hareket, önce, sonra, yukarı, aşağı, uzak, yakın vs. Hepsi senin sınırlılığından. Mekan zamanın parçası, hareket mekanın, ışık hareketin. Esmaü’l-Hüsna’nın şefaati de işte bunun için. Zatını kuşatamayacağın ve anlayamayacağın (çünkü anlamak da bir yönüyle kuşatmaktır) Allah'ı bir parça kuşatabileceğin ve anlayabileceğin pencerelerden seyredebilmek için. Yahut da daha doğrusu: Sezebilmek için.
Hem ne diyor mürşidin: "Ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona 'ezel' deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir."
Allah'ın güzel isimleri sınırlı olan insanın sonsuz olan Allah'ı anlaması için bir kolaylıktır. Bize bir hediyedir. Bağıştır. Tıpkı vahiy gibi bir tenezzül-i ilahîdir. Hatta sebeplerle yaratılış dahi böyle bir kolaylıktır. "Meşiet ve hikmet-i İlâhiyenin muktezasıyla ve çok esmânın tezahür etmek istemesiyle, müsebbebat esbaba raptedilmiş, herbirşey bir sebeple bağlanmış." Evet. Herşeyi, sebeplerle yaratılış sayesinde parçalayabiliyor, arasına öncelik-sonralık, büyüklük-küçüklük, benim-onun gibi ayraçları koyabiliyorsun. Kuşatabiliyorsun. Kavrayabiliyorsun. Sezebiliyorsun. Ancak böyle böyle anlayabiliyorsun. Çünkü sen yaratılansın. Azsın. Eksiksin. Altkümesin. Ve matematikten bilirsin: Altküme üstkümeyi asla kuşatamaz. Kuşatamadığına sahip olamaz. Anlamaksa bir yönüyle sahip olmaktır. Kavramaktır. Öteki olanı ‘yalnız bir bilmecikle bile olsun’ senin kılmaktır.
"Vacibü'l-Vücud, zatında, mahiyetinde mümkine benzemediği gibi, ef'alinde de benzemiyor. Çünkü, Vacibü'l-Vücudun kudretine nisbeten yakın-uzak, az-çok, küçük-büyük, fert-nev'i, cüz-küll aralarında fark yoktur. Ve keza, Onun fiilinde bizzat mübaşeret yoktur. Fakat, mümkinin kudreti bu derece değildir. Bunun için nefis, Vacibü'l-Vücudun ef'alini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl mütehayyir kalıyor. Fiili failsiz zannediyor."
'Ol' emri bir bütün ve biz onun içindeyiz. Kader bu bütünlüğün bir gereği. Herşey biliniyor olmalı çünkü zamanın ötesinde herşey hep beraberdir. 'Ol'un içinde olmak, dışarıdan seyreden değil içinde olmak, ‘ol'an olmak. Biz buyuz işte. Yaratılışı parçalarla kavrayabildiğimizden hep parçalı tefekkür ediyoruz. Bir elma için kainatın gerektiğini, bigbangdeki ilk 'Ol' ile o elmanın son 'Ol'u arasında kopmaz bir bağ bulunduğunu, beraberliğini, uyumunu göremiyoruz. Hatta bunun da üzerinde, belki ikisinin aynı 'Ol'un parçası olduğunu kavrayamıyoruz. Nazarımızdaki ‘ol, ol, ol, ol’lar yanıltıyor bizi. Sınırlılıktan bizimkisi. Şirk de buradan kendisine bir fırsat buluyor.
32. Söz veya 7. Şua boyunca Bediüzzaman'ın da bize öğretmeye çalıştığı bu bence. Parçalara sahip olmanın bir anlamı yok. Bu küçük ‘ol'lar bizi bir yere götüremez, çünkü büyük ‘ol'lar ve hatta kainatın en başında, herşey hiçken denilen 'Ol' olmadan varoluş mümkün değil. Varlık, ağır ağır inşa edilen bir bina gibi görünse de gözümüze, aslında aynı öykünün detaylarıyız hepimiz. Emirde bütünlük var. Uyum var. Denge var. Düzen var. Allah birşeye 'Ol' dediği zaman sebeplerin zahiren engel olma çabaları ancak o 'Ol'un hikayesi olur. Belki yardımcısı olur. Engel olmaz da kolaylaştırır.
Evet. Kendin tek seferde tek fiili kuşatabiliyorsun diye, iraden cüzi/parçalı çalışıyor diye, Allah'ın eylemesinin bütün fiilleri kuşatan bir ilme yaslanıyor olabileceği ihtimalini ıskalıyorsun. Unutma, sınırlı olan sensin, Allah değil. Ve Onun fiilleri fiilerin gibi değil. Subhaniyet biraz da buna bakıyor. Kendimizden hareketle Onu sezeriz, tamam, ama Onu kendimizle sınırlayamayız.
"Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir olan kan ordusundaki bütün emsâlime mâlik olabilirsen; hem, gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene mâlik olacak bir dakîk hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. (...) Çünkü, bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir Zât bize hükmedebilir."
"Ben yalnız değilim." Bütün eşya bunu söylüyor sana. Aynı 'Ol'un parçalarıyız ki hepimiz 'sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir.' Yani, kardeşlik dediğin kurgusal bir davranış şekli değil, bütün eşya zaten bir 'Ol' kardeşliğinin parçaları. O ‘Ol'a uygun hareket etmezsen ve hatta şirk ile ‘ol, ol, ol, ol'lara bölüp parçaları başkalarına verirsen, budur pek büyük zulmün. Bazen zulüm, parçalardan birisini öne çıkarıp, bütünün kemalini karartmaktan başka nedir? Düşün: Öykünün bütünü kiminse oradaki karakterlerden, olaylardan, harflerden herbiri de onundur. Dokunursan bozarsın. Karıştırırsan karışır. Çünkü öykünün tamamı yazarın bütünü görür kurgusunun sonucudur.
Demek varlık öyle bir ‘Ol'un parçası ki, 'altı gün'ün herbiri onun bölümleri, herbir asır onun bir sayfası, herbir gün bir satırı veya harfi... Sen o kitapta tutsan tutsan bir harfçik, bir elifçik yer tutarsın. Bu ne cesaret! Sayfada adın geçiyor diye kitabı yazarın elinden almaya çalışmak da ne oluyor? Kendin aldığın yetmiyormuş gibi sair kelimelere de kitabı dağıtmaya cür'et ediyorsun. Zaten kadere iman dediğin de, zamana yayılmış bütün mekanları, mekana yayılmış bütün hareketleri, 'Ol’un sahibine vermekten başka nedir ki? Kadere iman etmek tevhide zamanüstü bir şekilde iman etmektir. Ve nihayetinde o 'Ol' demiş, biz o 'Ol'un içindeyiz, ama o 'Ol'u 'ollar' sûretinde görürüz. Şahitliğimiz bizi yanıltmasın. Tevhid iman etmek aslında bu gözyanılgısından da kurtulmaktır.
6 Ocak 2015 Salı
Ve ben mutlak bir sessizlikte kitap okuyamam.
Ben sessizliği severim, ama sevdiğim mutlak bir sessizlik değildir. Mutlak bir sessizlikte kitap okuyamam. Deli olurum. Kitaba yoğunlaşamayacak kadar tuhaf bir yalnızlık hissi oluşur bende. Azıcık gürültü olsun isterim. Yeğenimin yaramazlık sesi. Halalarının ona isyanı. Annemin bulaşıkları yıkarken söylediği türkü. Tek sesten oluşmayan, karışık bir şarkı. Bazen, kitap okurken, odam çok sessiz olduğunda pencereyi açarım. Sokağın bütün sesleri odama dolsun isterim. Kornalar, bağıran çocuklar, müşteri arayan seyyar satıcılar, eskiciler, pazarcılar, duvara çarpan top sesleri, söyleşen kadınlar vs. Sokağın kendine özgü şarkısı, gürültüsü. Hepsinden biraz biraz lazım bana, ama aşırıya kaçmadan. Nasıl söylesem sana? Sesler yalnızlığımı alıyor. Bana yalnız olmadığımı hatırlatıyor.
Hayatın kendisi gibi hayatın sesleri de ilaca benziyor. Kimyevî bir dengeye ihtiyaç var, aşırıya kaçılmamış, oran gözetilmiş, altın bir oran. '(...) bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hâkezâ...' Sokağın gelişgüzelliği içinde (hakikaten gelişigüzellik mi ki o?) böylesi bir altın oran da var, kulağa rahat ettiren bir gürültü. Bir benzerini sahil kenarında bulabilirsin, hafif hışırtılarla kulağını okşayan dalgaları dinlerken. Akarsu kenarları da böyle. Dağlar yine böyle. Yollar böyle. İnsan tasannu eliyle bozmazsa, bütün dünya böyle. Doğasına bırakılmış seslerin ahengi hep böyle, hayattar.
Benim sesler hakkındaki iyimserliğime zarar veren yalnız inşaat sesleri. Bizim sokakta bu sıralar pekçok inşaat var. İnşaat sesleri, eğer yeterli mesafe yoksa onlarla aranızda, kulağınızı mahvediyor. Eskiden böyle değildi. Hem o zamanlar teknoloji bu kadar yüksek değildi. Hazırbeton olayı o kadar gelişmemişti mesela. Ve inşaatlar bu kadar hızlı bitmiyordu. İçerideki çalışmanın bir dinginliği vardı. (Elektrik ustası olan amcamın yanında çıraklık etmiştim bir yaz.) Tak tak çekiç seslerini, bükülen/kesilen demir seslerini, çimento karan kürek seslerini dinlerken bile dinleniyordum sanki. Dinlemek dinlenmekti. Senden olmayanda, sen olmadığın bir andır dinlemek. Fakat yine de gürültülüydük sanırım. Öyle ya, kimse yanında/yamacından bir inşaat olsun istemez.
İnşaatlar, yani yeni şeylerin bina edilmesi, her zaman gürültülüdür. Varlık bizimle sesler aracılığı ile konuşuyor. Varoluşun alameti sesler. Değişimin, dönüşümün, süratin. Hızca ışıktan aşağı kalsa da detay bilgisi almak anlamında varlığı eşitliyor. Herşeyin ışığı yok, ama hepsinin bir sesi var. Yaydıkları bir titreşim. Attıkları bir çığlık, bir ötüş, söyledikleri bir şarkı. Hz. İsrafil'in sûra üflemesi boşuna değil. Hem seslerin uyandırıcı bir yanı da var. Belki de bu yüzden sabah uyanmak için saat/alarm kuruyoruz, ışık değil. Ve İsrafil efendim haşir sabahında bizi uyandırmak için sûra üflüyor, lambaya veya güneşe değil.
Demek Kur'an'ın da bir sadası var... Her neyse. Ben aslında size başka birşey anlatacaktım. Malumunuz, 32. Söz'ün 1. Mevkıf'ının Küçük Bir Zeyli'nde Bediüzzaman Hazretleri, Kâf sûresinin 6. ayetini tefsir ediyor. Ayetin kısacık meali şöyle: "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik?" Buraya kadar tuhaf birşey yok, bir ayet ve tefsiri; ama buradaki tefsirine şöyle bir yerden başlıyor Bediüzzaman:
İşte ben, bütün bu yazıyı, ayetteki 'bina edip süsledik' ile 'semanın yüzündeki fevkalade sükûnet içinde bir sükûtu görmek' arasındaki bağıntıyı Bediüzzaman'ın nasıl kurduğunu ve benim bu bağlantıyı bizim sokakta 'bina edilen' şeyler sayesinde nasıl anladığımı aktarmak için yazdım. İnşaallah başarabilmişimdir. İnsan öğrenci gözüyle bakarsa, inşaatların gürültüsü bile bir öğretmendir. Beşerin bina ettiklerinin gürültüsü, Allah'ın bina ettiklerinin sessizliği... Hepsinde bir nasihat var. Ve ben mutlak bir sessizlikte kitap okuyamam.
"Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hâkezâ, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder."
Hayatın kendisi gibi hayatın sesleri de ilaca benziyor. Kimyevî bir dengeye ihtiyaç var, aşırıya kaçılmamış, oran gözetilmiş, altın bir oran. '(...) bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından ve hâkezâ...' Sokağın gelişgüzelliği içinde (hakikaten gelişigüzellik mi ki o?) böylesi bir altın oran da var, kulağa rahat ettiren bir gürültü. Bir benzerini sahil kenarında bulabilirsin, hafif hışırtılarla kulağını okşayan dalgaları dinlerken. Akarsu kenarları da böyle. Dağlar yine böyle. Yollar böyle. İnsan tasannu eliyle bozmazsa, bütün dünya böyle. Doğasına bırakılmış seslerin ahengi hep böyle, hayattar.
Benim sesler hakkındaki iyimserliğime zarar veren yalnız inşaat sesleri. Bizim sokakta bu sıralar pekçok inşaat var. İnşaat sesleri, eğer yeterli mesafe yoksa onlarla aranızda, kulağınızı mahvediyor. Eskiden böyle değildi. Hem o zamanlar teknoloji bu kadar yüksek değildi. Hazırbeton olayı o kadar gelişmemişti mesela. Ve inşaatlar bu kadar hızlı bitmiyordu. İçerideki çalışmanın bir dinginliği vardı. (Elektrik ustası olan amcamın yanında çıraklık etmiştim bir yaz.) Tak tak çekiç seslerini, bükülen/kesilen demir seslerini, çimento karan kürek seslerini dinlerken bile dinleniyordum sanki. Dinlemek dinlenmekti. Senden olmayanda, sen olmadığın bir andır dinlemek. Fakat yine de gürültülüydük sanırım. Öyle ya, kimse yanında/yamacından bir inşaat olsun istemez.
İnşaatlar, yani yeni şeylerin bina edilmesi, her zaman gürültülüdür. Varlık bizimle sesler aracılığı ile konuşuyor. Varoluşun alameti sesler. Değişimin, dönüşümün, süratin. Hızca ışıktan aşağı kalsa da detay bilgisi almak anlamında varlığı eşitliyor. Herşeyin ışığı yok, ama hepsinin bir sesi var. Yaydıkları bir titreşim. Attıkları bir çığlık, bir ötüş, söyledikleri bir şarkı. Hz. İsrafil'in sûra üflemesi boşuna değil. Hem seslerin uyandırıcı bir yanı da var. Belki de bu yüzden sabah uyanmak için saat/alarm kuruyoruz, ışık değil. Ve İsrafil efendim haşir sabahında bizi uyandırmak için sûra üflüyor, lambaya veya güneşe değil.
"Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki; durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: 'Mâdem herşey elimizden çıkacak, fânî olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip, ibkâ etmek çaresi yok mu?' deyip düşünürken, birden semavî sadâ-i Kur'ân işitiliyor. Der: 'Evet, var. Hem, beş mertebe kârlı bir sûrette güzel ve rahat bir çaresi var.'"
Demek Kur'an'ın da bir sadası var... Her neyse. Ben aslında size başka birşey anlatacaktım. Malumunuz, 32. Söz'ün 1. Mevkıf'ının Küçük Bir Zeyli'nde Bediüzzaman Hazretleri, Kâf sûresinin 6. ayetini tefsir ediyor. Ayetin kısacık meali şöyle: "Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl bina edip süsledik?" Buraya kadar tuhaf birşey yok, bir ayet ve tefsiri; ama buradaki tefsirine şöyle bir yerden başlıyor Bediüzzaman:
"Yani, âyet-i kerime, nazar-ı dikkati semânın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ dikkat-i nazar ile, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak'ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa; eğer başıboş olsa idiler, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gayet büyük küreler ve gayet sür'atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzım idi ki, kâinatın kulağını sağır edecekti."
İşte ben, bütün bu yazıyı, ayetteki 'bina edip süsledik' ile 'semanın yüzündeki fevkalade sükûnet içinde bir sükûtu görmek' arasındaki bağıntıyı Bediüzzaman'ın nasıl kurduğunu ve benim bu bağlantıyı bizim sokakta 'bina edilen' şeyler sayesinde nasıl anladığımı aktarmak için yazdım. İnşaallah başarabilmişimdir. İnsan öğrenci gözüyle bakarsa, inşaatların gürültüsü bile bir öğretmendir. Beşerin bina ettiklerinin gürültüsü, Allah'ın bina ettiklerinin sessizliği... Hepsinde bir nasihat var. Ve ben mutlak bir sessizlikte kitap okuyamam.
5 Ocak 2015 Pazartesi
Varlığım hakikatine armağan olsun
“Bunlara benzeyen (tenkid içeren) daha birçok meseleyi sana yazdım. Allah’ın seni muvaffak etmesi ve ömrünü uzun kılması beni sevindirir. Çünkü bunda insanlar için menfaat olduğunu umuyorum. Her ne kadar birbirimizden uzak yerlerde isek de, senin varlığına alıştığım için, senin gibi birisinin (vefat edip) aramızdan ayrılmasını bir kayıp olarak görür ve bundan korkarım.” İmam el-Leys b. Sa’d’ın İmam Malik’e yazdığı mektuptan. (Allah ikisinden de razı olsun.)
Bir bütüne ancak böyle parça olunur arkadaşım: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Evet. İşin özü bu. Sakın daha azına razı olma. Sakın daha azına razı olarak kendini ziyana uğratma. Varlığını varlığına armağan edeceğin şey mutlaka senden daha varlıksal/vücudî olmalı. O öyle birşey olmalı ki arkadaşım, ona armağan etmek, varlığından birşey eksiltmemeli. Eklemeli. Yeşertmeli. Yutmamalı. Zaten asıl Malik-i Hakikî odur ki: Sana bağışladığı bile mülkünden çıkmaz. Emanet eder. Hibe etmez. Kulluk da ancak ona edilir ki: Hediyelerini misliyle iade eder. Eksiltmez. Elinden almaz.
Öyle birisine bağışlamalı ki ilgiyi, zamanı, niyeti, ameli, tefekkürü, hayatı karşılığında daha da varlıklanmalı. Âkilin ticareti böyle olur. “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını karşılığında cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” buyuran Kur’an-ı Hakîm, sana, zaten seni terketmekte olan varlıksallığını, daha fazlasını alabileceğin bir düzlemde satmayı öneriyor. Kârı gösteriyor. Böyle ticaretten kaçınana ahmak derler. O yüzden mü’min, elinden/dilinden emin olunan, yani hayatla ne yaptığından emin olandır. Malı bellidir. Müşterisi bellidir. Alacağı bellidir. Verilecek bellidir. Emniyet hissi, dıştan içe değil, içten dışa yansır. Eğer onun elinden ve dilinden bir şer sana ilişmiyorsa, bu onun içindeki emniyetten, taşların yerine oturmuşluğundan, yani dengeden. Ticaretinin belirginliğinden. Evet. İstikamette ifrat/tefrit olmaz. İfratı/tefriti olmayanın elinden de zarar gelmez.
“Her mü’mine kendi nefsinden ileriyim!” buyuruyor Aleyhissalatuvesselam.[1] Neden? Çünkü hakikatinden. Çünkü hakikatin o. Çünkü nefsinin hakikati/hikmeti onunla, ona eklemlenmekle, tamam oluyor. Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü o aslında senin de varlığının üzerine olduğu şey.
Öyle ya arkadaşım. ‘Levlake levlak…’ sırrınca yaslandığımız, hatta cümle masivanın yaslandığı, hakikat-i Muhammediye’dir. Dikkatli baksan göreceksin: Manalar maddeden değil maddeler manadan yaratılır. Öncesinde manası vardır varlığın. İlmi vardır. Hakikati vardır. Planı vardır. Amacı vardır. Sonra üzerine maddesi giydirilir. Ruhunun cesedinle izdivacı böyle. Kelimenin mana ile irtibatı böyle. Sanatın eseriyle bağlantısı böyle. Fikrin kitapla ilişkisi böyle. Önce birşeyler var, cesedi olmayan ama cesedden daha şiddetli var olan birşeyler, sonra cesetleri onlara tutunuyor. Ne için? Kuşatabilmek, yani anlayabilmek, yani tutabilmek için. İnsan kuşatamadığını anlayamaz çünkü. Soyut kuşatılamayandır. Tutulamayandır.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü hakikatin varlığı senden daha kavidir. Maddeler eskir, kelimeler dilden dile değişir, ama mana yokolmaz. ‘Güzellik’ diye birşey var mesela, kimbilir kaç güzelin yüzünü eskitmiştir üzerinde de, hâlâ kendisini tam anlamıyla ifade edememiştir. İfadesi bitmez. Şarkısı bitmez. Çünkü o bir sonsuzun bağışıyla teşrif etmiştir.
Dostluğu, aşkı, özlemi kaç dilde işitmişsindir de hepsini bir mana üzerinden tercüme edersin. Yani ki manayı bilmeyene tercüme de edemezsin. Aşkı bilmeyene aşkı neye tutturarak anlatırsın? Zaten mütercimin yaptığı da bundan başka nedir? Mananın nakli. Bildiğini hatırlatma. Buldurma. Bir dilde neyi anlattığını çözüp kelimelerin sonra diğerinde cesedini bulma meselesi. Reenkernasyon diye birşey konuşulacaksa işte sözlüklerde var. Çevirmenler de ‘mana göçünün’ şahitleri.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Çünkü; “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur…” diyor mürşidin. Yani hakikatin varlığına haklı çıkmaktan daha çok sevinmek gerek eğer hakikaten hakikatperestsen. Ancak haksız çıkmakla öğrenebilirsin zira yeni şeyleri. Hem gurura kapılma riskin daha az olur hakikat başkasının elindeyken. Öğrenci olmak, nefsinin hilelerine kapılma riski açısından, öğretmen olmaktan daha sağlıklıdır. İnsan bu hayatta hep öğrenci kalmalıdır.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Ve anlamalısın: Aleyhissalatuvesselama “Anam-babam feda olsun ya Resulallah!” diyenler böyle bir sırrı ders veriyorlar: “Senin varlığın ve varlığının işaret ettiği hakikat, maddi varlık sebebimiz olan ebeveynimizin varlığından daha gerekli, çünkü sen bizi onlardan daha ziyade kılıyorsun. Yani manalı/hakikattar kılıyorsun!” demek bu, eğer hikmet kulağıyla işitebilirsen. Salt bir sevgi ifadesi değil. Daha fazlası. İşte bu yüzden belki de Aleyhissalatuvesselam, Hz. Ömer efendim kendisini ‘nefsi hariç’ herkesten daha çok sevdiğini söylediğinde uyarıyor: “Beni nefsinden de çok sevmelisin.” Çünkü doğrusu bu: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Varlığını anlamlı kılan aslında o. Ve her kahramanlık da buradan beslenir: “Varlığım ondaki hakikate armağan olsun.”
[1] Müslim, Cumu’a 13.
Bir bütüne ancak böyle parça olunur arkadaşım: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Evet. İşin özü bu. Sakın daha azına razı olma. Sakın daha azına razı olarak kendini ziyana uğratma. Varlığını varlığına armağan edeceğin şey mutlaka senden daha varlıksal/vücudî olmalı. O öyle birşey olmalı ki arkadaşım, ona armağan etmek, varlığından birşey eksiltmemeli. Eklemeli. Yeşertmeli. Yutmamalı. Zaten asıl Malik-i Hakikî odur ki: Sana bağışladığı bile mülkünden çıkmaz. Emanet eder. Hibe etmez. Kulluk da ancak ona edilir ki: Hediyelerini misliyle iade eder. Eksiltmez. Elinden almaz.
Öyle birisine bağışlamalı ki ilgiyi, zamanı, niyeti, ameli, tefekkürü, hayatı karşılığında daha da varlıklanmalı. Âkilin ticareti böyle olur. “Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını karşılığında cennet vermek sûretiyle satın almıştır…” buyuran Kur’an-ı Hakîm, sana, zaten seni terketmekte olan varlıksallığını, daha fazlasını alabileceğin bir düzlemde satmayı öneriyor. Kârı gösteriyor. Böyle ticaretten kaçınana ahmak derler. O yüzden mü’min, elinden/dilinden emin olunan, yani hayatla ne yaptığından emin olandır. Malı bellidir. Müşterisi bellidir. Alacağı bellidir. Verilecek bellidir. Emniyet hissi, dıştan içe değil, içten dışa yansır. Eğer onun elinden ve dilinden bir şer sana ilişmiyorsa, bu onun içindeki emniyetten, taşların yerine oturmuşluğundan, yani dengeden. Ticaretinin belirginliğinden. Evet. İstikamette ifrat/tefrit olmaz. İfratı/tefriti olmayanın elinden de zarar gelmez.
“Her mü’mine kendi nefsinden ileriyim!” buyuruyor Aleyhissalatuvesselam.[1] Neden? Çünkü hakikatinden. Çünkü hakikatin o. Çünkü nefsinin hakikati/hikmeti onunla, ona eklemlenmekle, tamam oluyor. Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü o aslında senin de varlığının üzerine olduğu şey.
Öyle ya arkadaşım. ‘Levlake levlak…’ sırrınca yaslandığımız, hatta cümle masivanın yaslandığı, hakikat-i Muhammediye’dir. Dikkatli baksan göreceksin: Manalar maddeden değil maddeler manadan yaratılır. Öncesinde manası vardır varlığın. İlmi vardır. Hakikati vardır. Planı vardır. Amacı vardır. Sonra üzerine maddesi giydirilir. Ruhunun cesedinle izdivacı böyle. Kelimenin mana ile irtibatı böyle. Sanatın eseriyle bağlantısı böyle. Fikrin kitapla ilişkisi böyle. Önce birşeyler var, cesedi olmayan ama cesedden daha şiddetli var olan birşeyler, sonra cesetleri onlara tutunuyor. Ne için? Kuşatabilmek, yani anlayabilmek, yani tutabilmek için. İnsan kuşatamadığını anlayamaz çünkü. Soyut kuşatılamayandır. Tutulamayandır.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmasın. Çünkü hakikatin varlığı senden daha kavidir. Maddeler eskir, kelimeler dilden dile değişir, ama mana yokolmaz. ‘Güzellik’ diye birşey var mesela, kimbilir kaç güzelin yüzünü eskitmiştir üzerinde de, hâlâ kendisini tam anlamıyla ifade edememiştir. İfadesi bitmez. Şarkısı bitmez. Çünkü o bir sonsuzun bağışıyla teşrif etmiştir.
Dostluğu, aşkı, özlemi kaç dilde işitmişsindir de hepsini bir mana üzerinden tercüme edersin. Yani ki manayı bilmeyene tercüme de edemezsin. Aşkı bilmeyene aşkı neye tutturarak anlatırsın? Zaten mütercimin yaptığı da bundan başka nedir? Mananın nakli. Bildiğini hatırlatma. Buldurma. Bir dilde neyi anlattığını çözüp kelimelerin sonra diğerinde cesedini bulma meselesi. Reenkernasyon diye birşey konuşulacaksa işte sözlüklerde var. Çevirmenler de ‘mana göçünün’ şahitleri.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Çünkü; “Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur…” diyor mürşidin. Yani hakikatin varlığına haklı çıkmaktan daha çok sevinmek gerek eğer hakikaten hakikatperestsen. Ancak haksız çıkmakla öğrenebilirsin zira yeni şeyleri. Hem gurura kapılma riskin daha az olur hakikat başkasının elindeyken. Öğrenci olmak, nefsinin hilelerine kapılma riski açısından, öğretmen olmaktan daha sağlıklıdır. İnsan bu hayatta hep öğrenci kalmalıdır.
Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Ve anlamalısın: Aleyhissalatuvesselama “Anam-babam feda olsun ya Resulallah!” diyenler böyle bir sırrı ders veriyorlar: “Senin varlığın ve varlığının işaret ettiği hakikat, maddi varlık sebebimiz olan ebeveynimizin varlığından daha gerekli, çünkü sen bizi onlardan daha ziyade kılıyorsun. Yani manalı/hakikattar kılıyorsun!” demek bu, eğer hikmet kulağıyla işitebilirsen. Salt bir sevgi ifadesi değil. Daha fazlası. İşte bu yüzden belki de Aleyhissalatuvesselam, Hz. Ömer efendim kendisini ‘nefsi hariç’ herkesten daha çok sevdiğini söylediğinde uyarıyor: “Beni nefsinden de çok sevmelisin.” Çünkü doğrusu bu: Hakikatin varlığına kendi varlığından daha fazla mutlu olmalısın. Varlığını anlamlı kılan aslında o. Ve her kahramanlık da buradan beslenir: “Varlığım ondaki hakikate armağan olsun.”
[1] Müslim, Cumu’a 13.
3 Ocak 2015 Cumartesi
Parçalarda boğulmak 7: Merhamet, çoğu zaman 'bitirmesini beklemek'tir
Merhamet, çoğu zaman 'devam etmesini istemek' veya en azından 'bitirmesini beklemek'tir. Hayrın vücudîliği (varlıksallığı), şerrin ademîliği (yokluksallığı) ile de bağlantısı vardır. Bitirmesini beklemek de vücudunu inkıtaa/kesintiye uğratmamaktır aslında. Süre vermektir. Acele etmemektir. Gaybda olanın şahid olunan olmasına fırsat tanımaktır. Merhametin 'gayba iman' ile de bir ilişkisi var bence. Yani şöyle: Eğer gaybında birşeyin varlığına imanın varsa, olabileceğini kabul ediyorsan, merhamet edebiliyorsun. Çünkü merhamet biraz da ötende olanı anlamaya çalışmaktır. Sana dahil olmayanı, belki ters geleni, nefes almasına ve kendisini ifade etmesine izin verip öyle değerlendirmektir. Anlamaya çalışmaktır.
Bence Bediüzzaman bu yüzden Kur'an'dan aldığı ekolünde şefkati, tefekkürden önceliyor. Yani tefekkürün tâcının şefkat olması gerektiğini söylüyor. Öncesinde de acz ve fakr tabii. Şefkatsiz bir tefekkür, karşısındakini anlamaya çalışmayan bir tefekkürdür. Tutmaya çalışmaz, yıkmaya çalışır. Kuşatmayı beklemez, parçayla bütüne meydan okur. Bugün mimsiz medeniyetin elinden çıkmış tefekkürde de en çok bu eksik. Aklın dizgini yok. Aklın dizgini şefkattir oysa. Eğer şefkati/merhameti akıldan önceleseydik nükleer santralimiz yine olurdu belki, ama kesinlikle bir atom bombamız olmazdı. Atom bombasının düşünüşünde şefkat yok çünkü.
'Gayba iman' dedim yine ona döneyim. Abdurreşid Şahin abi gayba imanı "Allah her zaman bizim için gayb kalacak, hiçbir zaman onu bilmeyi bitirmiş olmayacağız..." şeklinde yorumluyor Holografik Bakış'ta. Daha önce de yazmıştım: Allah'ın bir ismi benim için 'Bilmekle bitmeyecek olan...' veya 'Bilmesi hiç bitmeyecek olan...' O yüzden bu tarifi alıp kalbime bastırıyorum. Tam aradığım şey çünkü. Sonsuz olan bir cennet hayatında (inşaallah) insan neyle oyalanabilir, sonsuz olanı daha fazla öğrenmeye çalışmaktan gayrı? Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir."
Bilmekle bitmeyecek olan'a, 'öğrenmeye açlığı hiç tükenmeyecek olanlar'dan daha güzel kim öğrencilik yapabilir? Hepimiz Allah'ın öğrencileriyiz. Talebeleriyiz, aczimiz ve fakrımızla talep ederiz. O da bize tefekkür tefekkür, rızık rızık, hissediş hissediş, duygu duygu, latife latife, sezgi sezgi, ilham ilham, 'bilinmesinin hazinelerinden' bahşeder. Fakat illa arada ayraç gibi bir şefkat olmalı. Bu, bilmediğin ve hakkını teslim edemediğin şeylerin varolabileceğini kabul etmektir çünkü. Ötekinin/bir sonrakinin varolabileceğine şans tanımazsan, bir sonrakini bulamazsın. Bazen "(...) hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır; illa nur-u imanla görünür."
Demem o ki; gıyabında olabilecek şeylere, en azından tahayyülünde, bir şans ver. Sorular da, marifet de böyle ortaya çıkıyor. Hem Lemaat'ta da dimağdaki meratibin ilk adımı böyle atılıyor. 'Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikat.' Gayba iman etmezsen, bu adımlar nasıl atılacak? Ve merhamet etmezsen, senin muhatabının da haklı olabileceğine bir açık kapı bıraktığını nereden bilelim?
"Birbinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız..." diyen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam yine merhametle imanı birbirine bağlamış olmuyor mu sence? Sevmek, merhamet etmek, anlamaya çalışmak çok mu ayrı şeyler? Anlamaya çalışmadığı neyi sever insan? Anlamadan neyi sevebilir? İttihad-ı İslam'ın da, uhuvvetin de, eşler arasındaki problemlerin de, aile içi sorunların da anahtarını bir cümlede toplayıp önümüze koymuş sanki Allah: "O takva sahipleri ki, gayba iman ederler." Demek, takvanı korumak için de gaybında birşeyler olduğuna inanman gerek. (Ki Metin Karabaşoğlu abi Hucurat sûresinden hareketle bir keresinde demişti ki: Takva en çok insan-insan ilişklerinde sınanır.) Allah'ın daha sana göstermediğin birşeyler... Aklının erişmediği birşeyler... Fitne zamanında olduğu gibi, 'beklemen/hareketini azaltman/daha çok düşünmen' gereken şeyler. Merhamet etmen, 'bitirmesini beklemen' gereken şeyler. Birşeyler birşeyler... Dışında birşeyler. Parça olduğunu ve ancak parçayı bildiğini, bütünün hep dışında kaldığını kabul ettirecek birşeyler.
Bence Bediüzzaman bu yüzden Kur'an'dan aldığı ekolünde şefkati, tefekkürden önceliyor. Yani tefekkürün tâcının şefkat olması gerektiğini söylüyor. Öncesinde de acz ve fakr tabii. Şefkatsiz bir tefekkür, karşısındakini anlamaya çalışmayan bir tefekkürdür. Tutmaya çalışmaz, yıkmaya çalışır. Kuşatmayı beklemez, parçayla bütüne meydan okur. Bugün mimsiz medeniyetin elinden çıkmış tefekkürde de en çok bu eksik. Aklın dizgini yok. Aklın dizgini şefkattir oysa. Eğer şefkati/merhameti akıldan önceleseydik nükleer santralimiz yine olurdu belki, ama kesinlikle bir atom bombamız olmazdı. Atom bombasının düşünüşünde şefkat yok çünkü.
'Gayba iman' dedim yine ona döneyim. Abdurreşid Şahin abi gayba imanı "Allah her zaman bizim için gayb kalacak, hiçbir zaman onu bilmeyi bitirmiş olmayacağız..." şeklinde yorumluyor Holografik Bakış'ta. Daha önce de yazmıştım: Allah'ın bir ismi benim için 'Bilmekle bitmeyecek olan...' veya 'Bilmesi hiç bitmeyecek olan...' O yüzden bu tarifi alıp kalbime bastırıyorum. Tam aradığım şey çünkü. Sonsuz olan bir cennet hayatında (inşaallah) insan neyle oyalanabilir, sonsuz olanı daha fazla öğrenmeye çalışmaktan gayrı? Bediüzzaman'ın dediği gibi; "Evet, ebedînin sâdık dostu ebedî olacak. Ve bâkinin âyine-i zîşuuru bâki olmak lâzım gelir."
Bilmekle bitmeyecek olan'a, 'öğrenmeye açlığı hiç tükenmeyecek olanlar'dan daha güzel kim öğrencilik yapabilir? Hepimiz Allah'ın öğrencileriyiz. Talebeleriyiz, aczimiz ve fakrımızla talep ederiz. O da bize tefekkür tefekkür, rızık rızık, hissediş hissediş, duygu duygu, latife latife, sezgi sezgi, ilham ilham, 'bilinmesinin hazinelerinden' bahşeder. Fakat illa arada ayraç gibi bir şefkat olmalı. Bu, bilmediğin ve hakkını teslim edemediğin şeylerin varolabileceğini kabul etmektir çünkü. Ötekinin/bir sonrakinin varolabileceğine şans tanımazsan, bir sonrakini bulamazsın. Bazen "(...) hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır; illa nur-u imanla görünür."
Demem o ki; gıyabında olabilecek şeylere, en azından tahayyülünde, bir şans ver. Sorular da, marifet de böyle ortaya çıkıyor. Hem Lemaat'ta da dimağdaki meratibin ilk adımı böyle atılıyor. 'Tahayyül, tasavvur, taakkul, tasdik, iz'an, iltizam, itikat.' Gayba iman etmezsen, bu adımlar nasıl atılacak? Ve merhamet etmezsen, senin muhatabının da haklı olabileceğine bir açık kapı bıraktığını nereden bilelim?
"Birbinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız..." diyen Allah Resulü aleyhissalatuvesselam yine merhametle imanı birbirine bağlamış olmuyor mu sence? Sevmek, merhamet etmek, anlamaya çalışmak çok mu ayrı şeyler? Anlamaya çalışmadığı neyi sever insan? Anlamadan neyi sevebilir? İttihad-ı İslam'ın da, uhuvvetin de, eşler arasındaki problemlerin de, aile içi sorunların da anahtarını bir cümlede toplayıp önümüze koymuş sanki Allah: "O takva sahipleri ki, gayba iman ederler." Demek, takvanı korumak için de gaybında birşeyler olduğuna inanman gerek. (Ki Metin Karabaşoğlu abi Hucurat sûresinden hareketle bir keresinde demişti ki: Takva en çok insan-insan ilişklerinde sınanır.) Allah'ın daha sana göstermediğin birşeyler... Aklının erişmediği birşeyler... Fitne zamanında olduğu gibi, 'beklemen/hareketini azaltman/daha çok düşünmen' gereken şeyler. Merhamet etmen, 'bitirmesini beklemen' gereken şeyler. Birşeyler birşeyler... Dışında birşeyler. Parça olduğunu ve ancak parçayı bildiğini, bütünün hep dışında kaldığını kabul ettirecek birşeyler.
2 Ocak 2015 Cuma
Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı
"Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum." Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum'dan...
Ne kadar da düşkünsünüz zatınıza. Muhabbetiniz bile bir ihsan. Hediyelere boğmuşsunuz dünyayı, varolarak. Sevdiğiniz herşey, siz sevdiğiniz için var sanki. O kadar memnunsunuz ki kendinizden. Bir 'acaba'nız bile yok kararlarınızdan. Yanılmış olma ihtimaline açık kapıların anahtarları kayıp. İblis kadar düşkünsünüz onlara ve küskünsünüz tevbeye. Kulluğun ilk taşı çoktan yere devrilmiş. Gayba iman etmeyi bırakmışsınız. Dışınızdaki bir doğruya. (Ki biz bunu ahvalde merhamet diye okuruz.) Çünkü, sizin için, sizden ötede bir gayb kalmamış. Her yer istilanız altında. 'Anlamaya çalışmak' diye birşey yok.
Daha çok var olmak istiyorsunuz. Daha çok dinlenilmek, duyulmak, dikkate alınmak. Daha çok anılmak var kanınızda. Eğer bilinmemişseniz, farkedilmemekten; kıymetiniz bilinmemekten. 'Bilinmeye değmez' söz çıkmaz yoksa ağzınızdan. Tevazu ile değil dünyaya bakışınız. Dünya sizin arizî vücudunuz sanki. Sizin için var, sizden dolayı var, siz görünürseniz var, siz gösterirseniz var, sizinle var. Aynanızda yansıyan baştançıkarmış. Sizi göstermeyen dünya ile de, renk ile de, ekran ile de, toplum ile de, sevda ile de başınız hoş değil. "Benimle ilgilenmiyorlar!" diyorsunuz, çünkü dünya hakikaten sizin ben'inizle ilgilenmiyor. Arşimed'in dünyayı yerinden oynatmak için aradığı dayanak noktası, ama söylemek zorundayım, siz değilsiniz.
Peki, aslımız ne bizim? Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı. Aslolmadığı için hiçbir şeyde ve yerde, yalnız ayna kaldığı için, tevazudan başka kaçarı yoktur. Allah karşısında mahlukatın doğal halidir tezellül, ekstra bir tavır değil. Bununla ikinci bir niyet, bir kurgu takva, kurgusal bir tavır sergileyip 'fıtrî ahvalini öldürmüş' olmaz. Eğer iyilik namına yaptıkların zaten canının istedikleri değilse ve sana iyilik yaptığın söylendiğinde "Olması gereken değil miydi bu?" demiyorsan. Yahut karşında heyecandan titreyen birisini gördüğünde, fıtratının saflığı ismet derecesinde olan aleyhissalatuvesselam gibi "Titremene lüzum yok, ben kral değilim, Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum!" diyecek doğallık, yani 'olduğun gibi olma hali' sende yoksa, yazık.
Eğer fıtratına dönsen, tevazuu tam bulursun; ama tevazuun ne olduğunu da unutarak. Tarık-ı Nakşibendî'de dedikleri gibi, 'terk-i terk'tir fıtrata dönüş. Yani dönüp geldiğin tasannuları, mış gibi yaşamları, terkettiklerini de terkedersin/unutursun. Öyle ki, neyi terkettiğini hatırlatsalar, o zaten kurgusal/sonradan olduğundan fıtratından gelen bir çığlıkla karşı koyarsın:
Dünyadaki varoluşun öyle yük olur gibi değil, daha az yer tutmak üzerine. Çünkü aslolanın sen olmadığını, senin birşeylere işaret etmek için dolayısıyla varolduğunu biliyorsun. Nebevî miras bunu öğretiyor bize. Kur'an'da geçen, Bediüzzaman'ın da ilgili ayete ('Rabbinin nimetlerini' durmayıp söyle!) atıfla andığı 'tahdis-i nimet' denilen şey bu zaten. Olduğu gibi göstermek herşeyi. Üstlenmeden, ama inkar da etmeden; işgal etmeden, 'benim olsun' ve 'yalnız benle olsun' demeden, ben'ine mal etmeden...
Ne yükünü yüklenmek dünyanın sırtına, ne de dünyanın sırtında yük olmak. Birşey daha diyeceğim, yazıyı bitirdikten sonra da düşünmeye devam edersin diye: Bediüzzaman neden şirk ve günahlar hakkında 'mahlukatın hukukuna tecavüz' ifadesini sık kullanıyor, hiç düşündün mü? Böylesi bir yaşayış bir 'zorla ele geçirmek' veya 'sevmek ama başkalarına alan bırakmamak' veya 'aşkla istila etmek' şeklinde olduğu için olabilir mi?
Ne kadar da düşkünsünüz zatınıza. Muhabbetiniz bile bir ihsan. Hediyelere boğmuşsunuz dünyayı, varolarak. Sevdiğiniz herşey, siz sevdiğiniz için var sanki. O kadar memnunsunuz ki kendinizden. Bir 'acaba'nız bile yok kararlarınızdan. Yanılmış olma ihtimaline açık kapıların anahtarları kayıp. İblis kadar düşkünsünüz onlara ve küskünsünüz tevbeye. Kulluğun ilk taşı çoktan yere devrilmiş. Gayba iman etmeyi bırakmışsınız. Dışınızdaki bir doğruya. (Ki biz bunu ahvalde merhamet diye okuruz.) Çünkü, sizin için, sizden ötede bir gayb kalmamış. Her yer istilanız altında. 'Anlamaya çalışmak' diye birşey yok.
Daha çok var olmak istiyorsunuz. Daha çok dinlenilmek, duyulmak, dikkate alınmak. Daha çok anılmak var kanınızda. Eğer bilinmemişseniz, farkedilmemekten; kıymetiniz bilinmemekten. 'Bilinmeye değmez' söz çıkmaz yoksa ağzınızdan. Tevazu ile değil dünyaya bakışınız. Dünya sizin arizî vücudunuz sanki. Sizin için var, sizden dolayı var, siz görünürseniz var, siz gösterirseniz var, sizinle var. Aynanızda yansıyan baştançıkarmış. Sizi göstermeyen dünya ile de, renk ile de, ekran ile de, toplum ile de, sevda ile de başınız hoş değil. "Benimle ilgilenmiyorlar!" diyorsunuz, çünkü dünya hakikaten sizin ben'inizle ilgilenmiyor. Arşimed'in dünyayı yerinden oynatmak için aradığı dayanak noktası, ama söylemek zorundayım, siz değilsiniz.
"(...) ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde (...) sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer; sonra sâir insanları, hatta esbabı (...) Hatta, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder."
Peki, aslımız ne bizim? Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı. Aslolmadığı için hiçbir şeyde ve yerde, yalnız ayna kaldığı için, tevazudan başka kaçarı yoktur. Allah karşısında mahlukatın doğal halidir tezellül, ekstra bir tavır değil. Bununla ikinci bir niyet, bir kurgu takva, kurgusal bir tavır sergileyip 'fıtrî ahvalini öldürmüş' olmaz. Eğer iyilik namına yaptıkların zaten canının istedikleri değilse ve sana iyilik yaptığın söylendiğinde "Olması gereken değil miydi bu?" demiyorsan. Yahut karşında heyecandan titreyen birisini gördüğünde, fıtratının saflığı ismet derecesinde olan aleyhissalatuvesselam gibi "Titremene lüzum yok, ben kral değilim, Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum!" diyecek doğallık, yani 'olduğun gibi olma hali' sende yoksa, yazık.
Eğer fıtratına dönsen, tevazuu tam bulursun; ama tevazuun ne olduğunu da unutarak. Tarık-ı Nakşibendî'de dedikleri gibi, 'terk-i terk'tir fıtrata dönüş. Yani dönüp geldiğin tasannuları, mış gibi yaşamları, terkettiklerini de terkedersin/unutursun. Öyle ki, neyi terkettiğini hatırlatsalar, o zaten kurgusal/sonradan olduğundan fıtratından gelen bir çığlıkla karşı koyarsın:
"Ey cemaat! Her zaman nasıl konuşuyorsanız, öyle konuşun! Şeytan sizi saptırmasın! Ben, Abdullah'ın oğlu Muhammed'im. Ben Allah'ın kulu ve Rasulüyüm. Vallahi! Sizin beni bulunduğum derecenin üzerine çıkarmanızı sevmem."
Dünyadaki varoluşun öyle yük olur gibi değil, daha az yer tutmak üzerine. Çünkü aslolanın sen olmadığını, senin birşeylere işaret etmek için dolayısıyla varolduğunu biliyorsun. Nebevî miras bunu öğretiyor bize. Kur'an'da geçen, Bediüzzaman'ın da ilgili ayete ('Rabbinin nimetlerini' durmayıp söyle!) atıfla andığı 'tahdis-i nimet' denilen şey bu zaten. Olduğu gibi göstermek herşeyi. Üstlenmeden, ama inkar da etmeden; işgal etmeden, 'benim olsun' ve 'yalnız benle olsun' demeden, ben'ine mal etmeden...
Ne yükünü yüklenmek dünyanın sırtına, ne de dünyanın sırtında yük olmak. Birşey daha diyeceğim, yazıyı bitirdikten sonra da düşünmeye devam edersin diye: Bediüzzaman neden şirk ve günahlar hakkında 'mahlukatın hukukuna tecavüz' ifadesini sık kullanıyor, hiç düşündün mü? Böylesi bir yaşayış bir 'zorla ele geçirmek' veya 'sevmek ama başkalarına alan bırakmamak' veya 'aşkla istila etmek' şeklinde olduğu için olabilir mi?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...