"Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helak olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı)." (Enfal sûresi, 42)
İnsan şahitlikten kaçamaz arkadaşım. Kurtulamaz. Başını çevirmekle baht değişmez. Fıtratı bunun üzerine kuruludur çünkü. Gözü görmek, kulağı duymak, kalbi aldırmak, merakı ilgilenmek, hafızası hatırlamak üzerine kurguludur. Günahı da bir şahitliğidir tevbesi de. Takvası da bir şahitliğidir tereddüdü de. Sevmesi de bir şahitliğidir küsmesi de. Yani, kötüye 'kötü' demesi de bir şahitliğidir, iyiye 'iyi' demesi de. Böylece iyinin ‘iyiliğine’ şahit olursun, kötünün ‘kötülüğüne.’ İyinin iyiliğinden öğrenirsin, kötünün kötülüğünden. Aynen. Evet. Şuna da dikkat et: Kelime-i şahadet, birşeyin sonuna gelme değil, 'yoluna talip olma' gibi bu yönüyle. Bir nazara teslim olma. Bir niyete teslim olma. Yolun ikileştiği yerde tarafını seçme. Bir tür bidayet yani. Şahitlikten önce edilen doğruluk yemini.
Rububiyet şahitlikle de ilgiliymiş gibi geliyor şimdilerde. Yani Cenab-ı Hakkın terbiye etme metodlarından birisi de şahit kılma. Sürecinin şahidi kılma. Hatalarının şahidi kılma. Tevbesinin şahidi kılma. Kötünün şahidi kılma. İyinin şahidi kılma. Seçimlerin şahidi kılma. Sonuçların şahidi kılma. Öyle ya. Sultan-ı Ezel tarafından zaten sonucu bilinen bu imtihanda neden varız? Neden bu süreci bizzat yaşıyoruz? Neden imtihan ediliyoruz? el-Alîm olan Allah, zaten bildiği halde tüm olacakları, neden olduruyor yine de? İşte böylesi sorular ancak şahitliğin hayatımıza kattıklarıyla cevaplandırılabilir. İlk öğrenilmesi gereken de şudur: Şahit olma da bir bilme çeşididir. Hem de bilmelerin en kuvvetlisidir. Hakkalyakîndir.
İlk kez İsmail Mutlu'nun Düşünce Okulu'nda dikkatimi çektiği birşeydi: Bediüzzaman varlığı sadece ‘delil’ olarak anmıyor. ‘Delil’ ve ‘şahit’ olarak anıyor. Yaptığına da delalet (işaret ediş) ve şahadet (şahit oluş) diyor. İşaratü'l-İ'caz'a kadar gittiğinizdeyse Bakara 4’ün tefsiri sadedinde şunlara dokunuyorsunuz: "Bu cümlenin makabline atfı medlulün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: 'Ey insanlar, Kur'an'a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sabıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur'an onların sıdkına delil ve şahittir.'"
Bu tam da İsmail kardeşin dikkat çektiği gibi varlığı ‘statik’ değil de ‘dinamik’ düşünmek demek aslında. Yani sadece bir belge, bir tabela, bir uyarı işareti gibi ‘okunması gereken’ değil. Kendisi de anlatan konumuyla sahnede varlık. Farkı ne peki bu söylediklerimin? Açayım: Birincisinde iradenin sarfı ile sonuca ulaşmak ancak mümkünken; ikincisinde sadece müsait olmakla da, yani hakikate açık olmakla da, hakikatin bilgisine ulaşabilirsin. Yeter ki hidayetin hasmı olma. Hac sûresindeki ifadeyle kalbini kör etme. Gözün kör değil zaten. Sen yeter ki Allah'a küsme. Kalbin karşı koymadıktan sonra gözlerini dolduracaktır bu nur.
Belge kendisinden ibarettir. Olduğu kadardır. Değişmez. Şahitlik öyle değildir. Konuşuldukça konuşan, sordukça açılan, şahitliği de artan birşeydir şahit. Hakkın ortaya çıkmasına da taraftır üstelik. Marifetinin dibi yoktur bu yönüyle. Hem duygusal bir yanı da vardır bilişinin. 'Yaşamak' ve 'okumak' arasındaki fark bu. Balı tatmak bizi bala dair okumalardan daha ziyade bilir kılıyor.
Varlık hidayete taraftır. Yönünü doğrular. Süreci beraber yaşadığınız diğer şahitlerden bilgi alarak yolculuğunuza devam ediyorsunuz. Kelime-i şahadet de bunu söylüyor: "Allah'ım, işte, ben de kendi şahitlik sürecimi başlatıyorum. 'Olduğuna' ve 'olmadığına' şahit olarak yaşayacağım bundan sonra. Senden başka ilah 'olmadığına' ve Muhammed aleyhissalatuvesselamın kulun ve resulün 'olduğuna' şahit olarak yaşayacağım." İşte bu makamda diyor ki mürşidim:
"Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. (...) Eğer kat-ı intisabdan ibâret olan küfür insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer; okunmaz."
Demek kâfir dediğimiz 'örtücü' de aslında bu kainatın bir belgesi. Okuyan ve okutan değil o, sadece okunan. Örttüğü sadece kendi şahitliği. Gözünü kapamakla gündüzü kendine gece yapan cinsten. Bir belge olarak, delil olarak, işaret olarak onu okumaya devam ediyoruz. (Ebu Cehil bile Allah'ın varlığına bir delildir.) O da dalaletiyle yokemediği delaletine devam ediyor. Evet. Allah'a inanmamak Allah'a delil olmaya engel değildir. (Firavun Allah'ı inkâr etmekle Kur'an'da delil olarak istimal edilmekten kaçabildi mi?) Fakat, Allah'a inanmamak, Allah'ın rububiyetinin şahidi olmaya engeldir. Kâfir ancak şahitliğini örter. Delilliğini örtemez. Şahit gibi dinamik bir yaşam seviyesinden, belge gibi statik bir yaşam seviyesine geriler.
Şunu da hatırında sıkı tut arkadaşım: İnsan Esmaü’l-Hüsna ayinesidir ve ayna olmaya ebeden devam edecektir. Bu vazife, ama fıtrî vazife, üzerinden asla kalkmayacaktır. Mü’min için cennette, kafir için cehennemde, daha müstekar bir ayinedarlık vazifesi devam edecektir. Bu ayinedarlık aynı zamanda fıtrî, yani canın da istediği olduğu için, cennet lezzetleri olarak resmedilmiş mü’mine. Kâfir ise bu dünyada şahitlik etmedi, öteki tarafta birikmiş şahitlik borçlarını ödeyecek. Mü’min, iman nuruyla yaktı, nurlandırdı âlemini. Kâfir bugün tutuşturamadığını cehennemde pişmanlık ateşiyle tutuşturacak. Hadiste buyuruluyor: "Pişmanlık tevbedir." Bu dünyada etmediğine öteki tarafta kesin tevbe edeceksin. Ve bu dünyada kötü demediğine öteki dünyada kesinlikle kötü diyeceksin. İşin şahitlik kısmı mutlaka tamamlanacak. Yanlış işaretlenen şıkların doğrusu orada tanınacak. Fakat, ne yazık, bu yana yakıla şahitlik o zaman ferah vermeyecek.
Risalelerde deniliyor ki: "Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler."
Demek yaşamak böyle birşey arkadaşım: Cennetteki daha nitelikli kulluk için bu dünyada bir staj. Bir şahitlik sürecinden geçmek. Dili ballanmakla ve yanmakla acıyı-tatlıyı tam bilen insan doğrunun-yanlışın kesin bilgisine kavuşuyor yaşamakla. Taklidden tahkike koşuyor. Allah'a birşey öğretmek için yaşıyor değil, hâşâ, o zaten biliyor. Herşeyi biliyor. Asıl biz öğreniyoruz: Kötü neymiş? İyi neye denirmiş? Kötü nasıl kötüymüş? İyi neden iyiymiş? İblise kapılmak bir öğretiyor. Allah'a sığınmak bir öğretiyor. İblise kapılmanın sonuçları yakıcılıklarıyla Allah’ın haklılığını bir başka şekilde ders veriyor. Allah’a sığınmanın lezzeti Rabb-i Rahîm’in haklılığını bir başka yöntemle anlatmış oluyor. Evet. Stajın tabiatı imtihandır. Asıl görevse orası. Yani şahid kılınarak cennete-cehenneme yetiştiriliyoruz. Şimdi, ey satırlarıma katlanan arkadaşım, şu hadise de bu pencereden bir bakar mısın: "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder, yerinize günah işleyip peşinden tevbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe 9)