20 Haziran 2015 Cumartesi

Bir 'fikir asansörü' olarak Kur'an

"Göreceksin ki, hilkatte cârî olan kavanîn-i amîka-i dakika—ki hurdebîn-i akılla görülmez—hakaik-i şeriat ne derecede mürâat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin muvazenesini muhafaza etmiştir." Muhakemat'tan.

Bu yazı, bundan evvelki yazılardan medet alan bir yazı olduğu için önce belki o ikisi okunmalı. Okuyanlar anımsayacaklar: Metin Karabaşoğlu abiyle yaptığımız Siyer Okumaları'nda mirac konusunu işlemiş ve ben de son iki yazımda o okumaya dair notlarımı ve tefekkürlerimi sizinle paylaşmıştım. Yazıların ikincisinde miracdaki yükselişi temsilen Metin abinin kullandığı 'manevî asansör' ifadesinden Ene Risalesi'nin ahirine bağlanmış ve bu Risale'nin ahirindeki üç yoldan hareketle 'mirac hâdisesi' ve 'bütünün dengesi' ilgisini konuşmuştuk. Bu yazımda da, mezkûr eserde Bediüzzaman'ın, Kur'an ayetlerinin cilvelerine dair yaptığı 'asansör' benzetmesinin hikmetini anlamaya ve anlatmaya çalışacağım. Bu yazı, birşeylerin kesinlikle öyle olduğu iddiasına sahip bir yazı olmayacak. 'Acaba' dedirtmek amaçlı yazılacak. (En doğrusunu Allah bilir. Ve bu cümlenin 'yazarının içinden' veya 'yazısının içinde' geçmediği her metin bence iddialıdır.) Mesnevî-i Nuriye'de rastladığımdan beri kafamı meşgul eden bir kısımdır şurası:

"Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham seni havalandırır, enâniyetin kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur."

Belki ilk yorumunu yanlış işittiğimden/anladığımdan ve üstüne pâk bir fikirle tefekkür edemediğimden bu metin, yıllar yılı aydınlatamadığım kara bir nokta gibi kaldı zihnimde. Şöyle sorardım kendi kendime: "Eğer afakî tefekkürü icmalî yapıyor olsaydık hep, bu kadar bilim/fen nasıl ortaya çıkardı? Veya çıkar mıydı? Detaya çok fazla inilmeden yapılacak böyle özet tefekkürlerinin eşyanın inceliklerine dair keşifler yapması nasıl mümkün olurdu? Tefekkür, bilime karşı bir eylem midir?" Öyle ya, bu metnin ilk izahını şöyle işitmiştim: "Dışındaki âlemi tefekkür ederken özet geçeceksin, çok ayrıntıya girmeyeceksin. Ayrıntıya girersen kafan/kalbin karışır."

Yıllar sonra, Zerre Risalesi'ne dair derinlikli okumaların yapıldığı bir mecliste, bu soruyu arkadaşlarıma açtım ve dedim ki: "Eğer Bediüzzaman, 'âfâkî tefekkürde icmalî gitmek' ifadesiyle 'fazla detaya inmemeyi' kastediyorsa, bu Zerre Risalesi de neyin nesidir? Eşyanın en küçük parçasına kadar inmiş bir tefekkür, en derin ve manaya yakın noktasına bu denli tahşidat/vurgu 'özet geçme' ile imtizaç edebilir mi?"

Bu soruyu sordurduğu için şükürler olsun o Allah'a ki, bu ızdırarî; "Bu böyle olamaz!" çıkışı, bir süre sonra Bediüzzaman'ın başka metinlerindeki vurgularını görmemi sağladı. Mesela yine Mesnevî-i Nuriye'de 'icmalî' bahsinde şunları söylüyordu mürşidim:

"Kur'ân bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitaptır. Bu itibarla, irşadın belâgatı icabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihî olan meselelere karşı mükâbereye, mugalâtaya ika ve icbar etmemek lâzımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, mâruf olan birşeyi lüzumsuz yerde tağyir etmemek lâzımdır. Ve keza, vazife-i asliyece ekseriyete lâzım olmayan şeyin ihmal veya icmâli lâzımdır. Mesele, şemsin zâtından, mâhiyetinden bahsetmek değildir. Ancak, âlemi tenvir etmekle hilkatin nizam merkezi ve âleme mihver olması gibi harika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Hâlıkın azamet-i kudretini efkâr-ı âmmeye ibraz etmektir."

Aynı meseleyi Sözler isimli eserinde daha geniş izah ederken, sanki kalbimin müşkülünü işitmiş gibi, 'kendime sorduğumu' ifade ettiğim şüpheyi dillendiriyordu:

"Eğer desen: 'Acaba neden Kur'ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesâili mücmel bırakır; bazısını, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir suret-i basitâne-i zahirânede söylüyor.'
Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için... Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur'ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor. Öyle ise, madem ki Kur'ân-ı Hakîm mevcudatı delil yapıyor, burhan yapıyor; delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kur'ân-ı Mürşid bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette, irşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin; ve muğâlatalara düşürmemek için, zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir."

Ve yine 5. Şua'nın bir köşesinde nazar-ı Nübüvvet'in neye ehemmiyet verdiğini okurlarına şöyle hatırlatıyordu: "Hakaik-i imaniyeye girmeyen cüz'î hâdisât-ı istikbaliye nazar-ı Nübüvvette ehemmiyetsizdir."

Bu kısımları okuyunca 'icmalî yapmak' meselesine daha farklı bakmaya başladım. Bence icmalî yapmak 'detayları özet geçmek' veya 'fazla derine inmemek' değildi. (Belki yalnız meselenin avama da aktarımı için bu böyleydi.) 'Bütünün amacını unutturmamaktı.' Parçalarda Boğulmak yazı serimi ve yine parça-bütün ilişkisine dair yazdıklarımı okuyanlar hatırlayacaklar. Bediüzzaman'ın "Hayır küllî, şer cüzîdir..." dediği yerden beridir ben bütünün hayra/hakikate daha yakın olduğunu düşünüyorum. Hatta 'hakikat' dediğimiz bilginin de, bazılarının sandığı gibi, ancak elitlerimize/üstünlerimize açık bir bilgi değil; umumun görmesine ve anlamasına müsait bir bilgi olduğuna kanaatim var. Bediüzzaman'ın hakikat mesleğine uygun düşmediğinin altını çizdiği kimi hususlara dikkatle nazar edenler görecekler: Bediüzzaman, oralarda üretilen bilginin keşfe veya zanna ait olmasından ötürü 'umuma gösterilemeyişini' gerekçe olarak anıyor. Hatta bazı yerlerde, hakkında yazamadığı şeyler hakkında, "(...) ben görüyorum, fakat herkese ve umuma gösteremiyorum..." gibi ifadeler kullanıyor: "Evet, kardeşim, seninle mahz-ı hakikat dersini müzakereye alışmışız. Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rüyaları tahkikî bir surette mevzuubahis etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediğinden..."

Modern bilimin, Ene Risalesi'nde bahsi geçen birinci ve ikinci yolda olduğu gibi, herşeyin en derinine inmesi; varlığı parçalara, kategorilere, sınıflara, türlere, bilim dallarına, ihtisas alanlarına ayırması ve parçalaması değildi asıl tehlikeli olan; asıl tehlike, bunu yaparken bütünün amacını yitiriyor ve dinleyenlere de unutturuyor oluşuydu. Bir önceki yazımda Alan Watts'tan alıntıladığım metinde olduğu gibi:

"Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. (...) Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır."

Bilimin bu körleştirici etkisine Kon-Tiki isimli eserinde Thor Heyerdahl da şöyle dikkat çekiyor:

"Uzmanlara saygı duymayı, ama onların yeterlilikleri konusunda uyanık olmayı küçük yaşta öğrenmiştim. Bir insan bir alanda kendisini ne kadar geliştirirse başka alanlarda o kadar bilgisiz demekti. Günümüzde bilim öylesine uzmanlaşmış durumda ki, araştırmacıların konularında derinleşmelerinin bedeli genelde alanın bütününü göremez duruma gelmeleriyle ödeniyor. Bu nedenle uzmanların akılalmaz bilgisizlikler göstermeleri, ortak kuramlar arasında büyük boşluklar oluşması, ama hiç kimsenin onların uzmanlıklarını sorgulayamaması gibi bir durum çıkıyor ortaya."

Yeniden Ene Risalesi'ne dönelim. Ene Risalesi'nde, 'bir yeraltı yolculuğu' olarak tasvir edilen ve "O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir..." şeklinde hakikatine işaret edilen yolda, müellif-i muhtereme çıkışı gösteren nedir?

"Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtelarz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: 'Bu elektrikle o âlet Kur'ân'ın hazinesinden size verilmiştir.'"

Peki, 'yerin üstünden uzun bir mesafeyi katetmek' şeklinde tasvir edilen ve "(...) ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü'l-hakaike ve Vâcibü'l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir..." cümlesiyle hakikatine işaret edilen ikinci yoldan kurtuluşu veren nedir?

"Fakat yine Kur'ân'dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Git gide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir."

Peki, 'uçarak/yükselerek mesafeyi katetmek' olarak tasvir edilen ve "(...) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'ân'ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir..." cümlesiyle hakikatine işaret edilen yolda emanı sağlayan nedir?

"Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân'-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir."

Kur'an'ın ilk yoldaki aydınlatıcılığı ve engelleri parçalayıcılığı; ikinci yolda mesafeyi hızlı aldırması, engelleri aştırması; üçüncü yolda ise hiç zahmet çektirmeden (çünkü bizzat ona müracaat ediliyor) yukarıdan anında götürebilmesi; bütün bunlar Kur'an'ın 'bütünden/asıl maksaddan' hiç şaşmamış olmasıyla açıklanamaz mı? Yani insan felsefe-i tabiiyenin veya şirkten kurtulamamış sair fikir ekollerinin eşliğinde bütünün amacını yitirmiş eşya ile boğuşurken; Kur'an'a teması ölçüsünde bu boğuşmadan sıyrılıp 'bütünün temaşasıyla ulaşılan bir berraklıkta' hakikati görüyor sayılamaz mı?

Birinci yolda, yol gösteren aydınlatıcı elektrik; ikinci yolda yolu aştıran/hızlı aldıran vasıta; üçüncü yolda 'Zaten bütün bunlar şunu anlaman için...' diyerek sana eşyaya bakış öğreten asansör, yani yukarıdan bakış, yani bütüne bakış; bu aynı zamanda hakikat-i mirac olamaz mı? Ve hakikat-i mirac, bize, bütüncül bakmayı öğütlüyor da olamaz mı? Âfâkî tefekkürde icmalî gitmek ise, işte, parçalarla girişilen bu akıl yürütmelerde, bütünün manasının hep aklın bir yanında kalması olamaz mı? Yani asıl kastedilen; 'inceliklerine girmemek' değil, 'inceliklerini düşünürken bütünü akıldan çıkarmamak' olamaz mı? Sorularım çok, ama başta söyledim, bu yazı bir 'acaba dedirtme' yazısıdır. (Bu üç yolun hayatımıza bakan yönlerini de inşaallah bir dahaki yazımda inceleyeceğim.)

17 Haziran 2015 Çarşamba

Akıl tek başına yeterince akıllı değildir

Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'na dair notlarımı konuşmaya devam edelim. Metin abi, mirac okumalarımızda 'manevî asansör' ifadesini sık kullandı. Tabii bu kullanım ister istemez hatırıma Ene Risalesi'nin ahirini getirdi. Okuyanlar hatırlarlar, Ene Risalesi üç yol (Fatiha'nın ahirindeki üç yol: mağdub, dallin ve sırat-ı müstakim ehilleri.) analiziyle biter.

Bu yollardan birisi yeraltından gider ki, müellif-i muhteremin ifadesiyle; "O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir." Diğeri, yeryüzünü kateder. O da "(...) esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü'l-hakaike ve Vâcibü'l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir." Üçüncüsü Bediüzzaman'ın da 'asansör' ifadesiyle zikrettiği havadan bir yolculuktur. "Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân'-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir." Mürşidim bu yolun da aslını şöyle tarif eder: "(...) üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'ân'ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir."

Üç yolda da kendisine emn u eman sağlayan Kur'an'dan ikram edilmiş aletler ve vasıtalardır. Bediüzzaman'ın bir Eş'arî olduğu hatırlanırsa, üç yolun üçünde de vahye yüzünün dönük olması ve vahiysiz o yolların hiçbirinde kurtuluş görmemesi daha derin anlaşılır. Fakat ben bugün o konuya dair konuşmayacağım. Asansör meselesine geri döneceğim.

Ders sırasında twitter paylaşımları yaparken 'manevî asansör' ifadesinin Ene Risalesi'nin ahirini hatırlattığını da yazmıştım bir dinleyici notu olarak. Bir sonraki hafta Metin abi, o not hakkında ağzımdaki şekeri bala çeviren birşey söyledi: "Ben de öyle düşünüyorum. Dikkatini çekti mi bilmem, zaten Mirac Risalesi de 31. Söz'dür. Yani Ene Risalesi'ni de içeren 30. Söz'den hemen sonra..." Ahmet'in kafasında nasıl flaşlar patladı bilemezsiniz. Gerçi Metin abinin Risale metinlerindeki sıralamaların nazm-ı maani eksenli bir nizamının olduğunu daha önce de anlattığı hatırlıyordum. Fakat bu sefer ki, aklı kapı açıp ihtiyarı elden almayan cinsten birşey değildi benim için. Aklıma da kapı açtı, ihtiyarımı da elimden aldı. 30. Söz'ün asansörünün 31. Söz'ün miracıyla bir ilgisi olduğuna artık yakînim var. (Bu arada Metin abinin inşaallah Risale metinlerinin sıralamasındaki mezkûr nazm-ı maaniye dikkat çeken bir makalesini de okuruz. Bu 'farkındalıklar' küçük paylaşımlar olarak hafızalarda kalmamalı yalnız.)

Benim 'Parçalarda boğulmak..." başlıklı yazı serimi okuyanlar bilirler. "Hayır küllî, şer cüzidir..." ifadesinden itibaren mürşidimden mülhem iddiam şudur ki: Biz, şer dediğimiz herşeyde aslında parçada boğuluyoruz. Bütüne çıkamıyoruz. Bütüne çıkıldıkça ancak varlığın hayır ciheti görünüyor. Parçada kalındıkça nazar körleşiyor.

"Andolsun ki onlara, 'Gökleri ve yeri kim yarattı?' diye sorsan, mutlaka 'Allah' derler..." buyuran Lokman sûresi de aslında buna dikkatimizi çeker. Kafir, nazarı 'yerlere ve göklere' kadar çıktığında Allah'ın varlığını ve kudretini kabul etmekten kaçamaz. Fakat kendince küçük gördüğü muamelatta ve fiillerde (mesela yine Kur'an'ın ifadesiyle 'çürümüş kemikleri kimin dirilteceği' hususunda) Allah'a ortaklar/yardımcılar veya imkansızlıklar şart koşabilir. Şirk zaten budur. Allah'ı inkar değildir. Allah'ın herşeyi idare ettiğinin inkarıdır.

İçinden şer ve dalalet çıkan bu nazar boğulması aslında 'parçada boğulmaktır' ve eşyada görünen teavün/yardımlaşma, tesanüd/dayanışma, teanuk/konuşma, tecavüp/cevaplaşma gibi fiilerin hakikati de ancak küllî bir bakışla keşfedilir. Tevhidin en büyük delili de işte bu tarz 'etkileşimden haber veren' fiillerdir. Fakat modern aklın parçalayıcılığı, herşeyi varlık adacıklarına ayırarak böylesi fiilerin okunmasına engel olur. Yine yüzümüzü Ene Risalesi'ne dönelim: "Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, 'Kendime mâlikim!' diyen adam, 'Herşey kendine mâliktir!' demeye ve itikad etmeye mecburdur." Selahaddin Yusuf, Sirenleri Taşa Tutun'un hemen başlarında yeralan bir yazısında Alan Watts'tan şöyle bir alıntı yapar:

"Doğa bilimi incelemeleri başladığı zaman önce ayrıntılı bir biçimde türlerin ayrımı işine girişilmişti. Ekolojinin inceleme alanına alınması ancak son zamanlarda oldu. Son zamanlardadır ki, türlerin arasındaki ilişkilerin incelenmesine başlanıldı. Şöyle bir bakacak olursak aklın yapabildiği şey, olsa olsa dünyayı nesnelere ve olaylara bölmekten başka birşey değil. Bu da nesnelerin birbirinden bağımsız ve bağlantısızlığı ve tıpkı bunun gibi bizim de nesnelerden bağımsızlığımız bağlantısızlığımız üzerine abartılı bir vurgu yapmış oluyor. Aklın bundan sonraki görevi böylece bölünmüş olan şeyler arasındaki bölünüp koparılması olanaksız olan bağlantıları ve ilişkileri yeniden keşfedip sayısız parçalara bölünmüş olan evreni bütünlüğe kavuşturmak olmalıdır. Bunu yaparken akıl kendi sınırlarını görüp anlayacaktır. Anlayacaktır ki, akıl bunun için yeterli değildir. Akıl tek başına yeteri kadar akıllı olamaz. Nasıl suyu içtiğiniz zaman soğuk olduğunu anlıyorsanız, bunun gibi içgüdülerden gelen bir duyarlılıkta dünyaya yaklaşılmadıkça bu bağlantıları, bu ilişkileri bilmek olanağı olamaz..."

Aklın tek başına yeterince akıllı olmaması bize yukarıdaki üç yolda Bediüzzaman'ın Kur'an'dan gelen alet ve vesaitlere verdiği önemi hatırlatıyor. Ve de Eş'arîliğin hakikati arayışta vahye biçtiği 'olmazsa olmaz' konumu. 'İçgüdülerden gelen bir duyarlılık' ifadesi de bizdeki fıtratı çağrıştırıyor. Üzerine yaratılmış olduğumuz doğruları yani. Özümüzde olanı. Fakat ben yazımda bu konulara da girmeyeceğim.

Bu parça ve bütün meselesi; parçada kalışın insanda her an bir hüzne/şekvaya neden oluşu ve hakikatin keşfinin ise bütüne bakmakla mümkün olabilmesi meselesinin miracla şöyle de bir ilgisi var bence: Bir insan düşünün ki; parçalarda boğulabilmek tehlikesi adına en çetin sınavları tatmış ve vermiş. Kendi kavminden, kabilesinden, hatta öz amcasından düşmanlık görmüş. Boykotu yaşamış, baskıyı yaşamış, eşi Hz. Hatice annemizi kaybetmiş, ardından amcası Ebu Talib vefat etmiş, ardından Taif'e gitmiş ve orada taşlanmış... Parçada boğulup boğulmamaksa eğer bu dünyadaki sınav, en çetinlerini vermiş Allah Resulü aleyhissalatuvesselam. Ve hepsini aşmış. Taif'te üzeri kan içinde ettiği o meşhur münacaatta vurguladığı gibi; eğer Onun rızası varsa bütün bunların önemli olmadığını söyleyebilmiş. Yüzü bu denli bütüne dönük. Bütünün sahibine dönük. Her hayrın onun elinde olduğunun farkında.

İşte yüzü böylesine bütüne dönük olanı, bütünden dönmez olanı, Allah'ın, miraca çıkarıp, bir manevî asansörle bütünün bütün parçalarını göstermesi neden garip olsun? Allah parçalarla imtihan ettiği kulunu, onlarda boğulmaz görünce, iman ettiği bütünü görmek şerefine erdirmiş olamaz mı? Ki o zaten görmüş gibi iman ediyordu.

Bütünü görmek beşer için ferahlatıcıdır. Ki parçalarda boğulanların merhemi de her zaman bütündür. Allah Resulünün vefatı hengamesinde acısından dolayı çevresine sert sözler söyleyen Hz. Ömer'i vahyin bütünlüğü ile tedavi eden de Hz. Ebu Bekir efendim değil miydi? Zaten vahiy bizi bütünlüğü hatırlatarak tedavi eder. Allan Watts'ın ideal akılda hayal ettiği şeyi vahiy yapar aslında. Şimdi, istersen yüzünü tekrar Ene Risalesi'nin ahirine çevir. Orada da parçalarda boğulmamayı başarmış bir kula, Allah, asansörünü lütfetmiyor mu? Yerin altıdan veya üzerinden geçmeyi başaran; bu çetin yolculuklarda Kur'an'ın verdiği vesait ve araçları elinden bırakmayan/yola yenilmeyen bir kula asansör lütfetmek... Belki de hakikat-i mirac böyle birşeydir: Yola yenilmeyenin yoldan kurtarılması. (Asansör olarak Kur'an'ı ise bir sonraki yazıda konuşalım, inşaallah.)

12 Haziran 2015 Cuma

Lucy'nin miracına inanır, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) miracına inanmaz

Geçenlerde Metin Karabaşoğlu abiyle Siyer Okumaları'nda miracı işledik. Aslında birkaç haftadır miracı konuşuyoruz. Fakat son iki haftada artık tastamam miracın içindeyiz diyebilirim. Çok güzel açılımlar (bu tabirin de sık kullanılmaktan iptal-i hisse sebep olduğunu düşünüyorum ya, yerine başka birşey bulamadım) oldu. Hiç hakkında düşünmediğim şeyler hakkında düşündüm. Metin abi, tabir-i caizse, benim açımdan tarihsel bir olaydan ibaret olan miracı, hayatımın içinde 'yaşayan bir mirac' olarak yeniden gösterdi. Bunu hissettim. Buna teşekkür ettim. Allah'a şükrettim.

Fakat siz Ahmet kardeşinizi bilirsiniz. Yeni birşey duyduğu zaman, o yeni şey, küpteki altın gibi öylece durmaz. Hareket eder. Tatlı bir rahatsızlık verir. Suya atılmış taş gibi dalgalar oluşturmaya devam eder. Doğrusunun da bu olduğunu düşünür. Kanaatince; bu bilgi almak değil, bakışaçısı almaktır. Öğrenilen her yeni şeyde, daha önce kuşanılmamış bir bakışaçısının eksikliği de vardır. Vardır ki, daha önce görülmemiştir. Bilgisi aynen saklanır (o bir güzellik), amma bakışaçısı göze ve kafaya kuşanılmış halde işlemeye devam eder (bu nazarımda daha bir güzellik). "Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır..." ayetinin böyle bir dersi olduğunu da hissediyorum ben: Hüner biriktirmekte değil çoğaltmakta.

Mesela, geçtiğimiz hafta Sidretü'l-Münteha'ya dair konuştuk. Sidretü'l-Münteha nedir? Sidretü'l-Münteha bir makam. Miracta, Efendimiz aleyhissalatuvesselamın çıktığı en yüce mertebe. Düz bir karşılık olarak sidre 'kiraz ağacı' anlamına geliyor. Münteha ise, son. Böyle bakınca 'son sedir' yahut da 'son kiraz ağacı' gibi bir karşılığı var. (Bazıları da 'tenhadaki sedir' anlamına gelebileceğini söylüyorlar. Arapçam yok. Nakilciyim.) Metin abi, Siyer Okumaları'nda bu makamın tarifine dair bilgiler naklederek, meseleyi esmaü'l-hüsna ekseninde ele aldı. Ve ilgili makamın Allah'ın esmasının tüm renkleri ve çeşitliliğiyle temaşa edildiği bir makam olduğunu düşündüğünü söyledi. Bu tarif bence de pek güzel. Fakat dediğim gibi: Duyduğum şey zihnimin denizine atılmış bir taştır. Ve Metin abinin attığı taşın dalgası da, ta gidip, Bediüzzaman'ın külliyat içinde sıkça kullandığı bir ifadeye kadar dayandı: Şecere-i hilkat. Yani 'yaratılış ağacı.' Fakat bu konuya dönmeden önce size 2014 yapımı Lucy filminden bahsetmek istiyorum:

Bir Luc Besson işçiliği olan Lucy, her ne kadar Luc Besson'a yakışmayacak kadar basit bir yapım olsa da, ilginç bir konu etrafında şekilleniyordu. Lucy (Scarlett Johansson) isminde bir kadının, sentetik bir uyuşturucunun kuryeliğine karışarak yaşadığı bilim-kurgu öykü, "Bir insan, beynini tam kapasitede kullanırsa neler olabilir?" sorusuna hayalperest bir cevap arıyordu. Batı'nın Yunan mitolojisinden beri teolojik arkaplanını oluşturan (ve 'tanrının oğlu İsa' anlayışıyla bir derece Hristiyanlığa da taşınmış bulunan) insan-tanrı motifi, bu sefer de farklı bir yoldan, sentetik bir uyuşturucunun beyinde yaptığı yan etkiler vasıtasıyla 'olabilir' gösterilmeye çalışılıyordu. Her neyse... Filmin bu kısmı hiçbir işinize yaramayacak. Ben asıl size, finale yakın bir kısımda, Lucy'nin beynini kullanma kapasitesi %100'e ulaşırken kainatı görüş şeklini tarif etmek istiyorum. Lucy, giderek evrenin dışına doğru uçuyordu. Sadece mekansal olarak değil, zamansal olarak da. En başına gidiyordu varoluşun. Sözde big bang'e değil sadece. Ondan da öncesine... Herşeyin varoluşunu güya aklının gözleriyle takip etti, bize de izletti. Bedeni de değişim geçirerek bu yolculuğa eşlik etti. Ve en sonunda şu cümleyi patlattı kulaklarımıza: "Birşey sonsuz hıza ulaştığında hem her yerdedir hem hiçbir yerdedir."

Şimdi tabii insan, hayalgücüyle neredeyse seküler bir miracı Lucy'in gözlerinden bize izleten Batı'nın, hakikat-i miracı neden kabul etmediğini anlayamıyor. Sadece onların problemi değil bu üstelik. Müslüman modernistler/ehl-i bid'a da akıllarının kıstaslarını Batı'dan borç aldıkları için nüzûl-u İsa (a.s.) gibi, mirac gibi hadiselere onlar gibi yaklaşıyorlar. Mümkün mertebe 'olabilir' bir seviyeye indirgemeye çalışıyorlar. "Rüyada olmuştur. Kalben olmuştur. Ruhen olmuştur. Hatta olmamıştır, sonradan uydurulmuştur..." vs. Hepsini duyuyoruz artık kelime-i şahadet getiren müminlerden. Fakat temeldeki sorun açık: Onların inandığı Allah, aslında o kadar da 'ekber' bir Allah değil. Batı'nın seküler aklının uygun gördüğü bazı sınırları var. Öyle her istediğini yapamaz. Fiziğin, kimyanın veya biyolojinin kabul edilmiş kayıtlarına uymak zorunda. Haşimoğulları'nın güzelliği aleyhissalatuvesselamı bir gece alıp önce Kudüs'e, sonra kendi katına çıkaramaz. Üstelik nice olay sonra geri döndüğünde yatağını 'daha soğumamış' olarak bulduramaz. Halbuki yine Siyer Okumaları'nda Metin abinin dikkatimizi çektiği gibi, Bediüzzaman, miraca inanmada çekilen sorunların itikatla ilişkisini tam isabet bir şekilde şöyle tesbit ediyor:

"Mirac meselesi, erkân-ı imaniyenin usulünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı, elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, Peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Miracdan bahsedilmez; evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor."

Demek ki, bir iman etmek var, bir de miraca iman edecek kadar iman etmek var. Yani bir 'Allah' demek var, bir de 'Allahu ekber' diyecek kadar güçlü bir ciğere ve geniş bir imana sahip olmak var. Lafz-ı Allah yolumuzun başlangıcını, kelam-ı 'Allahu ekber' ise yolumuzun nihayetini ifade ediyor. Ve şunu sorduruyor her aşamada bize: Senin inandığın ilahın iradesinin ve kudretinin 'aşamayacağı' sınırları olduğunu düşünüyor musun? Eğer böyle düşünüyorsan, senin inandığın Allah 'ekber' değildir. Git, imanını Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) gibi yap. Ki o, Ebu Cehil ona heyecan içinde koşup "Senin dostun böyle böyle diyor..." dediğinde inanmak için yalnız şunu sormuştu: "Bunu o mu söylüyor?" Onun söylediğinden emin olunca kafasında engel kalmamıştı. Çünkü zaten Allah'a ekber olarak iman ediyordu. Allah dilerse yapardı.

Bu noktada Ebu Cehil'in mirac sonrası tavırları; heyecan içinde, mal bulmuş mağribli gibi herkese Allah Resulünün ifade ettiği bu hakikati 'inanılmaz bir yalan' gibi yaymaya çalışması çok tanıdık. Bu seküler akılı tanıyoruz. Bugün de twitter'da veya face'te dindarlarımızın dilinden sadır olan 'onlara göre' inanılmaz/kabul edilmez şeyleri aynı insanlar tt listelerine kadar çıkarmıyorlar mı? Nümayişle ve alaycı bir neşeyle yaymıyorlar mı? Çünkü onlar için bunlar inanılmaz ve kabul edilemez şeyler.

Marmara Depremi veya bir başka musibet, manevî sebeplere bağlanamaz mesela. Olamaz! Hemen dava açılır. Gerekirse bunu söyleyenler, açıkça ifade edenler 'düşünce özgürlüğü kapsamında sayılmayarak' hapse atılır. Eğer hapse atacak güçleri yoksa, mutlaka twitter'da falan linç edilir. Fakat bir müminin dünyasında bu telaşın hiçbir anlamı yoktur. Onun için önemli olan böyle bir hakikatin dinî bir delilinin olup olmamasıdır. Mesela senedi sağlam/sahih bir hadis, bir ayet veya bir icma. Allah'ın ekber olduğuna inandıktan sonra gerisi kolaydır. Sen en telaşlı olarak içimizdeki ehl-i bid'ayı görürsün bu noktada. Biraz Ebu Cehil kokusu üstlerine sindiğinden belki. Çoğu zaman ehl-i küfürden de önce onlar saldırırlar sana. Neden? Çünkü Lucy isterse bütün varlığı görür, ama Allah (haşa) bunu bir Kureyşliye yaptıramaz.

Hakkında yazmak istediğim asıl konudan uzaklaştım. Ben şimdi tasavvur ediyorum ki; Sidretü'l-Münteha, 'bütün varlığın bir ağaç gibi göründüğü' bir makamın, bir yüce manzaranın ifadesi olmasın sakın? Öyle bir yer düşünün, oradan eşyanın görünüşü bir şeceredir/ağaçtır. Bakışı öyle bütüncül bir bakıştır. Namı şecere-i hilkattir. Nasıl ki; bir yaprağın içindeki damarların görünüşü, bir ırmağın başladığı yerden bittiği yere kadar (ancak yukarıdan bakılınca) seçilen görünüşü, Hz. Âdem'den bugüne insanlığın soyağacının zamana yayılmış görünüşü, bir ağacın dallarının göğe doğru ve köklerinin arza doğru yayılışının görünüşü birbirine benziyor; belki aynen öyle de varın, yokluğun içinde yayılışı da bir sidreye benziyor. Ki müntehadan bakınca belki ona 'sidre' denmiş. Onun göründüğü o yüceliğe de Sidretü'l-Münteha denmiş. Ben, Bediüzzaman'ın kullandığı 'şecere-i hilkat' benzetmesinin böyle bir mirac memesinden süt emdiğini düşünüyorum. Ama yalnızca tasavvur ediyorum. En doğrusu yalnız Allah bilir.

11 Haziran 2015 Perşembe

Belki de sorun kendimizi yeterince neşter altına itmemekte

Yazılarımda kalemimi önce kendime/hayatıma batırmayı severim. Bu, hem bildiğim bir yerden yola başlamamı sağlar ve yazmamı kolaylaştırır; hem de ilk bıçağı kendime çaldığım için, ilerde muhatabıma da ucu battığında; "Sen kendine bak!" deme şansı kalmaz. Çünkü bilir: Ben önce kendimi yerin dibine batırdım. Kendimden razı değilim. Bu haltları ben de yedim. Benim de kendilerinden Allah'a sığındığım kuytu köşlerim, kusurlarım var. "Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez!" cümlesini biraz da böyle anlarım. Ateşe senden bir adım daha yakın olan kişinin seni de ateşe koşturmasına kızmazsın. Ağır bir işte senden daha çok çalışan kişinin, seni ağır bir işe sevketmesinden gocunmazsın. Yükün fazlasının onda olduğunu bildiğin adama öfkelenmek hatırına gelmez. Sitemlerimiz hep 'ötekinin' bizden çok kendini kayırdığı, canına canımızdan daha iyi baktığı durumlara yöneliktir. Kayırmadığından emin olursak sitem de kalmaz.

Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın meşhur yemini olan "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki..." beni, biraz da bu manayı hissettiğim için, çok etkiler. (Nasıl?) Muhatabına ne diyecekse, ne hakkında nasihat edecek veya uyaracaksa; onun ilk adımını/tebliğini mübarek zatına doğru atmıştır Allah Resulü. "Benim nefsim de Onun kudret elinde. Şimdi seninkinin de Onda olduğunu hissettirecek şeyler söyleyeceğim. Ağırına gitmesin. Burada nasihat veren benim amma, ben de kemal-i teslimiyetle senin tâbi olmanı beklediğim şeye tâbi oluyorum. Seni davet ettiğim şeye önce ben tâbiyim." Böyle şeyler hissederim o yeminde. Muhatabından önce kendine bir dönüş. Muhatabından önce kendine bir dokunuş. Muhatabından önce kendine bir hatırlatma. Bir keresinde Siyer Okumaları'nda Metin Karabaşoğlu abi de birisinden naklen (Asım Köksal merhum olabilir diyeceğim, ama emin değilim) şöyle demişti nazil olan ilk ayetler için: "Allah Resulü, önce kendi nefsine peygamber oldu. İlk ayetler, önce onu bir mübarek okumaya davet etti/emretti. Sonrakiler, halkı da çağırmasını söyledi."

Mürşidim de, Şualar'da, nebilerin dilinden şöyle demez mi: "Madem bizimle görüşmek ve dersimizi dinlemek istersin. Bil ki, başta Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm ve Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan olarak bütün peygamberlere vasıtamızla gelen mesâil-i imaniyeye en evvel biz iman etmişiz."

Bediüzzaman, 19. Söz'ün hemen başında şöyle söylüyor: "Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var: Birisi şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini on üç Lem'a ile Arabî Nur Risalesinden On Üçüncü Dersten işittik. Birisi şu kitab-ı kebîrin âyet-i kübrâsı olan Hâtemü'l-Enbiyâ aleyhissalâtü vesselâmdır. Birisi de Kur'ân-ı Azîmüşşandır."

Ben bunu biraz da şöyle anlıyorum: Cenab-ı Hakkın üç şekilde bilinmesi lazım. 1) Kainat üzerinden bilinmesi/okunması lazım. 2) Nübüvvet, yani 'içimizden/insandan elçiler' üzerinden okunması lazım. 3) Bizzat kendi kelamından okunması/bilinmesi lazım. Bu üç bilme yöntemi birbirinden kopuk olarak ele alınmamalı. Yani buradaki üç küllî muarrif söylemi bence "Öyle de bilsen olur, şöyle de bilsen olur, böyle de bilsen olur..." şeklinde değil. Üçünü beraber götürmelisin. Eğer bunlardan birisini eksik/yarım bırakırsan marifetinin dengesi de bozulmaya başlıyor. Bunun en açık örneği, nübüvvet hakikatini (ve özellikle onun hayatımızın içinde yaşamaya devam eden ruhu/yankısı olan sünnet-i seniyyeyi) kısmen veya tamamen terkeden 'Kur'an müslümanları'nda görünüyor.

Sünnete ve onun kelamî yanını ifade eden hadislere, vehmettikleri şüphelerle sırtını döndükçe bu akılsızlar, giderek vayhin mesajından da uzaklaşıyorlar. Zâhiren vahye hasr-ı nazar etmekle birlikte giderek 'bilmede' dengesizleşiyorlar. Kainatı ve Kur'an'ı ne kadar tefekkür ederlerse etsinler, tatmin etmek istedikleri şey akılları ve hevaları olduğu için oluyor bu. Vahyin bir parçası olan Allah Resulünü denklemden çıkarmaya çalışıyorlar. Yine deistler dediğimiz güruh da, Kur'an ve sünnetten bağımsız bir kainat marifeti peşinde koştukları için, buldukları hakikî marifetin yanında zerre bile olamıyor. Ne kalpte bir heyecan yaratıyor ne de fikirde büyük bir inbisat. Halbuki Allah sadece akılla bilinebilecek birşey değildir. Allah aynı zamanda hissedilecek de birşeydir. İnsanî olan her yan ve yön bir bilme şeklidir Allah'a dönük. İbn-i Arabî'nin (k.s.) kalbin köşkünden, aklın sultanı Fahreddin-i Razi'ye (k.s.) dediği gibi: "Allah'ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır."

Başa dönersem: Bediüzzaman'ın tefsir metodunda hatıralarına sıkça yer vermesinin manidar olduğunu düşünüyorum. Bence Bediüzzaman, nübüvvet-kainat-Kur'an düzleminde dengeli bir marifetin yine sünnete, kainata ve Kur'an'a; enfüsî tefekkür de dediğimiz, insan üzerinden uğramakla mümkün olabileceğini gösteriyor onlarla. İnsan hakikatinin sırça sarayını Allah Resulü aleyhissalatuvesselam ifade ederken, Kur'an'ın ifadesiyle onun 'içimizden birisi' olması da her insana dokunan yerini temsil ediyor.

Nübüvveti ve velayeti... Ondan bize gelişiyle bir elçi insan, bizden ona gidişiyle bir veli insan. Yani biz kendi hatıralarımız/tecrübelerimiz eşliğinde, Kur'an'ın, kainatın ve sünnetin mesajının izdüşümlerini okumuş oluyoruz. Tefekkürümüz de kalbimize dokunuyor böylece. Kendi kavrayış sebeplerimizi de buluyoruz. "Ha, demek burada aslında şu denilmek istenmiş!" diyoruz. Burada insanın, hem (nebiler de insan oldukları için) nübüvvete ve hem (kainata dahil olduğu için) kainata bakan bir tarafı var. Belki kainat, Kur'an ve sünnet okumalarımız arasında geçişken bir bölge, insanlığımız. Biz herşeyi insan yolundan geçerek ve insaniyet gözlüğünden bakarak okuyoruz.

Alternatif Bakış programına konuk olduğunda Doç. Dr. İshak Özgel Hoca; Cemaleddin Afganî gibi, Reşid Rıza gibi, Muhammed Abduh gibi insanların eserlerinin Bediüzzaman'ınkiler kadar kalıcı olmamasının, revaç bulmamasının bir nedenini şöyle izah etmişti: "Onların insan tasavvurları eksikti." Çokça düşünmeli bunu. Çokça üstünden geçmeli... Size soğuk görünen bütün metinleri aklınızdan geçirin şimdi. Belki de sorun, kendimizi yeterince neşter altına itmemekte.

5 Haziran 2015 Cuma

Hüzün de bir başlangıçtır

Zaman geçiyor, Allah'ın seni düşürdüğü tüm yoksun kılışların aslında koruyuş olduğunu anlıyorsun. Pişmanlıktan yerin dibine geçesin geliyor. Ettiğin kem kelamlar, sitemler, isyanlar aklına geliyor; utanıyorsun. Kendi cahilliğinden, hamlığından, aptallığından tiksiniş; Allah'a bir daha âşık olmak. Kendi güzelliğinden gelen bir kibirle değil bu sefer, çirkinliğinden tiksinerek; "Nasıl hâlâ sevmeye devam ediyor?" diye âşık olmak. Karanlığa/karanlığına bakıp, başardığı şeyden dolayı ışığa âşık olmak. O güzellik karşısında sarhoş olmak. Sevebilme kudreti karşısında bir hayrette kalış. Sürekli tekrar etmek belki, kendi kendine, tek bir cümleyi: "Bu nasıl birşey Allahım, bu nasıl birşey?"

Çok asil bir sevme bu ikincisi. Çünkü bunda mülkün kalmamış. İddia edeceğin, hakettiğini düşündürecek hiçbir şeyin kalmamış. "Belki" diyorsun, "yaşadıklarımın da amacı buydu. Şahadet ettim, şahit oldum böylece. İddia olarak kullanabileğim herşeyi tükettim böylece. Fenalarını gördüm, fenalıklarımı gördüm böylece. Yalanlarıma şahit oldum. Günahlarıma şahit oldum. En çirkin yanlarımla kendimi gördüm. Birisi anlatmadı bana, beni. Yaşadım, gördüm. Tattım, gördüm. Duydum, gördüm. Baktım, gördüm. Allah'ın güzel, benim çirkin olduğumu; benim her haltı yiyecek kadar denî, Onunsa her zaman O kalacak kadar yüce olduğunu gördüm. Bana cennet verilse ve yalnız bir ağaçtan uzak kalmam istense, o ağaca meyledecek kadar terbiyeye muhtaç olduğumu gördüm."

Bir Veysel Karanî (Allah ondan razı olsun) duası yaşamak böyle bakınca. O, duasını kaç yaşında etmiştir, bilmem. Ama ben otuzlarımda onun bastığı yerlere önce yüzümü sürüyor, öpüyor; sonra peşinden 'sadakte' diyerek adımlıyorum: "Allahım, sen Rabbimsin; bense kulunum. Sen Halıksın, bense mahlukum. Sen Rezzaksın, bense merzukum. Sen Maliksin, bense memlûkum. Sen Azizsin, bense zelilim. Sen Ganisin, bense fakirim...." Yani Sen hep Sensin, ben hep benim.

Hepsinde sen haklı çıktın Allahım. Emirlerinin/nehiylerinin hepsinde sen haklı çıktın. Hiçbir istisnası yaşanmadı. Ve ben buna yaşayarak şahit oldum. Üzgünüm. Beni bu kadar sevdiğini farkedemedim. Bu kadar geç kaldığım için üzgünüm. Yarattığın herşey mutlu etmek için gözümün içine bakarken, beni sevdiği göremediğim için üzgünüm. İkramlarını ve ihsanlarını üzerime alınamadığım için üzgünüm. Baharı/kışı üzerime alınmadığım için üzgünüm. Pencereme konan güvercini, alnıma düşen yağmur damlasını, ayağıma sürtünen kediyi, gülümseyen yüzleri, yardım eden elleri, dua eden dilleri senden bilmediğim için üzgünüm. Verdiğin herşeyi tüketip sen yokmuşsun gibi davrandığım için üzgünüm. Elma için ağaca teşekkür edip seni hatırıma getirmediğim için üzgünüm. Çarptığım ve öfkelendiğim, beni durduran her taşın aslında benim iyiliğime olduğunu, taşa çarpmamışların akıbetini görmeden farketmediğim için üzgünüm. Ama hüzün de bir başlangıçtır Allahım. Ve pişmanlık tevbedir.

31 Mayıs 2015 Pazar

Hedef neden yenge?

Müslümanın imanı, tıpkı Nur ayetinde belirtildiği gibi 'cam fanus içindeki lambaya' benzer. Artık hayatındaki her davranış o imanın etkisinde şekillenir. Büsbütün imanın çerçevesine uysun veya uymasın, mutlaka bir şekilde o imanın telaşlarına, arayışlarına, endişelerine, yönlendirmelerine maruz kalır. Kafir gibi bakamaz artık dünyaya. Bakış açısı, bununla ilgili olarak da eşyadan yaptığı yorumlar, başka bir alana/eksene kayar. Güzel ahlak dediğimiz şeyler de, aslında, bu imanın 'insan denilen cam fanusta' yanmasıyla etrafa saçılan ışıklardır. "Parayla imanın kimde olduğu belli olmaz!" atasözüne senelerden beri düşmanım bu yüzden. Sadece parayla imanı kıyaslaması açısından değil husumetim. Aynı zamanda imanı 'hayatta etkileri görülmez birşeymiş gibi' lanse etmesinden. Halbuki amel-i salih ve takva isimli iki ayağıyla iman bizzat hayatın kendisinde görülmeyi kasteder.

Teknoloji dediğimiz şeyin de, bazılarının savunduğu gibi, iman ve küfür karşısında nötr bir duruşa sahip olduğuna inanmıyorum. Hayrı, şerrine galip olabilir. Özünde bir hayır da bulunabilir. Fakat nihayetinde küfür psikolojisinin icadı olan herşey, vahiyden nasipsiz bir bakışaçısının ürünüdür. Bu yönüyle sınanmaya her zaman açık olmalıdır. Ehl-i sünnetin 'İsrailiyat' karşısında gösterdiği hassasiyetin bir benzeri, mutlaka bu alanda da gösterilmelidir. İsrailiyat olan bilgiler, eğer vahyin doğruladığı şeylerse, ehl-i sünnet bu bilgileri kabul eder. Eğer vahiyle çelişiyorsa, ehl-i sünnet onları reddeder. Eğer vahyin ve sünnetin hakkında malumat nakletmediği meselelerse, ehl-i sünnet bunların karşısında tevakkufta kalır.

Nötr kelimesi 'tevakkuf' manasını tam karşılamıyor aslında. Tevakkufun içinde, nötr kalmaktan öte, müteyakkız bir bekleyiş manası var. Tevakkuf, sırf beklemek değil, 'uyanık bir şekilde' beklemektir. Nötr kalmak, bir nevi agnostikliktir, yargısızlıktır. Doğru kullanımları açısından, iki kelime arasındaki bu nüansı hatırda tutmak gerek: Tevakkuf, sınamak için tetikte bir duruşu ifade ediyor. Nötr kalmakta bu yok.

Bunun için şöyle bir örneği veririm her zaman: Eğer otobüs bir müslümanın icadı olsaydı, mahremiyet algısından etkilenmez miydi? Yani; evlerimizde, düğünlerimizde, camilerimizde, toplu bulunduğumuz her yerde gözettiğimiz haremlik/selamlık endişesinden etkilenmiş otobüslerimiz olmaz mıydı? Mutlaka bu endişenin bir yerinden giriş yaptığı bir teknolojimiz olacaktı. Eğer bunları biz keşfetmiş olsaydık.

Şekillendirişin sonraki ve zoraki bir iradeyle 'Müslüman edeceğim lan bu icadı! Abdest aldıracağım lan ben buna!' şeklinde olmasına da gerek yoktu. (Pembe otobüs böyle bir ikincil iradedir.) İkinci iradeyi istemeyecekti. Fıtrî bir ahval olacaktı bu. Yani; fıtratı gereği, ister istemez böyle olacaktı. Çünkü kalpte ne varsa, elden de dilden de o çıkar. Müslüman bir mucid neyi keşfetse, imanının endişeleriyle bezenmiş olarak keşfeder. Bunu dindarlığı ölçüsünde yapar. O nedenle nükleer bombayı bir müslüman asla bulamaz, bulmamalı. O kadar insanı, masum/suçlu ayıramaz bir şekilde, katletmek bir müslümanın yapabileceği birşey değildir çünkü. Merhameti değil bakınız, ondan önce imanı izin vermez. Kur'an'ın şöyle dediğini anımsar şuur olarak beyninin bir köşesinde: "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez!"

İmanın endişeleri herşeyimize yansır. Bir ahlak olarak, mantığını unutsak bile, bir davranış şekli olarak bizimle yaşar. Kullandığımız kelimelere kadar tesiri vardır bunun. Ebeveynimize neden isimleriyle hitap etmeyiz Batılılar gibi? Neden aramızda bir yaş bulunan kardeşimize bile abi/abla deriz? Neden bayramlarda (pek de eğlendirici bir iş gibi görünmeyen) mezarlık ziyaretlerini aksatmayız? Bunların hepsinin altında İslam ahlakının ve ondaki hürmet duygusunun saklanmış sûreti, işareti, alamet-i farikası ve mantığı vardır. Neden olduğunu hatırlamasak da bu böyledir. Ve bunun böyle sürmesi, vahyin hayatla ilişkisini ayakta tutar.

Bunlardan birisini de ben 'yenge' kelimesi üzerinden okuyorum. Bir müslüman erkek, hangi kadınlar hakkında yenge kelimesini kullanır? Ve bu kullanım onun kalbinde/aklında nasıl bir çağrışım yapar? Bu sorular hakkında düşünmeye başlar başlamaz şu cevapları bulabiliyoruz:

Bu bir hürmet ve ihtar ifadesidir. Kadına dönük hürmet, erkeklere dönük ihtar. İki şekilde bir ihtardır. 1) Nefsine o kadının 'kemgözle bakılamayacak' olduğunu hatırlatırsın ve onu susturursun. 2) Andığın ortamdaki herkese o kadının başkasının namusu olduğunu hissettirirsin. Bir erkek, bir kadın hakkında 'yenge' ifadesini kullandığı anda çevredeki diğer erkeklere de bir uyarı yapmış olur: "Bu kadın bir başkasının namusu ve evet, bu namusa saygı göstermeyen insanlarla bir sorunum olacak!" İsterseniz, bir müslüman erkeğin yanında yengesi olarak bahsettiği kadın hakkında kötü birşey söyleyin. Dediğim şeyi size yumruklarıyla uygulamalı anlatacaktır. Bediüzzaman, Tesettür Risalesi isimli eserinde şöyle diyor:

"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

Burada anlatılan, benim de son hücreme kadar katıldığım, şey şu: Bir insan, kemgözle bakmaması gereken kadını 'yüzünden' tanır. Yüzünün alamet-i farikası o kadının şehvet duyulabilecek bir kadın olmadığını şiddetle hatırlatır ve bu hatırlama nefsin, değil ileri gitmesini, yola çıkmasını bile otomatik olarak engeller. Fakat ayrılması mümkün olmayan yerlerini açtıkça bir kadın, erkeğin onlarla kurduğu göz temasında nefsini susturacak 'çağrışımları' olmaz. Çünkü bu yerler yüz gibi/kadar alamet-i farika içermezler. Bu çağrışımların yitirilişi otokontrolün de yitirilişidir bir nevi. Bu nedenle açık saçıklığın artması insanlığın ahlakına zarar verir.

Bugünlerde 'yenge' kelimesinin başında da böyle bir belalı bulut dolaşıyor gibi geliyor bana. Önce şöyle başladı bu: Kadınlar 'yenge' kelimesiyle anılmaktan rahatsız olmaya başladılar. Televizyon dizilerinde kendilerine 'yenge' denilen kadınlar bu ifadeye tepki göstermeye, bunun 'birisi üzerinden tanımlanma olduğu' gerekçesiyle karşısında durmaya özen gösterdiler. (Şahit olduğum birkaç dizi var.) Tuhaf ve yeni bir özendi bu. Bu dil kısmen genç kadınlara da tesir etti. Onlar da bazen 'yenge' denildiğinde öyle denmemesini talep ediyorlar. (Bunun da bizzat muhatap olduğum bir örneği var.) Gerekçeleri yine aynı: Başkası üzerinden tanımlanmamak. Ne kadar da haklı bir gerekçe gibi duruyor öyle değil mi?

Mesele yalnızca bundan ibaret olsa, feminist özgururuna sahip olmak isteyen bacılarımı haklı görebilirdim, fakat değil. Son zamanlarda biraz spor/haber gazetesi veya sitesi karıştıran varsa görmüştür 'yenge' kelimesinin nasıl kullanıldığını. Yenge ifadesinin geçtiği her yerde 'en şuh duruşları ve çıplaklıklarıyla' dizilmiş sıra sıra kadın fotoğrafı var. Kim bunlar? Yengelerimiz. Nereden? Futboldan dünyasından. Tuttuğumuz takımda oynayan bir yabancı futbolcunun karısı/sevgilisi bizim yengemiz. Fakat nasıl bir yenge? Mümkünse en kemgözle bakacağınız kişi. Bunun vaktiyle şöyle bir iğrenç toplumsal karşılığı da yaşanmıştı: Galatasaray ve Fenerbahçe derbisinde Fenerbahçeliler Jardel'in eşinin fotoğraflarını, Galatasaraylılar da Lazetiç'in eşinin fotoğraflarını tribünden sallamışlardı. Anlamı malum. Anlamı iğrenç. Anlamı hâzâ pislik. Tam da Bediüzzaman'ın yıllar önce altını çizdiği şey: "Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"

O zaman bunun haberini de aynı yayın odakları şu tarz yapmışlardı: Tribünde yengeler savaşı... Komplo teorilerini sevmem. Ama ben bu işin amaçsız olduğunu düşünmüyorum. Şuurla veya şuursuzca, bu toplumun ahlakının en kadim ifadelerinden birisinin altı oyulmaya çalışılıyor. Yenge dediğimiz anda artık aklımıza (Pavlov'un köpeğinde başardığı gibi) bu yengeler geliyor. Ve artık yenge kelimesi, kemgözle bakamayacağımız kadın hatırlatmasını bize yapmıyor. İşte Bediüzzaman'ın Tesettür Risalesi'nde dikkatimizi çektiği şeyin dilimize kadar uzanan ucu bu. Kelimelerde bile alamet-i farikaya müsaadesi yok bunların. Buna karşı direnmeliyiz!

30 Mayıs 2015 Cumartesi

Bir Nurcu hastalığı olarak: Dostu, talebeye tercih etmek

Bu bizde bir hastalıktır. Rahman'ın rızası için yazacağım. "Bir dert görünürse, devâsı âsândır..." sırrınca Şafii olan Allah'tan bana ve kardeşlerime şifa vermesini dilerim. Ben bu hastalığı yazmakla 'herkesçe görünmeyen' veya 'görenlerin görmezden geldiği' veya 'görmezden gelmeyenlerin yazmazdan geldikleri' birşeyi yazıyorum. Bunun Nurcular tarafından acilen yüzleşilmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum. Kendim de bu çamura vaktiyle battığım için, itiraf ile o derdi önce açık etmek, sonra istiğfar ile ondan sıyrılmak/soyunmak isterim. "Böyle şeyleri aramızda konuşmamız gerek..." diyen, fakat aslında "En iyi eleştiri mümkünse yapılmamış, yapılmışsa da herkesçe duyulmamış eleştiridir..." manasını içeren sözde tedbirci, özde statükocu yaklaşımlara kulağım kapalı. Onlar da isterlerse bu yazıya gözlerini kapayabilirler. Mürşidim gibi derim: "Gözünü kapayan, yalnız kendi görmez; başkasına gece yapamaz."

Bediüzzaman'ın ismini, çizgisinden daha fazla önemsiyoruz. İsmine edilmiş iltifatları, çizgisi için atılmış adımlardan daha çok seviyoruz. Hatta gittiği yol nasıl bir yol olursa olsun, isterse ehl-i sünnet çizgisinden de çıksın, eğer Bediüzzaman'a muhabbeti(!) varsa bir adamın, o muhabbeti belirtir bir kelamına çok kolay tav oluyoruz. Muhabbeti dilden 'Bediüzzaman' adıyla çıkan cümlelerle sınıyoruz sadece. Kalpte neler taşınıyor, elden nasıl ameller çıkıyor, o dilden Bediüzzaman ismi geçmeden daha ne cümleler sâdır oluyor, hiç sormuyoruz. Yeter ki, bir adam bir cümlecik olsun Bediüzzaman'a iltifat etsin! O bizim muteberimiz oluyor.

Daha sonra isterse ehl-i sünneti toptan tezyif etsin, sinemizdeki muhabbet gitmiyor. Ta ki Bediüzzaman'ın şahsına bir kem söz edene kadar! O zaman jetonumuz düşüyor. Asıl tuhaf olansa; bu aptalca tutumu avamımız değil, 'aydın abilerimiz' sergiliyor. Mustafa İslamoğlu, Bediüzzaman'ı mı övdü? İslamoğlu'nun daha başka neler dediğine bakmadan kitaplarını yayınevlerimizde yayınlamaya, derslerini radyolarımızdan konuşturmaya çalışıyoruz. Nevzat Tarhan, Bediüzzaman mı dedi? "Ondan başka neler demiştir? Ne kadar öğretisinde Bediüzzaman'ın veya ehl-i sünnetin çizgisinde kalmıştır? Anlattığı Bediüzzaman ne kadar hakiki Bediüzzaman'dır?" Bütün bu başlıklar silinip gidiyor. Neden? Çünkü o Bediüzzaman'ı övdü. Bazı Alevilere lafz-ı Ali (r.a.) ne kadar yeterse, bazı Nurculara da lafz-ı Bediüzzaman yetiyor. Ötesi sorgulanmıyor.

Bu saçmasapan temayülün/muhabbetin Ertuğrul Özkök'e, Yaşar Nuri Öztürk'e kadar uzandığına şahit oldum. O kadar Bediüzzaman'a mana-i ismi ile bakıyor ki bu abiler veya arkadaşlar; bir kişinin Bediüzzaman'ı övmesiyle sanki ona bir paye daha katılacak gibi coşuyorlar. Zarar yalnız bu kadarla da kalmıyor: Bu isimlerin de Nurculuğun etki alanına sızabilmesine sebep oluyorlar. Hem de hiçbir uyarıda bulunmadan, körkütük bir övgüyle... Ne için? Çünkü o Bediüzzaman'ı övdü. İyi de Bediüzzaman'ı 'ismen' övmek, Bediüzzaman'ın yolunu tutmak veya endişelerini taşımak mıdır? Bediüzzaman'ın yolunu tutmanın/taraftar olmanın (dostluğun) delili, ismini iltifatla beraber anmak, 'zatını beğenmek' midir?

"Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat'iyen Sözlere ve envâr-ı Kur'âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid'alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın.

Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir. 
Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin."

(Bu tanımların hemen öncesinde ise şunun altını çiziyor Bediüzzaman: "Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünkü ben kendimi beğenmiyorum; beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenâb-ı Hakka çok şükür, beni kendime beğendirmemiş.")

Barla Lahikası'nda Refet abiye yazdığı bir mektubunda ise şöyle der: "Bir talebe, yüz dosta müreccahtır." Fakat şimdilerde 'bir şekilde' Risale-i Nur kurum/kuruluş/cemaat yapılarında üst kademeleri tutmuş insanlar, inanın şu cümleye daha fazla iman ediyorlar: Bir dost, yüz talebeye müreccahtır. Tüm mesaisini Risale-i Nur hizmetine ve çizgisine vermiş herhangi bir ismin, tüm bu mesai ve istikametine rağmen, beş paralık kıymeti olmazken; ehl-i sünnet çizgisinde kaldığı bile şüpheli kimi isimler, ağızlarının kenarıyla sırf Bediüzzaman'a iki iltifat ettikleri için, beşyüz altın kıymetinde fiyatla satılıyorlar. Ne dediği de çok önemli değil. İsterse Risale-i Nur'un ölçülerine uymayan yüz tane martavalı anlatsın. Önemli olan Bediüzzaman'ı övmesi. Ha bir de tabii biraz şöhret bulmuş olması lazım. Teveccüh-ü nasa müptelayız çünkü.

Şu an, Nurcular içinden (Risale-i Nur'dan alacakları bitmemiş) kaç tane mütefekkirimiz var? Bakın daha 'kaç tane gencimiz var' bile demedim. Kaç tane mütefekkirimiz var? Bence bu mütefekkir yokluğunun birinci sebebi cemaat yapıları içindeki istibdatsa, ikinci sebebi talebenin dost kadar itibarlı olmamasıdır. Evin danasından öküz olmaz atasözünün canlanmış hakikatini gören genç Nurcular, eğer kalplerinde bütün bunlara rağmen direnecek bir sebat yoksa, en nihayet ya Nurlar üzerine mesaiyi terkediyorlar yahut da büsbütün başka alanlara geçiyorlar. Çünkü biz onların 'söylediklerine' bakmıyoruz. Bizim gözümüz elin danasından öküz çıkarmakta. Eğer Risale-i Nur dairesinden hakikaten insan yetiştirmek gibi bir amacımız varsa, umarım vardır, o zaman bunun ilk yolu; bu dairenin kaynaklarını gayrın iltifatlarına peşkeş çekmemek. Talebeyi dosta müreccih kılmak. İki dakika Bediüzzaman'dan ya bahsedecek ya bahsetmeyecek, o bahsettiğinden de birşey ya anlaşılacak ya anlaşılmayacak isimlere bir sürü para, vakit vs. harcayıp sonra gençlerin yaptıkları samimi çalışmalara burun kıvırmak... Kusura bakmayın ama, Allah sorar bunu.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...