Yaver-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Buharî'de geçen bir ferman-ı mübarekinde eliyle göğsünü işaret ederek buyuruyorlar ki: "Takva buradadır!" En doğrusunu Allah bilir. Ben kendi payıma bu hadis-i şerifi iki şekilde anlıyorum: 1) Takva içten dışa başlayan bir iştir. Yani evveliyatla ihlasını göğüste bulur. Orada sahicilik yoksa dışarıdaki kurgu hakiki takvadan haber vermez. Ancak yapmacıklıktan haber verir. 2) Takva öncelikle ferdin yüküdür. İrade sahiplerinin tek tek, birey birey, birebir sorumluluğudur. Yalnız ötesini/ötekileri sınanma konusu sayarak takvalı olunmaz. Yani "Dedem de hocaydı!" veya "Cemaatim var ya!" demekle takvalı olunduğu görülmemiştir. Aksine, zaman, böyle okumalar sahiplerinin kitlesel olarak pek kolay günaha hücum ettiklerini göstermiştir. Nitekim, ben, FETÖ'deki arızalardan birisini de böyle teşhis ediyordum: Aidiyetlerini o kadar yüceleştiriyorlardı ki birey birey Allah'a olan mesuliyetlerini düşünemez oldular. Göğüslerini unuttular. Bir emirle herşeyi arkalarına attılar.
Bu sadece FETÖ'de değil bütün aidiyetlerde bir problem. İster bir partiye ister bir cemaate ister başka türden bir yapıya bu şekilde bağlanırsanız, yani takvanın göğsünüzde olduğunu unutursanız, onun/onların yaptığı herşeyi doğru bulmaya başlarsınız. Halbuki Müsned'de geçen bir başka hadis-i şerifte de, Aleyhissalatuvesselam, Vâbısa radyallahu anh'a şöyle buyurmuştur: "Vâbısa sen kendine sor. İyilik kalbinin rahat ettiği şeydir. Kötülük de kalbini ezen ve bir türlü yer bulamayan şeydir. İnsanlar sana ne kadar 'olur' derse desinler sen kalbine danış..."
Bu aslında takvanın, olgunlaşmış bir bireyin, daha doğrusu ferdiyetinde kemale ermiş bir ferdin, halet-i ruhiyesi olduğuna delildir. Çünkü o Rabbiyle ilişkisinde kendisini birebir sorumlu olarak görmektedir. Defterini ayrıca tutmaktadır. Kalbinden de fetva almayı gözetmektedir. Böyle birşeyde muvaffak olmak bireyliğini tamamlamakla mümkündür. Varlığını aidiyetlerinden ayrı bir şekilde tanımlayamayan, tek başına 'abdullah' olduğunu unutan, böylesi sıkıntıları yaşar.
Evet. Ahirzamanın en büyük problerinden birisi de ferdiyetinde kemale ulaşmamışların oluşturdukları cemaatlerdir. Bunlar küllî değil küll olurlar. Parçaları da cüzî değil cüz olurlar. Bireyselleşemezler. Fakat bir saniye: Biz burada 'cemaat' kelimesini sık kullanıyoruz diye kimse mevzuu sırf dinî sanmasın. Sadece dinî aidiyetlerin böyle sorunlar oluşturduğunu düşünmesin. Hâşâ. Belki bu sorun en az onlarda yaşanıyor. Diğer türden aidiyetlerde bu körelmenin neticeleri daha acıdır. Daha dehşetlidir. Daha yıkıcıdır. Sözgelimi: Emperyalizm, siyonizm, komünizm, kapitalizm vs. böylesi seküler cemaatlerin dünyaya yaşattığı cehennemlerin isimleridir.
Aslında Mehmed Görmez Hoca'nın Habertürk'te yaptığı tesbitlere muhalefetim de en çok buradan kaynaklanıyor. O gün yazdığım twitlerde konuyu şöyle özetlemeye çalışmıştım: "Küresel siyasetin günahları cinsel bütün günahlardan büyüktür, cümlesini iyi bir sigaya çekmek lazım. Beni rahatsız etti. Neden? Öncelikle şunun altını çizmem gerekiyor: Bizde günahları birbiriyle kıyaslayarak küçültmek âdeti pek yoktur. Görmez gibi 'cinsel günahlar' diyelim hadi. İslam'da yedi büyük günahtan birisi sayılmıştır. Küresel siyaset gibi bir 'fail-i meçhul'e hesap keserken bu yediden birisinin dehşetini azaltmak neden gereksin? Kaldı ki cinsel suçun faili bellidir. Diğerinin günahını kim omzuna alır? Dediğimi şöyle bir misalle zihninize yaklaştırmak isterim: Birisini cüzdan çalarken yakaladık diyelim. Bu sırada bir başkası diyor ki: 'Ohoo, o ne ki, hergün İstanbul'da bu cüzdandaki paranın kaç misli fazlası değerde ekmek çöpe atılıyor!' Aklımıza şu gelir: 'Ne alaka?' Bir parça suizan edeyim. Ben eğer bu olayın şahidi olsam 'Şu ikinci adam hırsızı kurtarmak istiyor galiba!' derim. Çünkü ikincisinin mübalağasında hiçbir failin suçlaması yoktur. Havayı dövmek vardır. Ancak birincinin faili bellidir. Ondan vazgeçilmekle ehvene ulaşılmaz."
Evet. Muhalefetim bu sadedde devam ediyor. Görmez 'küresel siyaset' gibi cisimsiz failleri odak noktası kıldığında Aleyhissalatuvesselamın göğsümüzü gösterdiği parmak, hâşâ, bir parça boşa düşürülüyor. Çünkü İslam'ın gerek küçük gerek büyük günah tanımları hep ferdi kendi bireyselliğine uyandırmak işlevini görüyor. Yani gıybetten tutun başkasının ağacından meyve çalmaya, zinadan tutun hayvanlara eziyet etmeye kadar İslam fıkhında tanımlanmış bütün günahlar 'abdullah'ı işaret ediyor. Onun gerek 'hukukullah' gerekse 'hukuk-i ibad' karşısındaki sorumluluklarına uyanmasını sağlıyor. Siz şimdi bu göğsü gösteren yüzbin parmağa "Bir güncellemek lazım!" derseniz, sonra da suçu "Ordaaa bir köy var uzaktaaa!" şarkısındaki gibi 'gidilmeyen-görülmeyen' bir yere şutlarsanız, ferdin kendisini inşa etmesini zorlaştırırsınız. Hatta muhtemelen bu tutum müslüman toplumdaki fısk u fücuru da arttırır. Zira ayarları bozulur.
Nasıl bozulur? Tıpkı Bediüzzaman'ın dediği gibi bozulur: "Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum: (...) İkincisi: Birşeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar. (...) Hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar. Bu sırra binaen, vâiz hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır."
Bence Mehmed Görmez Hoca da bilerek-bilmeyerek bazı muvazeneleri bozuyor. Dikkat çekmek istediği kötülüklere birşey demiyorum. Doğrudur. Büyük cürümler işlenmektedir. Ancak şeriat cürümleri 'bir seferde kaç insan öldüğüne' bakarak değil 'bireyin o şeydeki sorumluluğuna/zararına' bakarak tayin etmektedir. Evet. Büyük günahlara dikkat ediniz. İçlerinde 'dünya savaşı çıkarmak' yoktur. Amma 'cinayet işlemek' vardır. Çünkü bir insan cinayet işlerken dünya savaşı çıkaracağını bilmeyebilir. Ancak cinayet işlemenin ne olduğunu herkes bilir. Bu nedenle Kur'an-ı Hakîm buyurur: "Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur."
Görmez Hoca'nın niyeti ne kadar iyi de olsa mü'minleri ittiği yön belirsizlikleri ziyadeleştireceğinden tehlikelidir. Zaten, azıcık derinine inersek, küresel günahlar dediğimiz şeylerin de kökü/kökeni insanın bireysel olarak içinde yaşadığı kaymalardır. Parçanın ifratı olmasa bütünün zulmü olmaz. Elbette tedavi de yine içinden, parçadan, bireyden başlamalıdır.
Her neyse. Söylenecek çok şey var ama yazıyı epeyce uzattım. Şuna da dokunup bitireyim: "Tabiatla yeniden bir merhamet sözleşmesine ihtiyaç var!" derken de hocanın yapmak istediğini anlayamıyoruz. Neden? Mevzu sözleşmesizlikten çıkmıyor da ondan. Sözleşmeyi sallamamaktan çıkıyor. İslam bütün zamanlara kâfi-vâfi bir sözleşme değil mi? İnsanlık ona uysa dünya yeni bir saadet dönemi yaşamaz mı? Böyle dolandırıcılar arasında gezdikten sonra kırk tane yeni sözleşme yapılsa ne olur? Sözleşme sırf yazıldı diye düzenbazları kendine cebredebilir mi? Hülasa: Görmez Hoca'nın açıklamalarını ağız suları akarak manşetlerine taşıyan sol medyadan bile biraz gözünün açılması lazım. Hidayet ise Allah'tandır. Biz de Ona tevekkül ederiz.
4 Temmuz 2020 Cumartesi
25 Haziran 2020 Perşembe
Bir Hülya Avşar kaç Koreli bebek eder?
Bediüzzaman'ın İslamiyet'i 'insaniyet-i kübra' olarak tarif ederken ta anlatmaya çalıştığı birşey var: İnsanlığımız ancak İslamlığımızla tamam olur. İslamlığı olmayan insanlık yarımdır. Hatta bu öyle bir yarımlıktır ki kendisini büsbütün zararlı hale getirir. Yol açmayı sağlayan dozerin bozulunca 'kaldırması en zor engellerden birisine' dönüşmesi gibi; insan da; bozulunca hayrın önündeki en büyük engellerden birisine dönüşür. Açması gerekeni kapar. Tarih böylesi zulümlerin en sarih şahididir. Biraz daha detayına indiğimizde ise, mürşidim, bu durumun hikmetini şöyle tarif eder: İnsan 'olabilecekler potansiyelini doldursun diye' kuvvelerine had konulmadan yaratılmıştır. Kuvve-i gadabiye (korunma güdüsü), kuvve-i şeheviye (arzulama güdüsü) ve kuvve-i akliye (zararlıyı faydalıdan ayırma güdüsü) bir ölçüde serbesttir.
Bu serbestlik ona 'herbir bir ferdi bir tür değerinde' farklı olabilme yeteneği kazandırırken aynı zamanda imtihanının da kaynağıdır. Yani sair canlılarda ancak iki tür arasında sözkonusu olabilecek nüanslar insanın iki ferdi arasında mevcuttur. O kadar başka âlemlere, meraklara, heveslere, gayretlere, yönelişlere, açılımlara vs. sahiptirler. Üstelik hayata tutunuşu da ancak bu kuvveler sayesinde mümkündür. Bir insanda korunma, arzulama ve zararlıyı faydalıdan ayırma güdüleri olmazsa yaşamayı da başaramaz. Ancak şu da var: İradesinin dizginini büsbütün bunlara bırakırsa bu defa da bencilliğinin ateşinde dünyayı yakar. İşte 'şeriat' da tam bu noktada devreye girer:
"Her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun ancak şeriattır. Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lâzımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir."
Nübüvvet, nübüvvetle gelen Kur'an ve sünnet, onlarla teşekkül eden şeriat bize 'had konulmamış kuvveleri' nerelerde sınırlamamız gerektiğini öğretirler. Eğer bu sınırları bilmezsek, kabullenmezsek ve ittiba etmezsek, bizzat kendimiz dünyevî ve uhrevî hayatlarımızın katiline dönüşürüz. Nitekim bu kuvvelerin teknoloji marifetiyle doludizgin koşturulduğu ahirzamanda dünyanın aldığı hal de ortadadır. Çevre kirliliği, küresel ısınma veya başka şeyler. İnsanoğlu kendi kıyametine koşmaktadır. Bu kıyametin adımlarını takip ettiğinizdeyse yine bu üç kuvvede yapılan israfa denk gelirsiniz. 'Daha iyi korunmak' ve 'daha çok arzuya ulaşmak' noktasında kontrolünü yitiren insanoğlu, histerik bir eşikten sonra, aklını da hizmetlerine vererek 'manipülasyon-hile aygıtı'na dönüştürür. Çiçekler yeşertmez. Atom bombası yapar.
Veya Level 16/Seviye 16 filminde anlatıldığı gibi başka insanları kendi arzuları adına köleleştirir. Fakir ailelerden satın alınan çocuklar çiftliklerde yetiştirilerek 'güzelleşmek isteyen zengin kadınların hammadde sağlayıcıları' olurlar. Buna sırf bir 'kara ütopya' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Orwell'ın kara ütopyası 1984'ün nasıl gerçek bir dünyaya dönüştüğünü zaman gösterdi. Hem daha bugünlerde Sandra Bullock'un Ellen DeGeneres'e konuk olduğu bir programda 'Koreli bebeklerin derilerinden alınan maddeleri derisine enjekte ettiğini söylediği' bir video görüldü. Ne için yapıyor bunu? Daha güzel görünmek için. Peki insanlık böyle birşeyi ilk kez mi yapıyor? Hayır. Zaten balinaların neslini tüketmeye yaklaşmamızın ardında da böyle bir gerekçe var. Yağlarından çok kaliteli güzellik malzemesi yapılabiliyor çünkü.
Aynı sistemin fanatik bir müridi olan Hülya Avşar istediği kadar alınsın, bu, bizi yine alıp şeriatın bir parçası olan 'tesettür'ün hikmetine götürüyor. Evet. Tesettür de, tıpkı şeriatın diğer emirlerinde olduğu gibi, had konulmamış kuvvelerimizi durdurabilmemiz için var. İster kadında ister erkekteki şekliyle tesettür 'görünmeyi esas almayan bir hayatı' mü'minlere aşılıyor. Yani bizi 'görsellikle' değil 'derinlikle' varolmaya yönlendiriyor. Kadının tesettürden hissesi neden daha ziyade peki? Çünkü hem 'güzellik potansiyeli' hem de 'güzelleşme arzusu' olarak baskınlık gösteren o. Hoş, metroseksüellik belası şimdilerde erkekleri de etkiliyor, ama nasıl? Kadınlaştırarak. Bu tarz eğilimleri olan erkeklere dikkat edin. Aslında kadınlaşıyorlar. Ancak kadınlaştıktan sonra metroseksüelleşiyorlar. Metroseksüelleştikçe de kadınlaşıyorlar. Bu tıpkı Max Weber'in tesbitinde olduğu gibi: "Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz."
Tesettür görünme ve güzelleşme tutkularımızı 'hadd-i vasatta' yani 'sırat-ı müstakim'de tutmamızı sağlıyor. Bakınız, belki daha acayip misalleri var, ama bizim haberimiz yok. Şu an Batı dünyasında güzellik sektörüne harcanan paralar bilmem kaç Afrika ülkesinin açlık sorununu çözecek nitelikte. Bu bir israf değil midir? Bize sorarsanız, evet, ama kapitalist dünyanın bununla bir sorunu yok. Çünkü o kuvvelerin sınırlanması gerektiğine inanmıyor. İslamsa 14 asır öncesinden buyuruyor ki: "Ey âdemoğlu/kızı, eğer benimle sana öğretilen sınırların içinde kalmazsan, dünyanın (ve de kendinin) dengesini bozarsın. Tesettür de onlardan birisidir. Tesettürle içindeki görünme/güzelleşme arzularına bir sınır çizmezsen, gemi azıya alır, Koreli bebekleri kanını-canın-cildini kendi güzelliğinin hammaddesi kılarsın."
Kur'an-ı Hakîm 'kız çocuklarının öldürülmesinden' bahsettiği zaman biz bunu sadece Kureyş toplumuna ait bir cahiliye âdeti sanıyoruz. Geçmişte olmuş-bitmiş tasavvur ediyoruz. Bu telakki yanlış. Level 16'yı izlediğinizde farkediyorsunuz ki: Hayır. Kız çocukları hâlâ tehlikede. Özellikle sözde geri kalmış toplumların fakir ailelerinde dünyaya gelenler. Onların başkalarının güzellik malzemesi kılınması ihtimali yüksek. Belki bu yapılıyor da. Perde arkasında, tıpkı organ ticareti gibi, kimbilir ne ticaretler dönüyor. Kimler birkaç yıl daha güzel kalabilmek için canlara kıyıyor. Bunlardan onları koruyabilmemizin yolu söze değil fiilî bir tekzibe bağlı. İrademizle sistemin dışına çıkmalıyız. Tesettürle dış güzelliğin varlığın merkezinde olmadığını göstermeliyiz. Bunu başaramazsak daha çok Hülya Avşar'ların bir aylık ekstresi ile yüzlerce çocuk açlıktan ölecek. Sisteme meydan okuma şeriata bağlı. Ona ittibaya bağlı. Tevfik ise Allah'tandır.
Bu serbestlik ona 'herbir bir ferdi bir tür değerinde' farklı olabilme yeteneği kazandırırken aynı zamanda imtihanının da kaynağıdır. Yani sair canlılarda ancak iki tür arasında sözkonusu olabilecek nüanslar insanın iki ferdi arasında mevcuttur. O kadar başka âlemlere, meraklara, heveslere, gayretlere, yönelişlere, açılımlara vs. sahiptirler. Üstelik hayata tutunuşu da ancak bu kuvveler sayesinde mümkündür. Bir insanda korunma, arzulama ve zararlıyı faydalıdan ayırma güdüleri olmazsa yaşamayı da başaramaz. Ancak şu da var: İradesinin dizginini büsbütün bunlara bırakırsa bu defa da bencilliğinin ateşinde dünyayı yakar. İşte 'şeriat' da tam bu noktada devreye girer:
"Her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan, küllî bir akla ihtiyaç vardır ki, fertler, o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle küllî bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun ancak şeriattır. Sonra, o şeriatın tesirini, icrasını, tatbikini temin edecek bir merci, bir sahip lâzımdır. O merci ve o sahip de ancak peygamberdir."
Nübüvvet, nübüvvetle gelen Kur'an ve sünnet, onlarla teşekkül eden şeriat bize 'had konulmamış kuvveleri' nerelerde sınırlamamız gerektiğini öğretirler. Eğer bu sınırları bilmezsek, kabullenmezsek ve ittiba etmezsek, bizzat kendimiz dünyevî ve uhrevî hayatlarımızın katiline dönüşürüz. Nitekim bu kuvvelerin teknoloji marifetiyle doludizgin koşturulduğu ahirzamanda dünyanın aldığı hal de ortadadır. Çevre kirliliği, küresel ısınma veya başka şeyler. İnsanoğlu kendi kıyametine koşmaktadır. Bu kıyametin adımlarını takip ettiğinizdeyse yine bu üç kuvvede yapılan israfa denk gelirsiniz. 'Daha iyi korunmak' ve 'daha çok arzuya ulaşmak' noktasında kontrolünü yitiren insanoğlu, histerik bir eşikten sonra, aklını da hizmetlerine vererek 'manipülasyon-hile aygıtı'na dönüştürür. Çiçekler yeşertmez. Atom bombası yapar.
Veya Level 16/Seviye 16 filminde anlatıldığı gibi başka insanları kendi arzuları adına köleleştirir. Fakir ailelerden satın alınan çocuklar çiftliklerde yetiştirilerek 'güzelleşmek isteyen zengin kadınların hammadde sağlayıcıları' olurlar. Buna sırf bir 'kara ütopya' deyip geçmeyin muhterem kârilerim. Orwell'ın kara ütopyası 1984'ün nasıl gerçek bir dünyaya dönüştüğünü zaman gösterdi. Hem daha bugünlerde Sandra Bullock'un Ellen DeGeneres'e konuk olduğu bir programda 'Koreli bebeklerin derilerinden alınan maddeleri derisine enjekte ettiğini söylediği' bir video görüldü. Ne için yapıyor bunu? Daha güzel görünmek için. Peki insanlık böyle birşeyi ilk kez mi yapıyor? Hayır. Zaten balinaların neslini tüketmeye yaklaşmamızın ardında da böyle bir gerekçe var. Yağlarından çok kaliteli güzellik malzemesi yapılabiliyor çünkü.
Aynı sistemin fanatik bir müridi olan Hülya Avşar istediği kadar alınsın, bu, bizi yine alıp şeriatın bir parçası olan 'tesettür'ün hikmetine götürüyor. Evet. Tesettür de, tıpkı şeriatın diğer emirlerinde olduğu gibi, had konulmamış kuvvelerimizi durdurabilmemiz için var. İster kadında ister erkekteki şekliyle tesettür 'görünmeyi esas almayan bir hayatı' mü'minlere aşılıyor. Yani bizi 'görsellikle' değil 'derinlikle' varolmaya yönlendiriyor. Kadının tesettürden hissesi neden daha ziyade peki? Çünkü hem 'güzellik potansiyeli' hem de 'güzelleşme arzusu' olarak baskınlık gösteren o. Hoş, metroseksüellik belası şimdilerde erkekleri de etkiliyor, ama nasıl? Kadınlaştırarak. Bu tarz eğilimleri olan erkeklere dikkat edin. Aslında kadınlaşıyorlar. Ancak kadınlaştıktan sonra metroseksüelleşiyorlar. Metroseksüelleştikçe de kadınlaşıyorlar. Bu tıpkı Max Weber'in tesbitinde olduğu gibi: "Protestanlaşmadan kapitalistleşemezsiniz."
Tesettür görünme ve güzelleşme tutkularımızı 'hadd-i vasatta' yani 'sırat-ı müstakim'de tutmamızı sağlıyor. Bakınız, belki daha acayip misalleri var, ama bizim haberimiz yok. Şu an Batı dünyasında güzellik sektörüne harcanan paralar bilmem kaç Afrika ülkesinin açlık sorununu çözecek nitelikte. Bu bir israf değil midir? Bize sorarsanız, evet, ama kapitalist dünyanın bununla bir sorunu yok. Çünkü o kuvvelerin sınırlanması gerektiğine inanmıyor. İslamsa 14 asır öncesinden buyuruyor ki: "Ey âdemoğlu/kızı, eğer benimle sana öğretilen sınırların içinde kalmazsan, dünyanın (ve de kendinin) dengesini bozarsın. Tesettür de onlardan birisidir. Tesettürle içindeki görünme/güzelleşme arzularına bir sınır çizmezsen, gemi azıya alır, Koreli bebekleri kanını-canın-cildini kendi güzelliğinin hammaddesi kılarsın."
Kur'an-ı Hakîm 'kız çocuklarının öldürülmesinden' bahsettiği zaman biz bunu sadece Kureyş toplumuna ait bir cahiliye âdeti sanıyoruz. Geçmişte olmuş-bitmiş tasavvur ediyoruz. Bu telakki yanlış. Level 16'yı izlediğinizde farkediyorsunuz ki: Hayır. Kız çocukları hâlâ tehlikede. Özellikle sözde geri kalmış toplumların fakir ailelerinde dünyaya gelenler. Onların başkalarının güzellik malzemesi kılınması ihtimali yüksek. Belki bu yapılıyor da. Perde arkasında, tıpkı organ ticareti gibi, kimbilir ne ticaretler dönüyor. Kimler birkaç yıl daha güzel kalabilmek için canlara kıyıyor. Bunlardan onları koruyabilmemizin yolu söze değil fiilî bir tekzibe bağlı. İrademizle sistemin dışına çıkmalıyız. Tesettürle dış güzelliğin varlığın merkezinde olmadığını göstermeliyiz. Bunu başaramazsak daha çok Hülya Avşar'ların bir aylık ekstresi ile yüzlerce çocuk açlıktan ölecek. Sisteme meydan okuma şeriata bağlı. Ona ittibaya bağlı. Tevfik ise Allah'tandır.
14 Haziran 2020 Pazar
Kur'an Mustafa Öztürk'ü neden Allah'tan uzaklaştırıyor?
Hiç dürbününüz oldu mu bilmiyorum. Benim olmadı. Ama emmoğlumun dandik bir tane vardı. Oyuncak kabilinden. Onda dahi farkettiğimiz şu olmuştu: Kullanıcının tavrına göre dürbün hem 'yakınlaştırıcı' hem de 'uzaklaştırıcı' olabilir. Yani hem gösterebilir hem de körleştirebilir. Evet. Eğer göze gelmesi gereken yeri öteki tarafa düşürürseniz, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, manzarayı yakınlaştırmak için yapılmış bu araç uzaklaştırıcılık da yapabilir. Bu nedenle Mustafa Öztürkgillerin Kur'an okuyarak vardıkları tuhaflıklara şaşırmıyorum. Damağımı hayretle şaklatmıyorum. Çünkü Furkan'ın bizzat beyanıyla sabit olan şu hususiyetini biliyorum: Vahiy, imana temayül gösterenlerin imanını, dalalete temayül gösterenlerin de dalaletini arttırır. Buna işaret eden birçok ayet vardır. Bir tanesi İsra sûresinin 82. ayetidir. Kısa bir meali şöyledir: "Kur'an'dan indirdiğimiz şeyler, mü'minler için şifadır, rahmettir. Zalimlerin ise yalnızca hüsranını arttırır."
İmtihanın sırrı budur. Varlık nefsü'l-emirde göreceli olmamakla birlikte insanda yansırken göreceli bir hal alabilir. Çünkü insandaki yansımasının teşekkülünde beşerî beklentilerin de payı vardır. Bir âşığın gözünde sevgilisinin her tavrı kendisine işarettir. Fakat başkasını sevdiğini öğrendiğinde okumalarının şekli değişir. Renkler solar. Belki zıttına inkılap eder. "Kedi uzanamadığı ciğere murdar der!" kabilinden muhabbet sebepleri husumet nedenlerine dönüşür. Birazda bu hikmetle mürşidim Mesnevî-i Nuriye'sinde der ki: "Kur'an'ın cemalini müşahede etmek kalbin sıhhat ve selametine tâbidir. Kalbi hasta olan kimse ise ancak hastalığının karıştırdığı şeyi görecektir. Zira Kur'an'ın üslûbu ile kalp birer aynadır. Herbirinde diğeri görünür." Şunu da hatırlayalım arkadaşım: Haricisinden şiisine, mürciesinden müşebbihesine, mutezilesinden bâtınîsine, hatta FETÖ'süne kadar, İslam tarihi boyunca varolmuş ne kadar bid'a fırka varsa hepsi kendilerine Kur'an'dan dayanaklar bulmuşlardır. Ama bir dikkat isterim: "Kendilerince bulmuşlardır." Çünkü Kur'an-ı Hakîmimiz tam da böyle bir kitaptır. Yani Furkan'dır. Doğruyla yanlışı ayırıcıdır. Onun karşısında herkesin asl-ı sîreti ortaya dökülür. Foyası meydana çıkar. Kim kalbinde neyle gelmişse onda bulur.
Mustafa Öztürk de, Ebubekir Sifil Hoca'nın (Allah ondan razı olsun) bir Riyazü's-Salihîn dersinde bildirmesiyle vakıf olduğumuz, şunları buluyor: "İnsan, takat sınırları son derece kısıtlı olmasına rağmen, 'Deme şu lafı!' derler. Tanrı, merhametin katsayısı belli değil, engin merhamet ve şefkat sahibi, dilinden lanet eksik olmuyor. Şimdi üstadım ben bunu tanrıya nasıl yakıştırayım? Tanrı niçin bu kadar hiddetli? Gazabı olsun. Kendisini övmesi/övünmesi olsun. Laneti olsun. Ve sairesi olsun. Acaba Resulullah bir tür Hermes gibi, hani Hermes'i biliyorsunuz, mitolojide tanrının mesajının insanın idraki tarafından kuşatılamayacağı için, o mesajın insan diline çevirisini/aktarımını Hermes üstlenir. Bir tür elçilik yapar. Peygamber de Allah'ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi? Tanrıyla ontolojik bir yakınlığı olmadığı için, tanrı gibi düşünemeyeceği-davranamayacağı için, insanca davranacaktır ve ister istemez hem dilinin kısıtlılıkları hem de insan olma özellikleri itibariyle tanrıyı da kendi idrak sınırları içinde tanımlayacaktır."
Devamını merak edenleri linkine havale (https://youtu.be/qTZ7JzvH51U) edeceğim bu derste Ebubekir Sifil Hoca durumun tesbitini şöyle yapıyor: "Mesele, dedim ya az önce, idrak. 'Zira bu terazi bu sikleti çekmez!' diyor ya. İdrakine sığdıramayınca kendi seviyesine düşürmeye başlıyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz Cenab-ı Hakkı bize anlatacak ama, işte, çok da bizi tatmin edecek bir şekilde anlatmayı da becerememiş sanki. Böyle bir tuhaf birşey. Bir müslümanın dilinden böyle birşey nasıl sâdır olur?" Aslında bu mevzuya şahit olunca insanın aklına Bediüzzaman'ın İblis'le yaptığı münazara geliyor. Hani orada geçiyor: "Şeytan yine döndü. Dedi ki: Kur'ân'ın mesâili gibi çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?"
Bakınız, hayret edersiniz, Mustafa Öztürk'ün 'taraf tutarak' dillendirdiği iddianın aynısıdır Bediüzzaman'ın naklettiği. O vakit cevabından bir parçayı da buraya koyalım ki tam olsun: "Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir!' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz." Öyle ya, eğer bu mübarek Kur'an'ımız, Mustafa Öztürk'ün savunduğu gibi, 'zihin süzgecinden geçirilerek' aktarılıyorsa, kelam illa ki beşerîleşiyor demektir. Yani kendisinin vahiy olduğunu dilegetiren bu muazzez Kitap, aslında vahiy değil de, insan sözü demektir. O zaman Öztürk'ün kafasındaki peygamber de, büyük bir yalancı, yani kendi düşünüşlerini "Bunlar birebir Allah'tan geliyor!" diye aktarabilen birisidir. Hâşâ! Yüzbin kere hâşâ! O temiz eteğe bu çamuru değdirene yüzbin lanet olsun!
"Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin mahiyeti—hâşâ sümme hâşâ—bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun."
Yine 'uzaktan baktırma' meselesine geri döndük. Yani dürbünün tersini elimize aldık. Tam da bu eşikte Bediüzzaman'ın 'Mustafa Öztürkgiller'den bahsettiği bir metne daha uzanmak kaçınılmaz oldu. Son cümlesinde 'mirsad' yani 'dürbün' kelimesinin de geçtiği bu metin bence birebir 'tersten tutulanın ne olduğunu' göstermektedir. Alıntılayalım:
"Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur'ân'ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs'atle beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur'ân'ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir burhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur'ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur'ân'ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur'ân'ın herbir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer."
İşte Öztürkgillerin tersten tuttuğu dürbün budur. Onlar 'tenezzülat-ı ilahîye' olarak tarif ettiğimiz, yani 'Cenab-ı Hakkın kullarının fehmine göre konuşması' hakikatini, kullara bakmak için değil, Allah'ı (hâşâ) tartmak için kullanmaktadırlar. Nasıl? Misal? Misalini de İşaratü'l-İ'caz'da buluyoruz. (Burada enteresan olan bir nokta da, Bediüzzaman'ın misalde kullandığı ayetin, Öztürk'ün mezkûr videoda itirazına masadak kıldığıyla aynı olmasıdır. Videonun tamamını izleyenler bu tevafuka da şaşıracaklardır.) Devam edelim:
"Meselâ, Cenâb-ı Hakkın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki 'er-Rahmanu âla'l-ârşi's-teva!' (Kısa bir meali: Rahman arşı istiva etti) âyetinde kinaye tarîki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avâmın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'ân-ı Kerim'in ince hakikatleri 'et-Tenezzülatü'l-ilahiyyetü îla ukûli'l-beşer!' ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar."
Bakınız, bu metinde de döndük dolaştık, 'dürbün' kelimesine geldik. Evet, öyledir, ben henüz altı aylık olan yeğenimle türlü sesler çıkararak konuşurum, ki onunla anlaşabileyim. Anlaşırım da. Ancak o seslerle yalnız bana bakarak tartarsanız 'zihinsel özürlü' olduğuma dahi hükmedebilirsiniz. Fakat o sözleri, sırf bana değil, muhatabıma da bakmak için kullanırsanız bu defa bir amca olarak 'şefkatime' veya 'empatime' veya 'iletişim yeteneğime' ulaşırsınız. Kelimeler aynı kelimelerdir. İfadeler aynı ifadelerdir. Ancak dürbünün duruşu farklıdır. Aslımı görme niyetiyle gelen onlarda neler görür de körleşme niyetiyle gelen aksine perdelenir.
İşte aynen bunun gibi de, Kur'an-ı Hakîm'deki bu tarz ifadeleri, Âlemler Rabbinin kullarına 'anlayacakları bir dille hitabı' diye okumazsanız, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, bu defa Cenab-ı Hakkı o ifadelerle tartmaya başlarsınız. Tıpkı Öztürk örneğinde olduğu gibi "Bu nasıl Allah ki canım öyle?" diye itiraza cür'et edersiniz. Kendi kasır fehminizce yakıştıramadığınızdan bu defa Allah'ın kelamını beşerîleştirmeyi seçersiniz. Kaçarsınız. Uzaklaşırsınız. Ya Hermes'e satarsınız yahut da kermese. Çünkü dürbün ters dönmüştür bir kere. Allah'ı anlamak için bir mirsad-ı tefekkür, bir minik pencere, bir azıcık ölçücük, bir küçük başlangıç, bir şefkatli kolaylık olması gereken şey, temsil, ifade; artık (hâşâ) Kadîr-i Külli Şey'in çerçevesi olarak sanrılanmıştır. Muhatap unutulmuş yalnız hatip nazara alınmıştır. Bu yanlış kalıba doğru sığmayınca da gözden düşmeye başlamıştır.
Halbuki azıcık feraseti olan bilir: Belagat 'mukteza-i hale' ve 'muhataba' uygun söz söylemektir. Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş ve ne söylemiş ile kelamın kıymeti belirlenir. İlkokulda yüksek fizik anlatan öğretmenin kemaline hükmedilmez. "Ne süper âlim!" denilmez. Hem aynı okulda yerçekimi kanununu Newton'un başına düşen elmayla anlatan muallimin fehmi de manavlığa indirgenmez. Akıl akıl ise bu iş böyle olmaz. Olmazsa olur. Vesselam. Cenab-ı Hak cümlemizin aklını sevdiği akıllardan eylesin. İrşadına çıkmaya basamak kılsın. Yolu menzilin yerine geçirtmesin. Âmin. Âmin. Âmin. Vesselam.
İmtihanın sırrı budur. Varlık nefsü'l-emirde göreceli olmamakla birlikte insanda yansırken göreceli bir hal alabilir. Çünkü insandaki yansımasının teşekkülünde beşerî beklentilerin de payı vardır. Bir âşığın gözünde sevgilisinin her tavrı kendisine işarettir. Fakat başkasını sevdiğini öğrendiğinde okumalarının şekli değişir. Renkler solar. Belki zıttına inkılap eder. "Kedi uzanamadığı ciğere murdar der!" kabilinden muhabbet sebepleri husumet nedenlerine dönüşür. Birazda bu hikmetle mürşidim Mesnevî-i Nuriye'sinde der ki: "Kur'an'ın cemalini müşahede etmek kalbin sıhhat ve selametine tâbidir. Kalbi hasta olan kimse ise ancak hastalığının karıştırdığı şeyi görecektir. Zira Kur'an'ın üslûbu ile kalp birer aynadır. Herbirinde diğeri görünür." Şunu da hatırlayalım arkadaşım: Haricisinden şiisine, mürciesinden müşebbihesine, mutezilesinden bâtınîsine, hatta FETÖ'süne kadar, İslam tarihi boyunca varolmuş ne kadar bid'a fırka varsa hepsi kendilerine Kur'an'dan dayanaklar bulmuşlardır. Ama bir dikkat isterim: "Kendilerince bulmuşlardır." Çünkü Kur'an-ı Hakîmimiz tam da böyle bir kitaptır. Yani Furkan'dır. Doğruyla yanlışı ayırıcıdır. Onun karşısında herkesin asl-ı sîreti ortaya dökülür. Foyası meydana çıkar. Kim kalbinde neyle gelmişse onda bulur.
Mustafa Öztürk de, Ebubekir Sifil Hoca'nın (Allah ondan razı olsun) bir Riyazü's-Salihîn dersinde bildirmesiyle vakıf olduğumuz, şunları buluyor: "İnsan, takat sınırları son derece kısıtlı olmasına rağmen, 'Deme şu lafı!' derler. Tanrı, merhametin katsayısı belli değil, engin merhamet ve şefkat sahibi, dilinden lanet eksik olmuyor. Şimdi üstadım ben bunu tanrıya nasıl yakıştırayım? Tanrı niçin bu kadar hiddetli? Gazabı olsun. Kendisini övmesi/övünmesi olsun. Laneti olsun. Ve sairesi olsun. Acaba Resulullah bir tür Hermes gibi, hani Hermes'i biliyorsunuz, mitolojide tanrının mesajının insanın idraki tarafından kuşatılamayacağı için, o mesajın insan diline çevirisini/aktarımını Hermes üstlenir. Bir tür elçilik yapar. Peygamber de Allah'ın soyut mesajlarını muhatap olduğu insan kitlesine kendi zihin süzgecinden geçirerek aktarıyor olabilir mi? Tanrıyla ontolojik bir yakınlığı olmadığı için, tanrı gibi düşünemeyeceği-davranamayacağı için, insanca davranacaktır ve ister istemez hem dilinin kısıtlılıkları hem de insan olma özellikleri itibariyle tanrıyı da kendi idrak sınırları içinde tanımlayacaktır."
Devamını merak edenleri linkine havale (https://youtu.be/qTZ7JzvH51U) edeceğim bu derste Ebubekir Sifil Hoca durumun tesbitini şöyle yapıyor: "Mesele, dedim ya az önce, idrak. 'Zira bu terazi bu sikleti çekmez!' diyor ya. İdrakine sığdıramayınca kendi seviyesine düşürmeye başlıyor. Aleyhissalatuvesselam Efendimiz Cenab-ı Hakkı bize anlatacak ama, işte, çok da bizi tatmin edecek bir şekilde anlatmayı da becerememiş sanki. Böyle bir tuhaf birşey. Bir müslümanın dilinden böyle birşey nasıl sâdır olur?" Aslında bu mevzuya şahit olunca insanın aklına Bediüzzaman'ın İblis'le yaptığı münazara geliyor. Hani orada geçiyor: "Şeytan yine döndü. Dedi ki: Kur'ân'ın mesâili gibi çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için bir beşer din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?"
Bakınız, hayret edersiniz, Mustafa Öztürk'ün 'taraf tutarak' dillendirdiği iddianın aynısıdır Bediüzzaman'ın naklettiği. O vakit cevabından bir parçayı da buraya koyalım ki tam olsun: "Dindar bir adam, din muhabbeti için, 'Hak böyledir, hakikat budur, Allah'ın emri böyledir!' der. Yoksa Allah'ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah'ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz." Öyle ya, eğer bu mübarek Kur'an'ımız, Mustafa Öztürk'ün savunduğu gibi, 'zihin süzgecinden geçirilerek' aktarılıyorsa, kelam illa ki beşerîleşiyor demektir. Yani kendisinin vahiy olduğunu dilegetiren bu muazzez Kitap, aslında vahiy değil de, insan sözü demektir. O zaman Öztürk'ün kafasındaki peygamber de, büyük bir yalancı, yani kendi düşünüşlerini "Bunlar birebir Allah'tan geliyor!" diye aktarabilen birisidir. Hâşâ! Yüzbin kere hâşâ! O temiz eteğe bu çamuru değdirene yüzbin lanet olsun!
"Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât telâkki edilen Kitab-ı Mübînin mahiyeti—hâşâ sümme hâşâ—bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, mânen pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun."
Yine 'uzaktan baktırma' meselesine geri döndük. Yani dürbünün tersini elimize aldık. Tam da bu eşikte Bediüzzaman'ın 'Mustafa Öztürkgiller'den bahsettiği bir metne daha uzanmak kaçınılmaz oldu. Son cümlesinde 'mirsad' yani 'dürbün' kelimesinin de geçtiği bu metin bence birebir 'tersten tutulanın ne olduğunu' göstermektedir. Alıntılayalım:
"Arkadaş! Bütün zamanlarda, bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur'ân'ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs'atle beraber, tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar, bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak, tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât, Kur'ân'ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir burhan olduğu halde, hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce, hisçe, zekâca, gabâvetçe bir değildir. Kur'ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için, Kur'ân'ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına, makamların iktizasına, muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. Hakikat-i hal bu merkezde iken, en yüksek, en güzel ifade çeşitlerini Kur'ân'ın herbir ifâdesinde aramak hatâ olduğu gibi, muhatabın hissine, fehmine uygun olan bir üslûbun mizan ve mirsadıyla mütekellime bakan, elbette dalâlete düşer."
İşte Öztürkgillerin tersten tuttuğu dürbün budur. Onlar 'tenezzülat-ı ilahîye' olarak tarif ettiğimiz, yani 'Cenab-ı Hakkın kullarının fehmine göre konuşması' hakikatini, kullara bakmak için değil, Allah'ı (hâşâ) tartmak için kullanmaktadırlar. Nasıl? Misal? Misalini de İşaratü'l-İ'caz'da buluyoruz. (Burada enteresan olan bir nokta da, Bediüzzaman'ın misalde kullandığı ayetin, Öztürk'ün mezkûr videoda itirazına masadak kıldığıyla aynı olmasıdır. Videonun tamamını izleyenler bu tevafuka da şaşıracaklardır.) Devam edelim:
"Meselâ, Cenâb-ı Hakkın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki 'er-Rahmanu âla'l-ârşi's-teva!' (Kısa bir meali: Rahman arşı istiva etti) âyetinde kinaye tarîki ihtiyar edilmiştir. Hissiyatı bu merkezde olan avâm-ı nâsa yapılan irşadlarda, belâgat ve irşadın iktizasınca, avâmın fehimlerine müraat, hissiyatına ihtiram, fikirlerine ve akıllarına göre yürümek lâzımdır. Nasıl ki bir çocukla konuşan, kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki, çocuk anlayabilsin. Avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur'ân-ı Kerim'in ince hakikatleri 'et-Tenezzülatü'l-ilahiyyetü îla ukûli'l-beşer!' ile anılmaktadır. Yani, insanların fehimlerine göre Cenâb-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur'ân-ı Kerimin üslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki, büleğa, büyük bir ölçüde ince hakikatleri tasavvur ve dağınık mânâları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar."
Bakınız, bu metinde de döndük dolaştık, 'dürbün' kelimesine geldik. Evet, öyledir, ben henüz altı aylık olan yeğenimle türlü sesler çıkararak konuşurum, ki onunla anlaşabileyim. Anlaşırım da. Ancak o seslerle yalnız bana bakarak tartarsanız 'zihinsel özürlü' olduğuma dahi hükmedebilirsiniz. Fakat o sözleri, sırf bana değil, muhatabıma da bakmak için kullanırsanız bu defa bir amca olarak 'şefkatime' veya 'empatime' veya 'iletişim yeteneğime' ulaşırsınız. Kelimeler aynı kelimelerdir. İfadeler aynı ifadelerdir. Ancak dürbünün duruşu farklıdır. Aslımı görme niyetiyle gelen onlarda neler görür de körleşme niyetiyle gelen aksine perdelenir.
İşte aynen bunun gibi de, Kur'an-ı Hakîm'deki bu tarz ifadeleri, Âlemler Rabbinin kullarına 'anlayacakları bir dille hitabı' diye okumazsanız, yani ki dürbünü ters çevirirseniz, bu defa Cenab-ı Hakkı o ifadelerle tartmaya başlarsınız. Tıpkı Öztürk örneğinde olduğu gibi "Bu nasıl Allah ki canım öyle?" diye itiraza cür'et edersiniz. Kendi kasır fehminizce yakıştıramadığınızdan bu defa Allah'ın kelamını beşerîleştirmeyi seçersiniz. Kaçarsınız. Uzaklaşırsınız. Ya Hermes'e satarsınız yahut da kermese. Çünkü dürbün ters dönmüştür bir kere. Allah'ı anlamak için bir mirsad-ı tefekkür, bir minik pencere, bir azıcık ölçücük, bir küçük başlangıç, bir şefkatli kolaylık olması gereken şey, temsil, ifade; artık (hâşâ) Kadîr-i Külli Şey'in çerçevesi olarak sanrılanmıştır. Muhatap unutulmuş yalnız hatip nazara alınmıştır. Bu yanlış kalıba doğru sığmayınca da gözden düşmeye başlamıştır.
Halbuki azıcık feraseti olan bilir: Belagat 'mukteza-i hale' ve 'muhataba' uygun söz söylemektir. Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş ve ne söylemiş ile kelamın kıymeti belirlenir. İlkokulda yüksek fizik anlatan öğretmenin kemaline hükmedilmez. "Ne süper âlim!" denilmez. Hem aynı okulda yerçekimi kanununu Newton'un başına düşen elmayla anlatan muallimin fehmi de manavlığa indirgenmez. Akıl akıl ise bu iş böyle olmaz. Olmazsa olur. Vesselam. Cenab-ı Hak cümlemizin aklını sevdiği akıllardan eylesin. İrşadına çıkmaya basamak kılsın. Yolu menzilin yerine geçirtmesin. Âmin. Âmin. Âmin. Vesselam.
9 Haziran 2020 Salı
Heykele de Fatiha okunur mu hocam?
Cengiz Aytmatov'un Gün Olur Asra Bedel'inde geçiyordu yanlış hatırlamıyorsam: Bir dostlarının cenazesi için toplanan müslüman ahali, önce içip içip sarhoş oluyor, sonra da 'nasıl yapılacağını tam hatırlayamadıkları' cenaze namazını kılıyorlardı. Sovyet devriminin Ortaasya'daki müslüman halkların imanları/amelleri üzerinde nasıl bir tahribatta bulunduğunu gösteren acıklı bir misaldi bu. Şimdi, kimi AK Partili belediyelerin 'heykel/büst yapma merakı'na dair kulağımıza çalınan şeyler olunca, misal tekrar hatırıma geldi. Öyle ya. Sovyet devrimi başarılı oldu da Kemalist devrim başarısızlıkla mı sonuçlandı? Asla. Onun da unutturmayı başardığı birçok kimlik öğemiz var. İşte bunlardan birisinin izleri de bu tezahür üzerinden anlaşılıyor. Artık dindar hükümetlerin belediyeleri dahi büyüklerini büstlerini dikerek anıyorlar.
Eh, herkesin sarhoşken durduğu bir namazı var, onlarınki öyle, bizimki böyle. Halbuki ondört yüzyılı aşan İslam tarihine baktığımızda, şu son talihsiz yüzyıla kadar, müslümanların atalarını bu şekilde anmadıklarını görürsünüz. Hatta bu yola tevessülü bir çeşit 'cahiliyeye dönme' gibi algılarlar. Kınarlar. Ya nasıl anarlar peki? Hayratla. Anlamla. Hasenat doğuracak eserlerle. En kolayı mesela çeşme yaptırmaktır. En büyüğü arz yüzüne cami-medrese-şifahane kondurmaktır. Küçüklüğümde, ihtiyarlık çağına ermiş büyüklerimizin, tıpkı kefen parası saklar gibi, bu tarz bir hayra sarfedilecek paraları biriktirdiklerini hatırlarım. Amaç? Amaç ölümle dahi durmamak. Hasenat defterlerini zayıflatmamak. Kullar arasında övgüyle yâdedilmek değil, yanlış anlaşılmasın, Allah'ın katında hayırla anılmak. Arkasından dua yollanmak. İnsanlara ölümden sonra bile faydalı olabilmek. Onların amacı o. Ufku o. Derinliği o.
Bizim de çapımız bu. Dikiyoruz taşı. Döküyoruz betonu. Kaplıyoruz kalayı. Oh. En üretimsiz üretim. Hiçbirşey yapmadan birşey yaptığını sanma. Sûreten vücudî görünen ademîlikler! Sözgelimi: O heykellerin yerinde bir ağacınız olsa, maşaallah, gölgesinde dinlenen olur. Yemişinden yiyen olur. Manzarasından şenlenen olur. Ne bileyim, bir kuş sığınır da yuva yapar belki, yavrularının sesinden kabrinize eğlencelik olur. Bu taştan adamların gölgesine sığınmak da mümkün olmuyor. Tek hünerleri hünersizlik. Öyle size bakıyorlar. Siz de onlara bakıyorsunuz. İçinizden bir Fatiha okumak bile geçmiyor. Heykelin önünde Fatiha okunmaz ki. Lakin Ertuğrul Gazi büstü yerine çeşmesini görseydiniz, bir tas içseydiniz, hediyesini gönderecektiniz. Hem zaten o güzel eserlere hep böyle yazarlar: "(...) hayratıdır. Ruhuna el-Fatiha."
Bu faydasız taşların karşısında ruhuna Fatiha okunansa biziz. Bizim İslamlığımız. Kimliğimiz. Geleneğimiz. Ki, Avukat Hulusi Bitlisî Aktürk'ün aktardığına göre, Mustafa Kemal'le arasında geçen bir diyalogda, Bediüzzaman da heykeller hakkındaki fikrini kendisine şöyle beyan etmiştir: “Büyük Kur’ân’ımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanların heykelleri ise hastahaneler, mektepler, mabetler, yollar gibi abideler olmalıdır.” Daha sonraki dönemde telif ettiği bir eserinde de şunları söyler: "Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise suretleri kendi mehâsininden sayıp Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli-gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder."
"Bu zamanda da heykele düşman olunur mu canım?" deyu hoplamayın lütfen. Mürşidim çok derin birşey söylüyor. Bakınız, düşman işgalinden veya zalimlerin zulmünden kurtulan her halk, önce gidip heykellerine saldırıyor. Hatta büyük bir değişim geçirmiş toplumlar dahi evvela önceki dönemden kalan böyle birikintilerin canına kastediyorlar. Hikmetsiz değil. Onlar bu taşlaşmış sûretlerin birşeylerin 'hatırlatıcısı' olduğunu biliyorlar. Sen Kırım Türklerinin gözünde Stalin heykeli ne anlatır anlamıyorsun. Halepçe katliamını görmüş bir Kürde Saddam Heykeli ne söyler bilmiyorsun. Sürgüne düşmüş bir Halepliye Esed heykelinin önünden geçmek nasıl koyuyor görmüyorsun. Ama yaşayanlar gayet iyi biliyorlar. Hatta ırkçılık karşıtı gösteriler de dahi ilk önce heykellere saldırıyorlar. İngiltere'de yaşandı nitekim. Yani, âdeta, hayırla yaşamak isteyenler heykellerden kaçıyorlar, zulmünü yaşatmak isteyenler heykele koşuyorlar.
Arkadaşım, bu heykellerin tamamı 'dünyevî anlamların dondurucusu'dur. Bizse dünyevî olana kanmamak üzerine imanlıyız. İmanımız gereğince gözümüzü 'mana-i ismî'den çekip 'mana-i harfî'ye vermişiz. Şeyleri, bizzat kendileri için değil, götürdükleri hayır için sevmişiz. Hem büyüklerimiz de asla kendilerini bize 'asıl' olarak öğretmemişler. Evet. Sen 'Levlake levlak' sırrının sahibi Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın heykelini yaptırdığını gördün mü? Aksine, emr-i nebevîsi, böyle teşebbüslerin şiddetle boşa çıkarılması yönündedir. Çünkü bu dünyayı asletmemenin bir bedeli vardır. Eserlerimiz üzerinden de bir okunurluğu vardır. Sanatın da bir takvası vardır. Biz de bu bedeli onu 'faydalı soyut' tutarak öderiz. Hatta bazı sanat ehli derler ki: "Müslümanların sûrete küskünlüğü onlarda soyut sanatların Batı'dan çok daha önce doğmasını sağlamıştır." Ben bundan ilerisini söyleyeyim: Bugün İslam toprağı dediğimiz her yere çil çil serpilmiş hayratın en büyük membaı işte bu esastır. Çin'den tutun ta Afrika'nın ücra köşelerine kadar, faydalı şeylerle sergengeçtiler gibi koşturan bu mübarek hayır ordusu, 'sûretlere tapmayanların' ve 'sûretleriyle kalmayanların' ordusudur. Yoksa şimdi su içtiğin her mübarek çeşmenin yerinde bir Yezit'in heykelini görecektin. O zaman bakalım kimden su isteyecektin?
Eh, herkesin sarhoşken durduğu bir namazı var, onlarınki öyle, bizimki böyle. Halbuki ondört yüzyılı aşan İslam tarihine baktığımızda, şu son talihsiz yüzyıla kadar, müslümanların atalarını bu şekilde anmadıklarını görürsünüz. Hatta bu yola tevessülü bir çeşit 'cahiliyeye dönme' gibi algılarlar. Kınarlar. Ya nasıl anarlar peki? Hayratla. Anlamla. Hasenat doğuracak eserlerle. En kolayı mesela çeşme yaptırmaktır. En büyüğü arz yüzüne cami-medrese-şifahane kondurmaktır. Küçüklüğümde, ihtiyarlık çağına ermiş büyüklerimizin, tıpkı kefen parası saklar gibi, bu tarz bir hayra sarfedilecek paraları biriktirdiklerini hatırlarım. Amaç? Amaç ölümle dahi durmamak. Hasenat defterlerini zayıflatmamak. Kullar arasında övgüyle yâdedilmek değil, yanlış anlaşılmasın, Allah'ın katında hayırla anılmak. Arkasından dua yollanmak. İnsanlara ölümden sonra bile faydalı olabilmek. Onların amacı o. Ufku o. Derinliği o.
Bizim de çapımız bu. Dikiyoruz taşı. Döküyoruz betonu. Kaplıyoruz kalayı. Oh. En üretimsiz üretim. Hiçbirşey yapmadan birşey yaptığını sanma. Sûreten vücudî görünen ademîlikler! Sözgelimi: O heykellerin yerinde bir ağacınız olsa, maşaallah, gölgesinde dinlenen olur. Yemişinden yiyen olur. Manzarasından şenlenen olur. Ne bileyim, bir kuş sığınır da yuva yapar belki, yavrularının sesinden kabrinize eğlencelik olur. Bu taştan adamların gölgesine sığınmak da mümkün olmuyor. Tek hünerleri hünersizlik. Öyle size bakıyorlar. Siz de onlara bakıyorsunuz. İçinizden bir Fatiha okumak bile geçmiyor. Heykelin önünde Fatiha okunmaz ki. Lakin Ertuğrul Gazi büstü yerine çeşmesini görseydiniz, bir tas içseydiniz, hediyesini gönderecektiniz. Hem zaten o güzel eserlere hep böyle yazarlar: "(...) hayratıdır. Ruhuna el-Fatiha."
Bu faydasız taşların karşısında ruhuna Fatiha okunansa biziz. Bizim İslamlığımız. Kimliğimiz. Geleneğimiz. Ki, Avukat Hulusi Bitlisî Aktürk'ün aktardığına göre, Mustafa Kemal'le arasında geçen bir diyalogda, Bediüzzaman da heykeller hakkındaki fikrini kendisine şöyle beyan etmiştir: “Büyük Kur’ân’ımızın bütün hücumu heykelleredir. Müslümanların heykelleri ise hastahaneler, mektepler, mabetler, yollar gibi abideler olmalıdır.” Daha sonraki dönemde telif ettiği bir eserinde de şunları söyler: "Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise suretleri kendi mehâsininden sayıp Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli-gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder."
"Bu zamanda da heykele düşman olunur mu canım?" deyu hoplamayın lütfen. Mürşidim çok derin birşey söylüyor. Bakınız, düşman işgalinden veya zalimlerin zulmünden kurtulan her halk, önce gidip heykellerine saldırıyor. Hatta büyük bir değişim geçirmiş toplumlar dahi evvela önceki dönemden kalan böyle birikintilerin canına kastediyorlar. Hikmetsiz değil. Onlar bu taşlaşmış sûretlerin birşeylerin 'hatırlatıcısı' olduğunu biliyorlar. Sen Kırım Türklerinin gözünde Stalin heykeli ne anlatır anlamıyorsun. Halepçe katliamını görmüş bir Kürde Saddam Heykeli ne söyler bilmiyorsun. Sürgüne düşmüş bir Halepliye Esed heykelinin önünden geçmek nasıl koyuyor görmüyorsun. Ama yaşayanlar gayet iyi biliyorlar. Hatta ırkçılık karşıtı gösteriler de dahi ilk önce heykellere saldırıyorlar. İngiltere'de yaşandı nitekim. Yani, âdeta, hayırla yaşamak isteyenler heykellerden kaçıyorlar, zulmünü yaşatmak isteyenler heykele koşuyorlar.
Arkadaşım, bu heykellerin tamamı 'dünyevî anlamların dondurucusu'dur. Bizse dünyevî olana kanmamak üzerine imanlıyız. İmanımız gereğince gözümüzü 'mana-i ismî'den çekip 'mana-i harfî'ye vermişiz. Şeyleri, bizzat kendileri için değil, götürdükleri hayır için sevmişiz. Hem büyüklerimiz de asla kendilerini bize 'asıl' olarak öğretmemişler. Evet. Sen 'Levlake levlak' sırrının sahibi Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın heykelini yaptırdığını gördün mü? Aksine, emr-i nebevîsi, böyle teşebbüslerin şiddetle boşa çıkarılması yönündedir. Çünkü bu dünyayı asletmemenin bir bedeli vardır. Eserlerimiz üzerinden de bir okunurluğu vardır. Sanatın da bir takvası vardır. Biz de bu bedeli onu 'faydalı soyut' tutarak öderiz. Hatta bazı sanat ehli derler ki: "Müslümanların sûrete küskünlüğü onlarda soyut sanatların Batı'dan çok daha önce doğmasını sağlamıştır." Ben bundan ilerisini söyleyeyim: Bugün İslam toprağı dediğimiz her yere çil çil serpilmiş hayratın en büyük membaı işte bu esastır. Çin'den tutun ta Afrika'nın ücra köşelerine kadar, faydalı şeylerle sergengeçtiler gibi koşturan bu mübarek hayır ordusu, 'sûretlere tapmayanların' ve 'sûretleriyle kalmayanların' ordusudur. Yoksa şimdi su içtiğin her mübarek çeşmenin yerinde bir Yezit'in heykelini görecektin. O zaman bakalım kimden su isteyecektin?
31 Mayıs 2020 Pazar
Bilimadamları neden müslüman olmuyor?
"Sen âyineye baksan, eğer âyineyi şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet'e tebeî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re'fet'i kasten görürsün." Barla Lahikası'ndan.
Simon Garfield Türkçeye 'Tam Benim Tipim' başlığıyla çevrilen eserinin bir yerinde diyor ki: "En iyi font okunurken farkedilmeyen fonttur." Bununla kastettiği aslında şu: İyi bir yazı karakteri okuyucusunu kendisiyle meşgul etmez. Şeffaf bir nesne gibi ardındaki manaya yönlendirir. Eğer, bir metni okurken fontunun da detaylarını farkediyorsanız, 'manaya perde olmaya başlamış' demektir. 'Dikkat dağıtıyor' demektir. 'Araçken aslın yerine oynuyor' demektir. Benzer birşeyi teknoloji tasarımcıları da söylerler. Onlara göre de en iyi tasarım 'kullanıcıların acabalarını en aza indiren tasarım'dır. Yani, yeni bir tüketici, aldığı ürün hakkında ne sıklıkta 'ne/nasıl oluyor?' sorunları yaşıyorsa-soruyorsa, tasarımın başarısı o ölçüde azalır.
Oyunlarsa böyle değildir. Gölge oyunlarını düşünelim mesela. Oynatıcı kendisini unutturduğu ölçüde başarılı olur onlarda. Bu nedenle asla perdesiz oynamaz. Kendisini göze vermez. Işık yalnız Karagöz ile Hacivat'ın görülmesini sağlayacak, ama elinden geldiğince oynatıcıyı göstermeyecek, şekilde ayarlanmıştır. Kuklacılık da böyledir. Hatta tiyatral bütün faaliyetler bir ölçüde 'perde arkasına körelme çabaları'dır. Bile-isteye aldanmalardır.
Eğer bir seyirciyseniz, dekor değişimi zamanı geldiğinde sahne ışıklarının sönmesine, perdelerin kapanmasına sevinirsiniz. Çünkü yaşanılanın kurgu olduğunu unutturur bu size. Aldanmak isteyen yanlarınızı aldatır. Evet. Sahi. İnsanın aldanmak isteyen yanları da vardır. Herşeyin bir oyun olduğunu bildiği halde, üstünün örtülmesini, elden geldiğince 'mış gibi' yapılmasını arzular. Yapıldığı ölçüde takdir eder. Yapılamadığı ölçüde aldatılamayışına kızar. Tuhaftır: İnsan, isteksizken aldatıldığına kızdığı gibi, istediği kadar/zaman aldanamayışına da kızar. Yüzünde beş kat boyayla dünya güzeli sandığını makyajsız görünce rahatsızlık hisseder.
Bunları yazarken, arkadaşım, aklımda Ankebût sûresinin bir ayeti vardı. Kısa bir meali de şöyledir: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir. Halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Sûreye de adını veren kırkbirinci ayettir bu. İtiraf edeyim: Cenab-ı Hakkın 'kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini' çok düşünmüşümdür. Peki. Tamam. Kabul ediyorum: Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de sığındıkları... Eyvallah. Amenna. Fakat hakikati yalnız bu kadarmış gibi gelmiyordu bu teşbihin bana. Fazlasını da sezdiriyordu. Düşündürüyordu.
Youtube'dan bir örümceğin ağ yapışını izledim sonraları. Hakkını verdim: Örümcek gerçekten büyük emek harcıyor. Saatler sürüyor belki de dantelini örmesi. Maşaallah. Gayet albenili de birşey oluyor eseri. Ancak, tıpkı demagojiler gibi, altı boş kalan bir emek bu. Temelsiz. Sütunsuz. Sistemindeki zayıflık nedeniyle güçlü değil. Öyle ya. Örümcekler birşeylerin arasını/boşluklarını mümkün mertebe şeffaf bir örtüyle kapatarak evleniyorlar. O örtüyü 'göremeyecek kadar zayıf dikkatleri' ve 'kaçamayacak kadar zayıf nefisleri' avlayabiliyorlar.
Küfrün demagojisi bundan farklı mı? O da ancak örtüsünü aşamayanları avlayabilecek bir imkana sahip. Güçlüleri tutamıyor. İbrahim aleyhisselamın Nemrut'u, Musa aleyhisselamın Firavun'u ve Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, tevhid hakikatinin izahları en sarsılmaz sanılan tahtları/bahtları dahi yerinden edebiliyor.
Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kıvamında bir müdahaleyle dağılmaya muntazırdır. Örümcek, ne kadar çabalarsa çabalasın, yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. "Bir dane-i sıdk bir harman yalanı yakar." Fakat belki, tıpkı o mübarek hicrette yaşandığı gibi, fehmi gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde olabilir. Aleyhissalatuvesselamın ay parçası yüzüne tül olup şeytan gözlülere göstermeyebilir. Hem, bir düşünsene arkadaşım, belki şeytan da bu yüzden vardır: Örtü/oyun âşıkları cennete giremesin diye. Nihayetinde dünya hayatı, aldanmak isteyenleri oyun-oyalanma olup aldatır, aldanmak istemeyenleri ayet olup uyandırır.
Bediüzzaman'ın sebeplerin yaratılış hikmetlerinden birisi de 'perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında' diyerek tarif ediyor. Ancak hemen arkasını şöyle tamamlıyor: 'ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...' Neden yarım bırakıyoruz? İfadeleri tam alıntılayalım: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden." Yani şu âlemin tasarımının iki vechi de var: 1) Arkasına bakmak isteyenler için kendisini unutturacak kadar bir göstericilik içeriyor. 2) Önüne konsantre olanlar için arkasını unutturacak kadar perde bulunduruyor. Dünya hayatı bu şekilde 'imtihan' oluyor.
Derinlik isteyene dalabileceğince derinlik, yüzey isteyene kanabileceğince yüzey, okyanusun yapısı böyle. Sen de bunu bilmez gibi bazen bana soruyorsun: "Bilimadamları bu kadar zeki oldukları halde neden ateist oluyorlar?" Halbuki yüzeyin zekası derinliğin irfanı türünden değildir ki. Sana Tom ve Jerry'nin yaptıklarını saatlerce anlatabilecek olan çocuğun/yeğenin o çizgifilmin perde arkasına dair ne tür bir bilgiye sahiptir? Evet. Oyunu isteyen oyunun bilgisine erer arkadaşım. Manayı isteyense tasarımı araçsallaştırır. Talibi istediğini alır.
Simon Garfield Türkçeye 'Tam Benim Tipim' başlığıyla çevrilen eserinin bir yerinde diyor ki: "En iyi font okunurken farkedilmeyen fonttur." Bununla kastettiği aslında şu: İyi bir yazı karakteri okuyucusunu kendisiyle meşgul etmez. Şeffaf bir nesne gibi ardındaki manaya yönlendirir. Eğer, bir metni okurken fontunun da detaylarını farkediyorsanız, 'manaya perde olmaya başlamış' demektir. 'Dikkat dağıtıyor' demektir. 'Araçken aslın yerine oynuyor' demektir. Benzer birşeyi teknoloji tasarımcıları da söylerler. Onlara göre de en iyi tasarım 'kullanıcıların acabalarını en aza indiren tasarım'dır. Yani, yeni bir tüketici, aldığı ürün hakkında ne sıklıkta 'ne/nasıl oluyor?' sorunları yaşıyorsa-soruyorsa, tasarımın başarısı o ölçüde azalır.
Oyunlarsa böyle değildir. Gölge oyunlarını düşünelim mesela. Oynatıcı kendisini unutturduğu ölçüde başarılı olur onlarda. Bu nedenle asla perdesiz oynamaz. Kendisini göze vermez. Işık yalnız Karagöz ile Hacivat'ın görülmesini sağlayacak, ama elinden geldiğince oynatıcıyı göstermeyecek, şekilde ayarlanmıştır. Kuklacılık da böyledir. Hatta tiyatral bütün faaliyetler bir ölçüde 'perde arkasına körelme çabaları'dır. Bile-isteye aldanmalardır.
Eğer bir seyirciyseniz, dekor değişimi zamanı geldiğinde sahne ışıklarının sönmesine, perdelerin kapanmasına sevinirsiniz. Çünkü yaşanılanın kurgu olduğunu unutturur bu size. Aldanmak isteyen yanlarınızı aldatır. Evet. Sahi. İnsanın aldanmak isteyen yanları da vardır. Herşeyin bir oyun olduğunu bildiği halde, üstünün örtülmesini, elden geldiğince 'mış gibi' yapılmasını arzular. Yapıldığı ölçüde takdir eder. Yapılamadığı ölçüde aldatılamayışına kızar. Tuhaftır: İnsan, isteksizken aldatıldığına kızdığı gibi, istediği kadar/zaman aldanamayışına da kızar. Yüzünde beş kat boyayla dünya güzeli sandığını makyajsız görünce rahatsızlık hisseder.
Bunları yazarken, arkadaşım, aklımda Ankebût sûresinin bir ayeti vardı. Kısa bir meali de şöyledir: "Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu örümceğin durumu gibidir. Örümcek bir yuva edinir. Halbuki yuvaların en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi!" Sûreye de adını veren kırkbirinci ayettir bu. İtiraf edeyim: Cenab-ı Hakkın 'kafirlerin durumunu neden örümceğe benzettiğini' çok düşünmüşümdür. Peki. Tamam. Kabul ediyorum: Zahiren bağlantı açık. Örümceğin yuvası zayıf. Kafirin de sığındıkları... Eyvallah. Amenna. Fakat hakikati yalnız bu kadarmış gibi gelmiyordu bu teşbihin bana. Fazlasını da sezdiriyordu. Düşündürüyordu.
Youtube'dan bir örümceğin ağ yapışını izledim sonraları. Hakkını verdim: Örümcek gerçekten büyük emek harcıyor. Saatler sürüyor belki de dantelini örmesi. Maşaallah. Gayet albenili de birşey oluyor eseri. Ancak, tıpkı demagojiler gibi, altı boş kalan bir emek bu. Temelsiz. Sütunsuz. Sistemindeki zayıflık nedeniyle güçlü değil. Öyle ya. Örümcekler birşeylerin arasını/boşluklarını mümkün mertebe şeffaf bir örtüyle kapatarak evleniyorlar. O örtüyü 'göremeyecek kadar zayıf dikkatleri' ve 'kaçamayacak kadar zayıf nefisleri' avlayabiliyorlar.
Küfrün demagojisi bundan farklı mı? O da ancak örtüsünü aşamayanları avlayabilecek bir imkana sahip. Güçlüleri tutamıyor. İbrahim aleyhisselamın Nemrut'u, Musa aleyhisselamın Firavun'u ve Muhammed Mustafa aleyhissalatuvesselamın Ebu Cehil'i defaatle altettiği gibi, tevhid hakikatinin izahları en sarsılmaz sanılan tahtları/bahtları dahi yerinden edebiliyor.
Örümceğin yuvası, ne kadar şatafatlı görünürse görünsün, kıvamında bir müdahaleyle dağılmaya muntazırdır. Örümcek, ne kadar çabalarsa çabalasın, yuvasını süpürgeden daha güçlü yapamaz. "Bir dane-i sıdk bir harman yalanı yakar." Fakat belki, tıpkı o mübarek hicrette yaşandığı gibi, fehmi gözünü aşamayanların önünde alaycı bir perde olabilir. Aleyhissalatuvesselamın ay parçası yüzüne tül olup şeytan gözlülere göstermeyebilir. Hem, bir düşünsene arkadaşım, belki şeytan da bu yüzden vardır: Örtü/oyun âşıkları cennete giremesin diye. Nihayetinde dünya hayatı, aldanmak isteyenleri oyun-oyalanma olup aldatır, aldanmak istemeyenleri ayet olup uyandırır.
Bediüzzaman'ın sebeplerin yaratılış hikmetlerinden birisi de 'perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında' diyerek tarif ediyor. Ancak hemen arkasını şöyle tamamlıyor: 'ellerini çeksinler tesir-i hakikîden...' Neden yarım bırakıyoruz? İfadeleri tam alıntılayalım: "Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden." Yani şu âlemin tasarımının iki vechi de var: 1) Arkasına bakmak isteyenler için kendisini unutturacak kadar bir göstericilik içeriyor. 2) Önüne konsantre olanlar için arkasını unutturacak kadar perde bulunduruyor. Dünya hayatı bu şekilde 'imtihan' oluyor.
Derinlik isteyene dalabileceğince derinlik, yüzey isteyene kanabileceğince yüzey, okyanusun yapısı böyle. Sen de bunu bilmez gibi bazen bana soruyorsun: "Bilimadamları bu kadar zeki oldukları halde neden ateist oluyorlar?" Halbuki yüzeyin zekası derinliğin irfanı türünden değildir ki. Sana Tom ve Jerry'nin yaptıklarını saatlerce anlatabilecek olan çocuğun/yeğenin o çizgifilmin perde arkasına dair ne tür bir bilgiye sahiptir? Evet. Oyunu isteyen oyunun bilgisine erer arkadaşım. Manayı isteyense tasarımı araçsallaştırır. Talibi istediğini alır.
29 Mayıs 2020 Cuma
Burada yokolduysan orada varolursun
Abdülvehhab Şarânî Hazretlerinin Türkçeye İslam'da Kardeşlik Hukukunun Esasları ismiyle çevrilmiş bir eseri var. Orada Musa aleyhisselam ile Cenab-ı Hak arasında şöyle bir diyalog zikrediliyor: Hak Teala vahyediyor ki: "Benim için amel işledin mi?" Musa aleyhisselam cevap veriyor: "Ya Rabbi, namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim..." Hakîm-i Mutlak'ın bu cevaba karşılığı şu oluyor: "Namaz senin için burhandır, oruç cennettir, sadaka gölgedir, zikir nurdur. Benim için hangi ameli işledin?" O zaman Musa aleyhisselam bu soru-cevabın eğitimi için olduğunu anlıyor: "Senin için olacak amele beni irşad buyur ya Rabbi!" Kıssa şöyle bir cümleyle hitama eriyor: "Bu vesile ile Musa aleyhisselam amellerin en faziletlisinin Allah için sevmek/buğzetmek olduğunu anladı."
Peki Ahmed vücudda/varlıkta geri bu amellerin fazilette/ihlasta en önceye gidişini nasıl anladı? Şöyle diyeyim: Bu kıssayı okuduğum zaman hatırıma Mehmed Kırkıncı Hoca merhumun "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır!" hadis-i şerifi hakkında yaptığı bir izah geldi. Yanlış anımsamıyorsam şöyle bir manayı deruhte ediyordu o izah: Âdemoğlu bir amel işlediğinde artık onun için 'yapmış olma'nın imtihanı başlar. Sözgelimi: Yüklü bir miktarda bağışta bulundunuz diyelim. Böyle bir cömertliği eyledikten hemen sonra şeytanınız sitayişlerle ihlasınıza yüklenir: "Of, of, of. Ne adamsın be! Helal. Maşaallah. Böyle bir hayrı da ancak senin gibi bir adam yapabilirdi. Başka kim var bu zamanda böyle bir sadaka verebilecek?" Eğer bu hususta ben gibi zayıflardansanız amelin sahipliğini büsbütün üzerinize alarak onu yakmanız işten bile değil. Halbuki doğru tavır şu olmalıydı: "Hâşâ, eğer Allah beni bu hayırda muvaffak kılmasaydı, nasıl şartları yoktan yaratıp ortaya çıkarabilirdim? Ben sadece bir vesileyim. İrade eden O. Yaratan O. Hatta, aksine, belki kusurlarım karışmıştır da o hayırda eksilmeler olmuştur. Asıl sahibi olduğu şeyde nasıl Mâlik-i Hakiki'ye hava atayım?"
Ancak şeytanının yanağına şu hakikatli tokadı basmak her kişiye değil er kişiye nasip olur. O nedenle nefsini terbiye etmemişler için her amel yeni bir sınanmaya vabestedir. Ortaya çıkanın heybeti arttıkça da sınanmanın şiddeti artar. Karun gibi "Bu bana ilmimle verildi!" demeye kadar gider. Cenab-ı Hak cümlemizi böylesi imtihanlardan korusun. Amellerimiz ortaya çıktığında niyetlerimizi yerinden oynatmasın. Âmin. Hasılı: 'Niyetin amelden hayırlı oluşu' henüz somut bir varlığa sahip olmayışından dolayı 'varlık imtihanına da uğratmaması' yönüyle anlaşılır. Allahu'l-a'lem.
Burada benim aklıma ikinci bir mana olarak da şu geliyor: Amelin bir varlık olarak ortaya çıkışı şahitlerini de çoğaltıyor. Misal: Yüz fakire bayramlık hediye etmeye niyetlendiniz diyelim. Yapıncaya kadar bu niyetin sizden başka tek şahidi Allah. Birisi daha yok. Dolayısıyla gönlünü etmeye çalışıp ihlası kaçırmanız ihtimali de yok. Herşey içinizde dönüyor. İçinizi de yalnız Rabbiniz biliyor. Fakat sonra o ameli vücud sahasına çıkarıyorsunuz. İnsanlar görüyorlar. Bazıları nasipleniyorlar. Bazıları duyuyorlar. Şahitlerin beğenisi ikinci bir iltifat olup yine göğsünüzü taciz ediyor. Onları da alsanız mı? Eyvah. "Şahit olarak Allah yetmez mi?" hükm-i Kur'anîsi öylece duruyor halbuki. Normalde yetmeli. Lakin nefis de şahitleri seviyor işte. Kaç kişi olsa "Dur!" demiyor işte. Ah! Her kabulde amel bir parça daha gasbınıza geçiyor. Belki de varoluşun asıl sahibi olan Rabb-i Rahîm, yarattığını sahiplenmenizden güceniyor, gazaplanıyor, kimbilir? Nihayetinde Ona gitmesi gereken teşekkürün arasına kalın bir perde olarak giriyorsunuz. 'Yolkesenlik' ediyorsunuz.
Bediüzzaman besmelenin sırrını anlattığı Birinci Söz'de kullanır bu ifadeyi: Katıu't-tarîk. Manası: Yolkesen. Yolkesenler çoktur. Perdeler sayısıncadır. Hepsinin çaresi de besmelenin manasını kuşanmaktır. O öyle bir devadır ki aradaki tüm perdeleri tek hamlede çeker: "Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız." Lakin küçük bir cevaz kapısı da vardır: "Hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi."
Nehri şu yana çevirerek sözle bir bend yapayım: Bediüzzaman 'enenin/benliğin' yaratılış hikmetini açıkladığı 30. Söz'de fonksiyonunu da şöyle izah ediyor: "Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ; zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse o vakit bilinir." Devamında da diyor ki: "İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur!' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."
Yani insan Allah'ı anlayabilmek için bazı şeyleri kendisinde sanrılar. Sözgelimi: "Ben odamı nasıl temizliyorsam, temizlemediğimde de kirleniyorsa, bu temiz âlemi de bir temizleyen olmalı!" der. Veya "Ben kendi işlerimi/işyerimi nasıl düzenliyorsam, düzenlemediğimde de dağılıyorsa, bu düzenli âlemi de bir düzenleyen olmalı!" söyler. Farzettiği böylesi şeyler esasında Allah'ı idrak edebilmesi içindir. Hakiki değildir. Çünkü her fiilin hakiki sahibi ancak Allah'tır. Birşeyin hakiki sahibi olmak onu yoktan çıkarabilmeyi gerektirir. Gerisi emanetçiliktir. İnsan her ne kadar kendi tarlasını ektiğini düşünüyorsa da, eken Allah'ın kulu, ekilen Allah'ın toprağı, bitiren de Allah'tır. Beşerin sürece küçücük kesbiyle dahil oluşu onu bir yaratış sahibi yapmaz. Bir elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Bir evreni yaratmak içinse bir Allah.
"Bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar..." dediği mürşidimin budur. Bu durum, BMW'den yalnız bir araba satın almış kişinin "BMW'nin bütün hakları bana aittir!" demesine benzer. Hayır. Değildir. Aldığınız sadece bir arabanın emanetçiliğidir. Bozulsa yine BMW tamir eder. Yedek parçasını o üretir. Kur'an'da zikri geçen; 'göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri emanet'in bir vechi; işte bu 'ene/benlik'tir. İnsan onu yüklenmiştir. Fakat bu yükleniş, yukarıda dokunduğumuz gibi, hayırlı işlerinde bile ihlasını bir sınanmanın eşiğine getirmiştir: Allah'ın olanı sahiplenecek midir? Yoksa asıl sahibin O olduğunu kabul ederek geri çekilmeyi başaracak mıdır? İmtihan buradadır.
Kabul etmek gerekir ki biz bu imtihanı aşmakta zorlanıyoruz. Varlığımız arttıkça herşey daha da zorlaşıyor. Şahitleri çoğalttıkça sahipliği bırakmak güçleşiyor. 'Görünme çağı' da diyebileceğimiz bu devirde sosyalmedya kullanmayanımız çok az kaldı. Cami kumbarasına bir lira atarken dahi fotoğrafını çekip paylaşan ahirzaman çocuklarının "Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli!" diyen büyüklerini pek anladıkları yok. Niye böyle bir uyarı yapıldığını da anımsamıyorlar. İçlerinin yasasını çok düşünmüyorlar. Her şahitliğin/sahipliğin ayrı bir sınanma sayılacağına aldırmıyorlar. Takvayı amel-i salihin önüne geçiren sırrı sezmiyorlar. Hoş, bu lakırdıları yazıyorum da, ben pek mi hakikatindeyim bu işin? Yok. O da yalan. Fakat beynimin/kalbinin gerisinde şunu hep biliyorum:
Eğer Allah rızası için yapılmamışsa her yaptığımız hikaye olacak. Yalnız Onun var saydıkları ebediyen varolacak. Onlar yokluk da görünseler varolacaklar. "Gıybet etmedim!" diyenin 'etmediği' cennetinde varolacak. "Zina yapmadım!" diyenin 'yapmadığı' cennetinde varolacak. "Gönül kırmadım!" diyenin 'kırmadığı' cennetinde varolacak. Bunlar her ne kadar vücudî olmasalar da ahirette eylemlerden daha çok varolacaklar. Çünkü mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır. İşlediği amelden kaçıp niyetine sığınanlar, inşaallah, dünyada sakındıkları vücudları ahirette bulacaklar. Allahu'l-a'lem. Cenab-ı Hak'tan, burada bomboş bilemediğimiz avuçlarımızı, orada nimetleriyle doldurmasını dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.
Peki Ahmed vücudda/varlıkta geri bu amellerin fazilette/ihlasta en önceye gidişini nasıl anladı? Şöyle diyeyim: Bu kıssayı okuduğum zaman hatırıma Mehmed Kırkıncı Hoca merhumun "Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır!" hadis-i şerifi hakkında yaptığı bir izah geldi. Yanlış anımsamıyorsam şöyle bir manayı deruhte ediyordu o izah: Âdemoğlu bir amel işlediğinde artık onun için 'yapmış olma'nın imtihanı başlar. Sözgelimi: Yüklü bir miktarda bağışta bulundunuz diyelim. Böyle bir cömertliği eyledikten hemen sonra şeytanınız sitayişlerle ihlasınıza yüklenir: "Of, of, of. Ne adamsın be! Helal. Maşaallah. Böyle bir hayrı da ancak senin gibi bir adam yapabilirdi. Başka kim var bu zamanda böyle bir sadaka verebilecek?" Eğer bu hususta ben gibi zayıflardansanız amelin sahipliğini büsbütün üzerinize alarak onu yakmanız işten bile değil. Halbuki doğru tavır şu olmalıydı: "Hâşâ, eğer Allah beni bu hayırda muvaffak kılmasaydı, nasıl şartları yoktan yaratıp ortaya çıkarabilirdim? Ben sadece bir vesileyim. İrade eden O. Yaratan O. Hatta, aksine, belki kusurlarım karışmıştır da o hayırda eksilmeler olmuştur. Asıl sahibi olduğu şeyde nasıl Mâlik-i Hakiki'ye hava atayım?"
Ancak şeytanının yanağına şu hakikatli tokadı basmak her kişiye değil er kişiye nasip olur. O nedenle nefsini terbiye etmemişler için her amel yeni bir sınanmaya vabestedir. Ortaya çıkanın heybeti arttıkça da sınanmanın şiddeti artar. Karun gibi "Bu bana ilmimle verildi!" demeye kadar gider. Cenab-ı Hak cümlemizi böylesi imtihanlardan korusun. Amellerimiz ortaya çıktığında niyetlerimizi yerinden oynatmasın. Âmin. Hasılı: 'Niyetin amelden hayırlı oluşu' henüz somut bir varlığa sahip olmayışından dolayı 'varlık imtihanına da uğratmaması' yönüyle anlaşılır. Allahu'l-a'lem.
Burada benim aklıma ikinci bir mana olarak da şu geliyor: Amelin bir varlık olarak ortaya çıkışı şahitlerini de çoğaltıyor. Misal: Yüz fakire bayramlık hediye etmeye niyetlendiniz diyelim. Yapıncaya kadar bu niyetin sizden başka tek şahidi Allah. Birisi daha yok. Dolayısıyla gönlünü etmeye çalışıp ihlası kaçırmanız ihtimali de yok. Herşey içinizde dönüyor. İçinizi de yalnız Rabbiniz biliyor. Fakat sonra o ameli vücud sahasına çıkarıyorsunuz. İnsanlar görüyorlar. Bazıları nasipleniyorlar. Bazıları duyuyorlar. Şahitlerin beğenisi ikinci bir iltifat olup yine göğsünüzü taciz ediyor. Onları da alsanız mı? Eyvah. "Şahit olarak Allah yetmez mi?" hükm-i Kur'anîsi öylece duruyor halbuki. Normalde yetmeli. Lakin nefis de şahitleri seviyor işte. Kaç kişi olsa "Dur!" demiyor işte. Ah! Her kabulde amel bir parça daha gasbınıza geçiyor. Belki de varoluşun asıl sahibi olan Rabb-i Rahîm, yarattığını sahiplenmenizden güceniyor, gazaplanıyor, kimbilir? Nihayetinde Ona gitmesi gereken teşekkürün arasına kalın bir perde olarak giriyorsunuz. 'Yolkesenlik' ediyorsunuz.
Bediüzzaman besmelenin sırrını anlattığı Birinci Söz'de kullanır bu ifadeyi: Katıu't-tarîk. Manası: Yolkesen. Yolkesenler çoktur. Perdeler sayısıncadır. Hepsinin çaresi de besmelenin manasını kuşanmaktır. O öyle bir devadır ki aradaki tüm perdeleri tek hamlede çeker: "Bismillah demeliyiz. Allah namına vermeliyiz. Allah namına almalıyız. Öyle ise Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız." Lakin küçük bir cevaz kapısı da vardır: "Hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen, sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi."
Nehri şu yana çevirerek sözle bir bend yapayım: Bediüzzaman 'enenin/benliğin' yaratılış hikmetini açıkladığı 30. Söz'de fonksiyonunu da şöyle izah ediyor: "Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ; zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse o vakit bilinir." Devamında da diyor ki: "İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. 'Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur!' diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar."
Yani insan Allah'ı anlayabilmek için bazı şeyleri kendisinde sanrılar. Sözgelimi: "Ben odamı nasıl temizliyorsam, temizlemediğimde de kirleniyorsa, bu temiz âlemi de bir temizleyen olmalı!" der. Veya "Ben kendi işlerimi/işyerimi nasıl düzenliyorsam, düzenlemediğimde de dağılıyorsa, bu düzenli âlemi de bir düzenleyen olmalı!" söyler. Farzettiği böylesi şeyler esasında Allah'ı idrak edebilmesi içindir. Hakiki değildir. Çünkü her fiilin hakiki sahibi ancak Allah'tır. Birşeyin hakiki sahibi olmak onu yoktan çıkarabilmeyi gerektirir. Gerisi emanetçiliktir. İnsan her ne kadar kendi tarlasını ektiğini düşünüyorsa da, eken Allah'ın kulu, ekilen Allah'ın toprağı, bitiren de Allah'tır. Beşerin sürece küçücük kesbiyle dahil oluşu onu bir yaratış sahibi yapmaz. Bir elmayı yaratmak için bir evren gerekir. Bir evreni yaratmak içinse bir Allah.
"Bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar..." dediği mürşidimin budur. Bu durum, BMW'den yalnız bir araba satın almış kişinin "BMW'nin bütün hakları bana aittir!" demesine benzer. Hayır. Değildir. Aldığınız sadece bir arabanın emanetçiliğidir. Bozulsa yine BMW tamir eder. Yedek parçasını o üretir. Kur'an'da zikri geçen; 'göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri emanet'in bir vechi; işte bu 'ene/benlik'tir. İnsan onu yüklenmiştir. Fakat bu yükleniş, yukarıda dokunduğumuz gibi, hayırlı işlerinde bile ihlasını bir sınanmanın eşiğine getirmiştir: Allah'ın olanı sahiplenecek midir? Yoksa asıl sahibin O olduğunu kabul ederek geri çekilmeyi başaracak mıdır? İmtihan buradadır.
Kabul etmek gerekir ki biz bu imtihanı aşmakta zorlanıyoruz. Varlığımız arttıkça herşey daha da zorlaşıyor. Şahitleri çoğalttıkça sahipliği bırakmak güçleşiyor. 'Görünme çağı' da diyebileceğimiz bu devirde sosyalmedya kullanmayanımız çok az kaldı. Cami kumbarasına bir lira atarken dahi fotoğrafını çekip paylaşan ahirzaman çocuklarının "Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli!" diyen büyüklerini pek anladıkları yok. Niye böyle bir uyarı yapıldığını da anımsamıyorlar. İçlerinin yasasını çok düşünmüyorlar. Her şahitliğin/sahipliğin ayrı bir sınanma sayılacağına aldırmıyorlar. Takvayı amel-i salihin önüne geçiren sırrı sezmiyorlar. Hoş, bu lakırdıları yazıyorum da, ben pek mi hakikatindeyim bu işin? Yok. O da yalan. Fakat beynimin/kalbinin gerisinde şunu hep biliyorum:
Eğer Allah rızası için yapılmamışsa her yaptığımız hikaye olacak. Yalnız Onun var saydıkları ebediyen varolacak. Onlar yokluk da görünseler varolacaklar. "Gıybet etmedim!" diyenin 'etmediği' cennetinde varolacak. "Zina yapmadım!" diyenin 'yapmadığı' cennetinde varolacak. "Gönül kırmadım!" diyenin 'kırmadığı' cennetinde varolacak. Bunlar her ne kadar vücudî olmasalar da ahirette eylemlerden daha çok varolacaklar. Çünkü mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır. İşlediği amelden kaçıp niyetine sığınanlar, inşaallah, dünyada sakındıkları vücudları ahirette bulacaklar. Allahu'l-a'lem. Cenab-ı Hak'tan, burada bomboş bilemediğimiz avuçlarımızı, orada nimetleriyle doldurmasını dileriz. Âmin. Âmin. Âmin.
28 Mayıs 2020 Perşembe
Ya her günahta bir koronalık varsa?
Derler ki: Hakikat Çekirdekleri'nde geçen bu sözü, Bediüzzaman, dönemin Ankara hükümetinin içki yasağındaki (Men-i Müskirat Kanunu) başarısı üzerine söylemiştir: "Desâtir-i hikmet, nevâmis-i hükûmetle; kavânin-i hak, revâbıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz." Aynı dönemde Bediüzzaman Yeşilay'ın kurucuları içinde de yeralmıştır. İşgalci İngilizlerin teşvik ettiği bu kem alışkanlığı nasihatle de gidermeye çalışmıştır. Fakat nihayetinde 1. Meclis'in aldığı karar daha etkili olmuştur. Çünkü hükümetin aldığı kararın arkasında müeyyide vardır. Nasihatin müeyyidesi yoktur.
Koronayla bunu da tecrübe ettik sanıyorum. Aslında herşey bir parça imana bakıyor. İçimizdeki taşları doğru şekilde döşedikten sonra dışımızdaki en kadim alışkanlıklar bile yerinden oynatılabiliyor. Arşimed'in dünyayı zıplatmak için aradığı dayanak noktası bizde. İçimizde. Şundan birkaç ay önce kim sokakların bu hale geleceğini öngörebilirdi? Hele sokağa çıkma yasağını bizzat halkın talep eder hale geleceğini? Normalde isyan çıkarırdı böyle yasaklar. Şimdi hiç öyle bir hava yok. Hatta uymayanları gördüğümüz zaman 'Cık, cık, cık'lanıyoruz. Maske takmayanlarla kavga ediyoruz. Fazla yakınımızda duranlarla da. Bu itikadın gücüdür. Lakin, aman, sakın, aldanmayalım. İnsan itikadından ibaret de değildir.
Geometride ilk öğretilen şeylerden birisiydi 'aksiyom' bize. "Nedir?" derseniz Wikipedia'dan tarif aşırayım: "Başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit, aksiyom ya da postulat denir." Çok mu karmaşık oldu? O halde şöyle misalle açmayı deneyelim: “İki şey ayrı ayrı birşeye eşitse o iki şey de kendi aralarında eşittir!" ifadesi bir aksiyomdur.
Aksiyomlar elbette ki önemlidirler. Gereklidirler. Neden? Şöyle: Eğer böylesi temel düzeyde genel kabuller kurgulanmazsa ilgili oldukları ilmin/bilimin koridorlarında ilerlenmez. Taş üzerine taş konulamaz. Hep en başa dönülür. Sistemler inşa edilemez. Sözgelimi: A'nın B'ye eşit olduğu bir soruda A'yı '2' diye çıkardıktan sonra B'yi de bulmuş olduğunuzu kanıtlayamazsınız. Öyle ya: Normalde A kardeş 2'ye eşitse B kardeş de 2'ye eşittir. "Öyle olmak zorunda değildir!" derseniz bu artık yeni bir matematik kurgulamak anlamına gelir ki cümle matematikçiler bu hale hayretlerinden damaklarını şaklatırlar.
Ancak matematikçilerin de farklı olasılıklara hiç kapı aralamadıkları söylenemez. 1O'dalık yerine başka bir sistemin tanımlandığı durumlar böyledir. (Bu da ortaokul-lise seviyesinde gördüğümüz bir konudur.) O zaman yapılan işlemlerin sonucu da elbette farklı çıkar. Her neyse. Eğer bu konuya girersem iş iyice karışacak. Kısa yoldan geri döneyim.
Her ilim dalının terminolojisi aslında bir açıdan aksiyomudur. Kelimenin o ilim dalı konuşulurken/yazılırken 'bundan sonra geleceği anlam' belirlenmiş olur. Lügatçeden kopulur. Hatta bazen zıtlaşılır. 'Ağacın kökü'nden bahsedilirken anlaşılanla bir 'sayının kökü'nden bahsedilirken anlaşılan aynı şey değildir. Yine halk arasında kullanılan 'tevatür' kelimesiyle hadis ilminde kullanılan 'tevatür' kavramının karşılıkları aynı değildir. Hatta bu ikisi neredeyse zıttırlar. Birisi 'söylenti'yi karşılarken ötekisi 'kesin bilgi'yi işaret eder. İşte bu şekilde tüm ilimler kendi kurgu alanlarını inşa ederek içlerinde ilerlerler. Aslında böylece ortak bir dil oluştururlar. Bu dilin kabulü ölçüsünde de metodolojileri yerleşir. Yayılır. Periyodik cetvelin, çarpım tablosunun veya imlanın normlaşması bundandır.
Norm haline geldiğini düşünen yöntem sairlerini de yargılamaya başlar. Bakınız, bu nokta çok önemli, tekrar altını çizmek istiyorum: Bir yöntem, metod veya kabul eğer 'tek geçerlinin kendisi olduğunu' düşünmeye başlarsa farklı olanları da kovalamaya çalışır. "Defterlerinizde sadece başlıklar kırmızı kalemle olacak!" diyen öğretmen, tabusunun aksine, metni kırmızıyla ama başlıkları maviyle yazan öğrenciyi gördüğünde cezalandırır. Fonksiyonel anlamda hiçbir farkı yoktur çocuğun yaptığının. Nihayetinde not tutulmuştur. Lakin not tutulurken eğitimin aksiyomlarından birisi ihmal edilmiştir. Yazılar illa mavidir.
Dedim ya başta: Hepsi nihayet imana bakıyor. Baştaki kabullere bakıyor. Üzerine basılan tanımlara bakıyor. Neye göre itikadınızı şekillendiriyorsanız onun doğrularını normalleştiriyorsunuz. Mesela: Korona gibi bela bir hastalığın def'i için, normalde uygulanamayacak, uygulansa isyan edilecek, isyanından belki hükümetler düşürülecek yasakları 'lazımın da lazımı' gibi görebiliyorsunuz. Fakat "Zina da bir hastalıktır!" dendiğinde hopluyorsunuz. Ona dair dinin öngördüğü yasakları kabullenemiyorsunuz.
Hatta burada da kalmıyor iş. Bir de yolundan emin olanlara cevap türetiyorsunuz: "Yasakla olmaz canım. İnsanın kalbini ikna etmek lazım. Kalbi ikna olmadıktan sonra yasaklasan ne!" Aaaa, demek öyle, o halde neden korona ile ilgili yasakların da 'gönüllülük usûlü' ile uygulanmasını talep etmediniz? Neden hatta devletten cebr u ceza istediniz? Ondan muameleniz 'böyle' iken dinle ilgili mevzulara gelince neden 'öyle' oldu?
Arkadaşlar, uzatıyorum, amma mevzuun özü bellidir. Meselemiz itikaddır. İslam, Alîm-i Mutlak olan Allah'ın koyduğu yasalar bütünü olarak görüldüğünde, elbette onun içeriğine karşı algımız da farklılaşır. Müeyyide içeren günahlar hakkında deriz ki mesela: "Cenab-ı Hak en doğrusunu bilendir. Eğer bu günah için sadece 'tavsiye' yeterli olsaydı 'müeyyide' emretmezdi. Nasıl ki koronayı durdurmak için yetmiyor." Hatta, garibim Trump, ABD'de hop-hop hopluyor ve de haklı olarak da Çin'e kızıyor ki: "Başladığı yerde neden ensesine çökemediniz? Eğer iyi çökseydiniz böyle olmazdı. Dörtbir yanımıza yayılmazdı."
Haksız mı? Değil. İşte, Cenab-ı Hak da herbiri bir hastalık olan böylesi günahlar için, ortaya çıktığı yerde ensesine çöktürücü müeyyideler tayin etmiş. Eşcinselliği yasaklamış, zinadan men etmiş, hırsızın elini kestirmiş vs. Bunların bulaşıcılığının da ötekiler gibi olduğunu bilmiş. Bildirmiş. Korunmayı emretmiş. Elhamdülillah. Hem yine insanın sırf tavsiyeyle yönetilebilecek akıldan ibaret bir canlı olmadığını bildiğinden, yaratan bilmez olur mu hiç, nefsinin dilini yakmış. Dil yakıcı cezalar koymuş. Ona da elhamdülillah. Sen şimdi, kafandaki-kalbindeki ayarların gümlediğinden haberin yok, burnunun ucunu görmez, oturduğun yerden 'Öyle olmaz da şöyle olur'lu ahkâmlar kesiyorsun.
Aga, sana Allah'ın değiştiğini düşündüren nedir, söyler misin? Her işinde Alîm-i Mutlak olan şeriatında değişir mi? Değişti mi? O Allah, hâşâ, başka bir Allah mı oldu? Ne oldu da sahabeye yeterli görünmeyen 'tavsiyeler' şimdi sana yeterli görünmeye başladı? Aman, ha, sakın. İblis sağınızdan yaklaşıyor olmasın? Ayırabilmen için bir turnusol da vereyim: Soldan gelişi küfürdür. Sağdan gelişi bi'dattır. Bana de ki: "Kudretim yetmiyor ki baharı getireyim." Amenna. Ona ben de katılıyorum. Fakat sen baharı arzulamayı da bırakmışsın. Hatta bundan da beteri var sende: Artık besbelli kışı arzuluyorsun. Etme.
Koronayla bunu da tecrübe ettik sanıyorum. Aslında herşey bir parça imana bakıyor. İçimizdeki taşları doğru şekilde döşedikten sonra dışımızdaki en kadim alışkanlıklar bile yerinden oynatılabiliyor. Arşimed'in dünyayı zıplatmak için aradığı dayanak noktası bizde. İçimizde. Şundan birkaç ay önce kim sokakların bu hale geleceğini öngörebilirdi? Hele sokağa çıkma yasağını bizzat halkın talep eder hale geleceğini? Normalde isyan çıkarırdı böyle yasaklar. Şimdi hiç öyle bir hava yok. Hatta uymayanları gördüğümüz zaman 'Cık, cık, cık'lanıyoruz. Maske takmayanlarla kavga ediyoruz. Fazla yakınımızda duranlarla da. Bu itikadın gücüdür. Lakin, aman, sakın, aldanmayalım. İnsan itikadından ibaret de değildir.
Geometride ilk öğretilen şeylerden birisiydi 'aksiyom' bize. "Nedir?" derseniz Wikipedia'dan tarif aşırayım: "Başka bir önermeye götürülemeyen ve kanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve ön dayanağı olan temel önermeye belit, aksiyom ya da postulat denir." Çok mu karmaşık oldu? O halde şöyle misalle açmayı deneyelim: “İki şey ayrı ayrı birşeye eşitse o iki şey de kendi aralarında eşittir!" ifadesi bir aksiyomdur.
Aksiyomlar elbette ki önemlidirler. Gereklidirler. Neden? Şöyle: Eğer böylesi temel düzeyde genel kabuller kurgulanmazsa ilgili oldukları ilmin/bilimin koridorlarında ilerlenmez. Taş üzerine taş konulamaz. Hep en başa dönülür. Sistemler inşa edilemez. Sözgelimi: A'nın B'ye eşit olduğu bir soruda A'yı '2' diye çıkardıktan sonra B'yi de bulmuş olduğunuzu kanıtlayamazsınız. Öyle ya: Normalde A kardeş 2'ye eşitse B kardeş de 2'ye eşittir. "Öyle olmak zorunda değildir!" derseniz bu artık yeni bir matematik kurgulamak anlamına gelir ki cümle matematikçiler bu hale hayretlerinden damaklarını şaklatırlar.
Ancak matematikçilerin de farklı olasılıklara hiç kapı aralamadıkları söylenemez. 1O'dalık yerine başka bir sistemin tanımlandığı durumlar böyledir. (Bu da ortaokul-lise seviyesinde gördüğümüz bir konudur.) O zaman yapılan işlemlerin sonucu da elbette farklı çıkar. Her neyse. Eğer bu konuya girersem iş iyice karışacak. Kısa yoldan geri döneyim.
Her ilim dalının terminolojisi aslında bir açıdan aksiyomudur. Kelimenin o ilim dalı konuşulurken/yazılırken 'bundan sonra geleceği anlam' belirlenmiş olur. Lügatçeden kopulur. Hatta bazen zıtlaşılır. 'Ağacın kökü'nden bahsedilirken anlaşılanla bir 'sayının kökü'nden bahsedilirken anlaşılan aynı şey değildir. Yine halk arasında kullanılan 'tevatür' kelimesiyle hadis ilminde kullanılan 'tevatür' kavramının karşılıkları aynı değildir. Hatta bu ikisi neredeyse zıttırlar. Birisi 'söylenti'yi karşılarken ötekisi 'kesin bilgi'yi işaret eder. İşte bu şekilde tüm ilimler kendi kurgu alanlarını inşa ederek içlerinde ilerlerler. Aslında böylece ortak bir dil oluştururlar. Bu dilin kabulü ölçüsünde de metodolojileri yerleşir. Yayılır. Periyodik cetvelin, çarpım tablosunun veya imlanın normlaşması bundandır.
Norm haline geldiğini düşünen yöntem sairlerini de yargılamaya başlar. Bakınız, bu nokta çok önemli, tekrar altını çizmek istiyorum: Bir yöntem, metod veya kabul eğer 'tek geçerlinin kendisi olduğunu' düşünmeye başlarsa farklı olanları da kovalamaya çalışır. "Defterlerinizde sadece başlıklar kırmızı kalemle olacak!" diyen öğretmen, tabusunun aksine, metni kırmızıyla ama başlıkları maviyle yazan öğrenciyi gördüğünde cezalandırır. Fonksiyonel anlamda hiçbir farkı yoktur çocuğun yaptığının. Nihayetinde not tutulmuştur. Lakin not tutulurken eğitimin aksiyomlarından birisi ihmal edilmiştir. Yazılar illa mavidir.
Dedim ya başta: Hepsi nihayet imana bakıyor. Baştaki kabullere bakıyor. Üzerine basılan tanımlara bakıyor. Neye göre itikadınızı şekillendiriyorsanız onun doğrularını normalleştiriyorsunuz. Mesela: Korona gibi bela bir hastalığın def'i için, normalde uygulanamayacak, uygulansa isyan edilecek, isyanından belki hükümetler düşürülecek yasakları 'lazımın da lazımı' gibi görebiliyorsunuz. Fakat "Zina da bir hastalıktır!" dendiğinde hopluyorsunuz. Ona dair dinin öngördüğü yasakları kabullenemiyorsunuz.
Hatta burada da kalmıyor iş. Bir de yolundan emin olanlara cevap türetiyorsunuz: "Yasakla olmaz canım. İnsanın kalbini ikna etmek lazım. Kalbi ikna olmadıktan sonra yasaklasan ne!" Aaaa, demek öyle, o halde neden korona ile ilgili yasakların da 'gönüllülük usûlü' ile uygulanmasını talep etmediniz? Neden hatta devletten cebr u ceza istediniz? Ondan muameleniz 'böyle' iken dinle ilgili mevzulara gelince neden 'öyle' oldu?
Arkadaşlar, uzatıyorum, amma mevzuun özü bellidir. Meselemiz itikaddır. İslam, Alîm-i Mutlak olan Allah'ın koyduğu yasalar bütünü olarak görüldüğünde, elbette onun içeriğine karşı algımız da farklılaşır. Müeyyide içeren günahlar hakkında deriz ki mesela: "Cenab-ı Hak en doğrusunu bilendir. Eğer bu günah için sadece 'tavsiye' yeterli olsaydı 'müeyyide' emretmezdi. Nasıl ki koronayı durdurmak için yetmiyor." Hatta, garibim Trump, ABD'de hop-hop hopluyor ve de haklı olarak da Çin'e kızıyor ki: "Başladığı yerde neden ensesine çökemediniz? Eğer iyi çökseydiniz böyle olmazdı. Dörtbir yanımıza yayılmazdı."
Haksız mı? Değil. İşte, Cenab-ı Hak da herbiri bir hastalık olan böylesi günahlar için, ortaya çıktığı yerde ensesine çöktürücü müeyyideler tayin etmiş. Eşcinselliği yasaklamış, zinadan men etmiş, hırsızın elini kestirmiş vs. Bunların bulaşıcılığının da ötekiler gibi olduğunu bilmiş. Bildirmiş. Korunmayı emretmiş. Elhamdülillah. Hem yine insanın sırf tavsiyeyle yönetilebilecek akıldan ibaret bir canlı olmadığını bildiğinden, yaratan bilmez olur mu hiç, nefsinin dilini yakmış. Dil yakıcı cezalar koymuş. Ona da elhamdülillah. Sen şimdi, kafandaki-kalbindeki ayarların gümlediğinden haberin yok, burnunun ucunu görmez, oturduğun yerden 'Öyle olmaz da şöyle olur'lu ahkâmlar kesiyorsun.
Aga, sana Allah'ın değiştiğini düşündüren nedir, söyler misin? Her işinde Alîm-i Mutlak olan şeriatında değişir mi? Değişti mi? O Allah, hâşâ, başka bir Allah mı oldu? Ne oldu da sahabeye yeterli görünmeyen 'tavsiyeler' şimdi sana yeterli görünmeye başladı? Aman, ha, sakın. İblis sağınızdan yaklaşıyor olmasın? Ayırabilmen için bir turnusol da vereyim: Soldan gelişi küfürdür. Sağdan gelişi bi'dattır. Bana de ki: "Kudretim yetmiyor ki baharı getireyim." Amenna. Ona ben de katılıyorum. Fakat sen baharı arzulamayı da bırakmışsın. Hatta bundan da beteri var sende: Artık besbelli kışı arzuluyorsun. Etme.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır
'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...
-
Allah kendisini rahmetiyle sarsın sarmalasın. Bu sıralar Esad Coşan Hocaefendi'nin (k.s.) Ramuzu'l-Ehadis derslerini takip ediyoru...
-
" Seninle gurur duyuyorum ama vicdan aynı zamanda düşmanın olabilir. Vicdanlısın, merhametlisin ve aynı zamanda sevimli ve tatlısın. O...
-
Hatırlarsanız, bir hafta kadar önce Cemil Tokpınar abiye dair bir analizimi yazmıştım. Çok derinlemesine sayılmayacak, kısacık birşey. Şim...