9 Ocak 2021 Cumartesi

Özdil'in eline Zülfikâr yakışır mı?

"Oysa Allah size Kitap’ta (Kur’an’da) 'Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, başka bir söze geçmedikleri müddetçe, onlarla oturmayın, aksi halde siz de onlar gibi olursunuz!' diye hüküm indirmiştir..."
(Nisa sûresi: 4/140)

Kısacık da olsa bu konuya değinmeden geçemeyeceğim: Yılmaz Özdil, 'yağmur duasıyla alay etmesi' üzerinden başlayan tartışmada, mevzuyu çok başka yerlere çekmeye çalışıyor. Kaçak güreşiyor. Hatta yazılarından birisinde "Camiye almazsan, cemevinden kaldırırlar, müsterihim..." gibi bir cümle kurdu. Hoş, ona bu cümleyi kurmasında yardım edenler de oldu ya, neyse. Meselenin o kısmına çok girmeden burada çevrilen bir muğalataya dikkatinizi istirham edeceğim. Nedir? Özdil'in bireysel hatasıyla başlayan süreci 'mezhep çatışmasına' dönüştürmek istemesidir. Yani? Yani sanki Ebubekir Sifil Hoca malum uyarısını kendisine değil de alevilere yapmış gibi lansesidir. Halbuki, takip edenler bilirler, Ebubekir Hoca'nın gösterdiği haklı tepkide hiç böyle bir yan yoktur. Mevzuun merkezi bellidir.

Hatta, ihtiyacı yok ama, haklı tepkisinde Ebubekir Hoca'ya, değil yalnız sünniler, hem aleviler hem de sair din mensuplarının destek olması gerekirdi. Çünkü, yalnız sünnilikte değil, bütün manevî öğretilerde duayı ehemmiyetli bir parçaları sayıyorlar. Önemsiyorlar. Kime dua ederlerse etsinler. Neye tapınırlarsa tapınsınlar. Kudsîyetini itikadlarınca kabulleniyorlar. Sözgelimi: Özdil, bu alayı Türkiye'de değil de Roma'da etseydi, mevzu 'yağmur duası' değil de 'katolik ayini' olsaydı, Vatikan'dan tepki almaz mıydı? Alırdı. Hem de sağlam alırdı. Dindarlığı benimseyen her birey duanın hukukunu savunur çünkü. Dini ne olursa olsun. Hatta hatırlarsınız: Charlie Hebdo hâdisesi sonrasında, papa, yaptığı açıklamayla seküler dünyayı bir hayli şaşırtmıştı. Demişti ki: "Eğer Dr. Gasbarri, ki benim dostumdur, anneme küfrederse kendisini bir yumruk bekler. Bu normaldir. Provokasyon yapmak, başkalarının inancına hakaret etmek, doğru değildir."

Şimdi nasıl oluyor da, aleviliğin de yadsınamaz parçası olan duayı 'alay edilir bulan' birisi, alevilik kalkanına saklanabiliyor? Onları kendisine siper edebiliyor. Bir de aymazlıkla mevzuu 'mezhep çatışması' gibi gösterebiliyor? Tevbe-hâşâ! Aleviler Allahsız mı? Dua etmiyorlar mı? Cenazelerini çukura atar gibi mi gömüyorlar? Üstüne Fatiha bile olsun okumuyorlar mı? Doğrusu, yakınlarımın cenazeleri sebebiyle gittiğim cemevlerinde, böyle bir havaya hiç rastlamadım. Ki ben de alevi kökenli birisiyim.

Toparlarsam: Özdil'in bu taktiksel tutumuna CHP kardeşliği üzerinden alevilerin sahip çıkması, en azından teolojik anlamda, doğru bir tavır değil. Ne kadar ihtilaf noktaları olursa olsun, Özdil'i sünnilerle birlikte uyarması gerekenlerdendiler, çünkü din-diyanet sahibiydiler. Üstelik Özdil'in mevzuu alevi-sünni zeminine çekmesine de iyi gözle bakmamalıydılar. Zira zaten konunun böyle bir bidayeti yoktu. Böyle bir noktadan başlamamıştı. Bu tıpkı, yukarıdaki misalden istifade edersek, Charlie Hebdo baskınından sonra papanın çıkıp "Hristiyanlara karşı düşmanlıklarından dolayı müslümanları kınıyorum!" demesi gibi birşey olurdu. Halbuki ne alaka? Charlie Hebdo müslümanlarla bir alay ediyorsa hristiyanlarla beş alay ediyor. Papanın bu dille olaya dahil olmasının beklenir miydi?

Hiç unutmam: Danimarka'yla karikatür krizinin yaşandığı dönemde bir etkinliğe katılmıştım. Sunum yapanlardan birisi de bir Vatikan görevlisiydi. Sunumlar bitip de seyirciyle soru-cevap faslına geçilince karikatür meselesi hemen gündem oldu. Katılımcılar "Avrupa'da neden müslümanlara böyle eziyet edildiğini..." sordular. O görevli, gayet bağrı yanık şekilde, şu manada birşeyler söyledi: "Siz daha ne gördünüz ki! Ateistlerin asıl bizim başımıza getirmedikleri kalmadı. Ne papanın onurunu sayıyorlar, ne Meryem'in, ne de İsa'nın. En çirkin şekillerde bütün kutsallarımızla alay ediyorlar. Sizden önce biz yılgınız. Bıkmışız. Yani, bunu yapanlar hristiyanlar değil, ateistler. Onlar da zaten herkese saldırıyorlar."

Ben şimdi Bediüzzaman'ın "Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beytin adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar..." şeklinde tarif ettiği alevilere seslenmek istiyorum: Neden bu meselede kalkanlık ediyorsunuz? Özdil'i uyarsanız da böyle mevzularda cak-cuk etmese daha hayırlı değil mi? Hem şunu da unutuyorsunuz: Sekülerizm sünnilerle işini bitirdiğinde dönüp gitmez. Bin yıllık camileri ahıra çevirenler cemevlerine acır mı sanıyorsunuz? Eğer böyle düşünüyorsanız aldanıyorsunuz. Allah aldanışınızı yaşatmasın. Âmin.

1 Ocak 2021 Cuma

Mustafa Öztürk'le vedalaşırken...

Mustafa Öztürk'ün öğrencilerine aşıladığı nedir? Sırf bir 'fikir jimnastiği' midir? Yoksa fazlası mıdır? Bu soruya cevap verebilmek için Prof. Dr. Ömer Demir'in Bilim Felsefesi'ne uzanmak lazım. Özellikle Kuhncu geleneğin 'paradigma' üzerine söylediklerine. Yaklaşımlarının özetlendiği maddeleri alıntılarsam: "1) Bilimadamları bilişsel etkinliklerini ancak paradigmalarla sürdürebilirler. 2) Farklı paradigmalar birbirleriyle kıyaslanmayacak kadar nüanslara sahiptir. 3) Bilimsel bilgi 'birikimsel' değil 'devrimsel' bir nitelik taşır. 4) Bir paradigmadan diğerine geçiş 'ani bir algı dönüşümü' gerektirir. Yani paradigma değiştirmek 'din değiştirmek' gibidir." Bu gelenek, yine Ömer Hoca'nın ifadesiyle, "Pozitivizmin formulasyonuna değil bizzat kendisine karşı çıkmaktadır." 

Ah, atladık, en önemlisi sona kaldı. 'Paradigma' nedir peki? Kitaptan omuz alalım tekrar: 

"Paradigma, onlar için dünyaya bakılan, standartlar veya ölçüler yumağıdır. (...) Bilimadamları topluluğu tarafından paylaşılan bir paradigmanın en belirgin özelliği 'temel sorular' ve onlara verilebilecek 'kabul edilir cevaplar'ın çerçevesini çizmesidir. (...) Ancak paradigma sadece 'çalışma tekniklerini' veya 'disiplinin temel varsayımlarını' değil bunların yanında sözkonusu varsayım ve yöntemlerin doğruluğuna ilişkin 'bilimadamları topluluğunun ortak inançlarını' da içerir." 

Yani arkadaşlar 'paradigma'nın bir tür 'itikad'a benzediğini de söyleyebiliriz. Çünkü itikad da insanda âlem algısını kendisine göre belirler. Her itikad sahibi aynasında yansıyan şekliyle âlemi bulur. Bu nedenle bir dinin 'içinde' bilgi üretebilmek için 'o dinin itikadına uygun' konuşmak lazımdır. Yoksa üretilen bilgi 'din hakkında' olur fakat 'dinin içinde' olmaz. Bediüzzaman'ın tabiriyle: "Meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir." Evet. Mesela: Oryantalistlerin İslam'a dair çalışmalarını 'din hakkındaki bilgiler'e örnek verebiliriz. İslam ulemasının emekleriyse 'dinin içinde yeralan çalışmalar'a misaldir. Bu iki ekolün ürettiği bilginin 'aynı nesne üzerinde mesai sarfetmelerine rağmen' eşitlenememesi mensubu oldukları paradigmaların ayrımı üzerinden açıklanır. Oryantalistler için İslam ancak entelektüel bir meşgaledir. Hatta bazen hasımdır. İslam uleması içinse imanı, ibadeti ve ahiretidir. Taraftarlığıdır. 

Yine Bilim Felsefesi'nin satırlarından bakınalım:

"Farklı paradigmaların savunucuları, hem 'dünyayı' hem de ona sorulan sorularla verilebilecek 'meşru cevapları' farklı algılarlar. Yani paradigmalar, hem 'ontolojik' hem 'epistemolojik' hem 'metodolojik' hem de 'aksiyonolojik' düzeyde farklılaşma gerektirirler. Paradigmaların vardığı sonuçların bağlayıcılığı öncüllerin kabul edilmesine bağlıdır. (...) Her paradigma kendine özgü bir varlık anlayışına dayanır. Bu ontolojik temel sözkonusu paradigmayı benimseyen insanların bilinçleriyle içiçe olduğu için çoğunlukla sorgulanmadan benimsenir. (...) Paradigmal geçiş epistomolojik düzeyde de köklü dönüşüm gerektirir. (...) Bir paradigmadan diğerine geçen yahut bir paradigmadan diğerine bakan kişinin, hem 'nereye baktığı'nda hem de 'bakış biçimi'nde önemli farklılıklar meydana gelir." 

Bediüzzaman'ın Öztürk'ünkine benzer iddiaları cevapladığı 15. Söz'ün Zeyli'nde söyledikleri de bu durumu doğrulamaktadır: "Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer, öyle de, o farz ile Kur'ân'ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı. O vakit anladım ki: Benimle konuşan şeytandır. (...) Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."

Görüldüğü gibi, mürşidimin farkettiği, esasında Kuhncu geleneğin dilegetirdiği türden bir 'paradigmal değişim'dir. Bediüzzaman, Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmanın nötr bir tavır ifade etmediğini, hatta 'bâtıla tarafgirlik kastı' taşıdığını, teşhis etmiştir. Çünkü böylesi değişimler 'öznenin nesneyi algılama şeklini' de değiştirirler. Hatta; Ömer Hoca'nın ifadesiyle bu değişim; ontolojik, epistemolojik, metodolojik, aksiyonolojik düzeyde farklılaşmalara da yolaçar. Bir tarafta kelama 'onun Allah sözü olduğunu gösterir bir açıyla' bakmak varken, diğer tarafta 'Bunu nasıl daha fazla beşerîleştirebilirim'in açısı vardır. Çalışması vardır. Mesaisi vardır. O kendi paradigmasının bilgisini üretir. Şu kendi paradigmasının marifetine uğraşır. Yani bilgi üretiminde mutlak bir nötralizasyon yoktur.

Tam da burada şöyle bir soruyla yüzleşelim: Kur'an'ın Allah kelamı olduğundan eminsek neden 'beşer kelamı olabileceği' yönündeki iddiayla yüzleşmekten(!) çekinmekteyiz? Nihayetinde hakikat bizi tekrar paradigmasına dönmeye zorlamaz mı? Bu soruya vereceğimiz cevap evvelemirde şöyle olur arkadaşlar: Ne Kur'an ne de biz 'beşer sözü olduğu yönündeki iddialarla yüzleşmek' konusunda sıkıntı yaşamamaktayız. Ancak teklif edilenin ilimden çok tuzak koktuğunu düşünmekteyiz. Evet. Eğer muhatabımız Kur'an'ın insan sözü olduğunu iddia ediyorsa, hakikate ulaşmak için, bizim de hemen Kur'an'a beşer kelamı gözüyle bakmamız mı gerekir? Yoksa paradigmamızdan konuşarak iddiayı sınanamız mı icap eder? Düz mantıkla baktığımızda bile, sağlıklı bilgiye ulaşmak istiyorsak, yapılması gereken 'durduğumuz yerden konuşmak'tır. Böylece muhatabımızın da iddiasını bizimle sınama imkânı olur. Saf değiştirmek siga imkanını yokeder.

Hatta münazaralarda bilimadamları dahi sınanmak için 'karşı argümanları' ararlar. Popper'ın tabiriyle 'doğrulanma'dan ziyade 'yanlışlanma' ile hakikate yaklaşmaya çalışırlar. Sınanmayan bilginin bilimsel değeri de yoktur. Peki neden müslümanlar, hakikatin belirginleşmesini karşı taraf adına da kolaylaştıracak, bir saflaşmadan alıkonulmaktadırlar? Dünyada yeterince Kur'an münkiri yok mudur da karşıya adam verilmektedir? Bu mevzuda halısaha maçına eksik gelmiş gibi davranmaya ne gerek vardır?

İkincisi: Paradigmanın terki mecburiyetle olur. Yine Ömer Hoca'nın sözlerine dönelim: "Kunh'a göre bir paradigmanın terkediliş nedeni belirlediği çerçevede çözülemeyen sorunların yeni arayışlara sürükleyecek kadar fazlalaşmasıdır. (...) Karşılaştığı sorundan dolayı paradigmasını suçlayan bilimadamı kullandığı âleti suçlayan ustadan farksızdır. (...) Fakat artan kuraldışılıklar paradigmaya olan güven ve bağlılığı gevşetir. (...) Farklı bakış açıları, yöntem ve tekniklerin denenmesine başlanır. Zamanla paradigma bağlayıcı olmaktan çıkar. (...) Bunalımla beraber arayışlar başlar. Ve yeni bir paradigma eskisinin yerini alır. Bu geçiş devrimseldir. Aynen sosyal devrimlerde olduğu gibi bilimsel devrimlerde de, yeni bilim anlayışı, tüm bilgileri merkezinden bakarak ve rengine boyayarak yeniden kurar."

Şimdi soralım: Müslümanlara Kur'an hususunda paradigma değiştirtecek mecburiyet nedir? Nerede çıkmaza düşmüşlerdir? Nerede bunalım yaşamaktadırlar? Nerede cevapları yoktur? Öztürk'ün iddialarını dinlediğinizde 'Allah adına çektiği sıkıntıyı' anlamak bile güçtür. Evet. Öztürk, hâşâ, Allah'ın yerine kendisini/'göre'sini koyarak sürekli Onu endişelerinden kurtarmaya çalışmaktadır. Bu sanrılı tavrın normal bir mü'mini "Kur'an beşer kelamı da olabilir!" demeye mecbur edecek bir yanı var mıdır? Yoktur. Hiçtir. Hiphiçtir. Bu ancak Öztürk'ün kompleksidir. Kompleksten-sanrıdan bilim olmaz. Ancak halisülasyon olur.

Üçüncüsü: Öztürk paradigmasının her noktada hesabını vermekte midir? Hiç sanmıyorum. Misal: Bediüzzaman'ın aynı metinde hikmetle dillendirdiği 'kelamullah-nübüvvet-ümmet-medeniyet' bütünlüğü içinde bu iddia nasıl bir yere düşer: "(...) Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan zemine düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik iken menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı gösteren zat-hâşâ, sümme hâşâ-eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına düşmek lâzım gelir, ortada kalmaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki, buna ihtimal versin..."  

Yani, Kur'an kelamullah olmaktan çıkarılırsa, Aleyhissalatuvesselam da peygambere yakışır faziletten çıkarılır. Ümmeti 14 asırdır insanlığı hakikatle ışıklandıran konumundan kovulur. Ellerinde şekillenen medeniyetin hüsn u kemali ister-istemez inkâr edilir. Herşeyi yalana müstenittir çünkü vs. En alttaki taşı çektiğiniz zaman üstündeki binayı yerle-yeksan edersiniz. O halde bu iddiayı 'fikir jimnastiği' şeklinde görmek yanlıştır. Bu İslam'ı baştan aşağa yeniden şekillendirecek, hatta, düpedüz başaşağı çevirecek bir saldırıdır! Evet. Saldırıdır! Saldırıya karşı da sipere sığınmak gerekir. Karşı tarafın ordusuna katılınmaz.

Dördüncüsü: Bu da Kur'an'ın mucizeliğini teşhiste avamiyetimizin teşkil ettiği sıkıntıdır. Ki mürşidim ona da şurada işaret eder: "Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından kurtulup imanın envârına erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle, şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar." Bu konuyu açmada da yine Bediüzzaman'a ait bir misalden yardım alalım: 

"(...) şöyle iki şahsın misline benzer ki: Onlardan birisi yukarıya diğeri aşağıya gider. Her ikisi de pek çok su arklarını görürler. Yukarıya giden şahıs, doğru çeşmenin başına gider, suyun menbaını bulur; tatlı, temiz bir su olduğunu anlar. Sonra o çeşmeden teşaub edip dağılan bütün arkların temiz ve tatlı olduklarına hükmeder ve hangi arka tesadüf ederse, tatlı ve temiz olduğunda tereddüt etmez. İşte bu itibarla, kendisine vehimler tasallut etmezler. Aşağıya giden öteki şahıs ise, arklara bakar, suyun menbaını göremediğinden, her rastgeldiği ark suyunun tatlı olup olmadığını anlamak için delilleri, emareleri aramaya mecbur olur. Bundan dolayı vehimlere maruz kalır. Ednâ bir vehim o kafasızı yoldan çıkarır..." 

İşte, Öztürk'ün aşıladığı zehir herbir öğrencisini misaldeki ikinci adama çeviriyor, çünkü kaynağa olan güvenlerini sarsıyor. O çocuklar su içeçekleri her dereyi sınamak zorundalar. Halbuki bu sınamaya elverecek yetkinlikleri de yok. İ'cazı takdir edebilecek idrake sahip değiller. Böylelerinin imanını ayakta tutacaksa pınara olan güvenleridir. Eğer o güveni dinamitlerseniz aşağıdaki herbir dereyi ayrı ayrı tecrübe etmeye onları mecbur edersiniz. Çoğu da bu süreci atlamazlar. Neden? Yukarıda bir seferde kolayca aşılan aşağıda yüzbin şubeye ayrılır da ondan. Herbir şubenin sınavı da ayrıdır. Sırrı ayrıdır. Penceresi ayrıdır. Tecrübesi ayrıdır. Şüpheyle yaklaşan, önceye şüpheyi alan, güvenliğine emniyet edemediğinden istifadesiz kalır.

Her neyse. Yazı çok uzadı. Diyeceklerimin bir kısmı da kaldı. Yapacak birşey yok. Seriyi daha fazla uzatmayacağım. Mustafa Öztürk reddiyelerimin yeni sezonuna bu yazıyla final veriyorum. Ne de olsa, şimdilik, kürsüsünü terketti. Biz de şimdilik terkedeceğiz. Korkumuz yok. O dönerse biz de döneriz. Allah doğrunun yardımcısıdır. Tevfik Ondandır. Hamd Onadır. İnayetine dayananlar asla mağlup olmazlar. Âmin.

27 Aralık 2020 Pazar

Tutma, ey Cibali Baba, çünkü mücahid güllesidir!

Bugün twitterda bir sualle karşılaştım. Aslında bir sual değildi. Cevaptı. Daha doğrusu: Sual cevabını da dayatıyordu. Malumunuz: Eğer bir sual cevabını da öğretiyorsa ona 'merak'tan çok 'mühendislik' gözüyle bakmak gerekir. Ne mühendisliği? İnsan mühendisliği. Düşünce mühendisliği. Sosyal mühendislik. Yani arkadaşım bu bir nevi sufle vermektir. "Bu soruya şu şekilde cevap vereceksin ha. Sakın başka cevap arama. Hadi bakalım koyunum. Bu da sana yeni oyunum..." tarzı bir endoktrinasyondur. Basit zihinlere çabuk tesir eder. Fakat kendi 'acaba'larınızı üretebilen bir beyne sahipseniz böylesi dayatmalara cevabınız şöyle olur: "Cevabın burada aranması gerektiği ne belli? Belki de bu sorunun başka bir cevabı vardır ha? Ne dersin?"

Evet. Herkes aynı kaval sesinin peşine düşmüş gidiyor: "Din istismarcıları yüzünden bu toplumda deizm-ateizm artıyor bla bla..." Kavala kim üflüyor? Soran yok. Azıcık daha kurcalasanız, mesela, deseniz: "Kim efendim o istismarcılar?" Hemen ehl-i sünnet ulemayı saymaya başlıyorlar. "Yahu, ötekiler de kitap satıyor, seminer veriyor, program program geziyorlar?" deyu soracak olsanız, el-Aman. Sakın. Aaaa! Nasıl böyle birşey dersiniz? Hiç onların yaptığı ile şunlarınki bir mi? İslamoğlu'nun, Özdil'in, Saymaz'ın sattığı ile Cübbeli Hoca'nın sattığı eşitlenir mi? Cık, cık, cık. Sizin meseleyi anlayamadığınız hemen belli oluyor canım.

Yani efendim, bu ülkede, ömür verdikleri ihtisas alanları üzerinden geçimini sağlamaya cür'et eden (başka nasıl kazanacaklarsa) sadece 'ehl-i sünnet uleması' oluyor. Ne doktorlar doktorluktan, ne fizikçiler fizikten, ne akademisyenler akademisyenlikten, ne de bilmem kim bilmem neyden para kazanmıyor. Yok. Hayır. No. Hepsi eğitimlerini Allah yoluna, vatan uğruna, halkın rızasına adamış (hey maşaallah) geceleri çöplerden topladıkları çürük meyveleri yerken, ah bu gelenekçiler, yağlı pilavları götürüyorlar. Yalnız götürmekle kalsalar efendim, bir de halkı 'kutuplaştırıp' duruyorlar, 'din jandarmalığı' yapıyorlar. Yaaa!

Halbuki, bakınız, Bediüzzaman Hazretleri Osmanlı'nın son döneminden bugüne 'bir bütün olarak' yaşadığımız şu hazin bozulmayı nereye bağlıyor: "Hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâubalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden, şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde ne şekle girecek, elbette anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur'ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz."

Dur bakalım. Aaa! Mürşidim bugünkü bozulmanın "Geliyorum!" seslerini daha evvelden mi okumuş? Galiba öyle. Peki esbabını neye bağlamış? 'Din istirmarcılarına' öyle değil mi? Hatta belki Cübbeli Hoca'yı falan görünüşüyle bile tarif etmiştir. Yehu! Ne? Kendisinin görünüşü de mi onlara benziyordu? Yapma yahu! Ah. Of. Püf. Kimi suçlayacağız peki? Hürriyetçileri mi? Ne? Olamaz! Modern zamandayız. Böyle suçlamaları kaldıramayız. Özgürlüğün kötülük getirebileceğini 'bazı' takyidiyle dahi inanamayız. Üf. Tüh. Peh. Neyse. Biz yine suçu 'gelenekçilere' atacağız dostum. Cübbeyi-sarığı-sakallıyı suçlayacağız. Onları dövmek kolay çünkü:

"Batsın kutuplaşma. Yansın din jandarmaları. İslam'ın sınırlarını hatırlatanlar kaybolsun! Bu dinde herşeyin caiz olmadığı zikredenler kahrolsun! Hârim-i İslam yolgeçen hanına dönsün. Ancak bu yumuşaklıktır ensemizi seküler tokatlardan kurtaracak. Belki teslim olursak tecavüze uğramayız."

Acaba? Acaba uğramaz mıyız? Yahut da teslim oluşun kendisi zaten bizatihi tecavüz mukaddimesi midir? Arkadaşlar, ben, böylesi arızalı tutumların şöyle bir yanlış kanaatten kaynaklandığını düşünüyorum: İslam'da cihadın bittiği sanılıyor. Hayır. Asla. İslam'da cihad bitmez arkadaşlar. Kıyamet kopana kadar bu cihad devam edecek. Maddisi olmazsa manevisi olacak. Tebliği olmazsa tedbiri olacak. Fakat imtihan sürüp gidecek. Kur'an'da, sünnette, kısacası dinde, 'yakîn gelinceye kadar' sınanacağımız hiçbir hususta bu kavga bitmeyecek. Yalnız yöntemler-usûller-şekiller değişecek. Beden ne kadar değişse de ruhu bâki kalacak.

Aleyhissalatuvesselam bu dinin 'tenzili' için cihad etti. Hz. Ebubekir radyallahuanh dönemindeki irtidat hâdiselerine karşı 'tevil' cihadında bulundu. Ömer radyallahuanh ile Osman radyallahuanh hidayetin tüm dünya coğrafyasına ulaşması uğrunda 'tebliğ' cihadı ettiler. Sonra yine bulutlanmalar oldu. Şah-ı Merdan Ali radyallahuanh meydana çıktı. Yine bir 'tevil' cihadı başladı vs... (Allah cümlesini hayırlarla mükâfatlandırsın.) Büyük resimde görünense şuydu: Evet. Bu ümmetin bir daha 'tenzil' için cihad etmesine gerek yoktu. Allah dinini tamamlamıştı. Vahiy bitmişti. Ancak 'tebliğ' ve 'tevil' cihadları kıyamete kadar sürecekti. Dört Halife döneminde bu cihadların varolması 'kıyamete kadar da süreceklerinin' belirtisiydi. Çünkü sahabe tecrübesi bu ümmetin hayatının özeti gibidir. Misal-i musağğarıdır. Her hususta rehberidir.

Gerçi sonraki dönemlerde daha belirgin bir 'görev paylaşımı' olduğu söylenebilir. Mesela: Cihadın maddisinden sorumlular başkalarıdır. Ordudur. Manevisinden sorumlu başkalarıdır. Ulemadır. O manevi cihad içinde 'mübelliğ' görevi başkalarındadır. 'Murabıt' görevi başkalarındadır. Yani, kimisi yeni toprak kazanırlar, kimisi sınırları korurlar. 'Kazanma' mesleğindekiler nisbeten yumuşakçadır. 'Koruyucuların' üslûbu uyarıcıdır. 'Kazanma mesleği'nde gidenler muhataplarına karşı 'tolere edici' tavırlar takınırlar. Fakat 'koruyucular' sapmalar konusunda cidden hassastırlar. Çünkü mücadele verdikleri alan dinin, akidenin, amelin 'seleften tevarüs ettiği kemalde/saflıkta muhafazası'dır. Elbette müdebbir hali mübelliğden başkadır.

Denî bir misal olmakla birlikte şöyle diyebiliriz: Bir AVM'nin, güvenliği başka hassasiyetler gösterir, pazarlamacısı başka hassasiyetler gösterir. Pazarlamacı ister ki: Hasbelkader birşey alabilecek herkes içeri dolsun. Gönlünce takılsın. Canı sıkılmasın. Sıkılmasın ki satışlar da iyi olsun. Bereketlensin. Fakat güvenlik böyle davranamaz. O satıştan ziyade asayişten sorumludur. Elbette herkesi içeri almaz. Üzerlerini arar. Tavırlarına karşı daha dikkatli olur. Bazen aykırı davranışlarda gördüklerini cebirle dışarı atar. Onun hali öyledir. Bunun hali böyledir. Ve bu ikisi birarada olmazsa AVM'de denge sağlanmaz. İstikamet ikisinin de olmasındadır. Bu tıpkı insandaki 'kuvve-i şeheviye' ile 'kuvve-i gadabiye' dengesine benzer. Her neyse...

Nihat Hatipoğlu Hoca'nın Ebubekir Sifil Hoca'ya yaptığı eleştirileri okurken de bu misal hatırıma geldi. Öncelikle: Kim ki İslam'ın saadetine sa'yederse onun duacısıyım. Lakin Ebubekir Sifil Hoca'ya eleştirisinde Nihat Hoca'nın cidden hataya düştüğünü düşünüyorum. Ebubekir Hoca murabıttır. Sizse mübelliğsiniz. Mesleğinize sa'y edebilirsiniz. Fakat istikametin tek öğesi sanırsanız fena aldanırsınız. Hatta sizin programlarınızı takip eden bir yakınım şöyle bir yargıda bulunmuştu: "Nihat Hoca'ya 'Şu-bu helal mi?' diye birşey soruyorlar. O kadar çok laf çeviriyor ki... Bitirdiğinde bence kimse yargısından emin olamıyor. Soru olduğu gibi kalıyor. Ne tam 'helal' diyebiliyor ne de tam 'haram' diyebiliyor. Herkes istediğini alıyor."

Konu dallandı-budaklandı. Toparlamayı deneyeyim: Mübelliğler murabıtları 'kutuplaştırmakla' suçlarlarsa kıvamımız kaçar. Özdil güler. Öz-bir kardeşin ağlar. Kimin akidesi kimin cebinde belli olmaz. Mübelliğ işine bakıp murabıtın mesleğine hürmet duymalıdır. Bu sınırlar bekçisiz kalırsa düşmanın nerelere hücum ettiğini kimse göremez. Mübelliğ hiç sezemez. Hele ki ahirzamanda! Ebubekir Hoca ve emsali, Allah onları hayırla mükâfatlandırsın, bir sınır nöbeti tutuyorlar. Düşmanın uyumadığı yerlerde onlar da göz kırpmıyorlar. Nöbetçinin tavrı elbette teşrifatçı tavrı gibi olmaz. Haşin olur. Celal görünür. Nihat Hoca eğer hasma uyup ordusunun sınır karakollarına savaş açarsa hârim-i ismetini telef eder. Cenab-ı Hak cümle ulemamızın gözlerini istikamete açsın. Murabıtta 'dikkat'i mübelliğde 'rikkat'i eksik etmesin. Âmin. Âmin.

23 Aralık 2020 Çarşamba

İslam uleması dünyayı 'tepsi şeklinde' mi sanıyordu?

Karşılaştıysanız bazılarını işitmişsinizdir mutlaka. 'Müslüman evrimciler'in bazı klişeleri var. Hangisiyle konuşsanız sözü mutlaka oralara getiriyor. Hepbir kaynaktan ezber yaptıklarını tezahürleriyle gösteriyor. İşte bu yazıda içlerinden birisine bir parça dokunmak istiyorum. Nedir? 'Dünyanın küreviyeti' ile 'evrim' arasında kurulan benzerliktir. Hülasa edeyim: İddia odur ki: Müslümanlar yüzyıllar boyunca 'dünyanın tepsi şeklinde olduğuna' iman etmişler. Âlimleri tefsirlerinde böyle yazmışlar. Fıkıhçıları böyle hükümlerini açıklamışlar. Vaizleri hep bunu nasihat etmişler. İş böyle sürüp gitmiş. Ta ki Batı 'medeniyet' olana kadar. Sonra bizimkiler bakmışlar ki: Ooo! Batılılar dünyanın küreviyetini çok feci isbat ediyorlar. Buna karşı mücadele etmek mümkün değil. Hemen geri basmışlar. "Ne yaptık yahu biz!" demişler. Tevbe-billah etmişler. Bilimin affına sığınmışlar. O zamana kadar 'satıh' şeklinde anladıkları ayetleri de silbaştan 'küre'ye çevirmişler. Masalın, pardon, iddianın özeti böyle...

Mâzisi ne kadar derindir bilmiyorum. Ancak mâzisi olduğunu mürşidimin Muhakemat'ta bu iddiayı ele almasından anlıyorum. Demek evrimciler de bu işi yeni baştan konuşmuyorlar. Zaten bu minvalde her ne iddiaya rastlasanız arkasını oryantalistlerin metinlerinde bulursunuz. Onlardır İslam âlemine en ışıltılı çağlarını dahi "İslam'ın ortaçağı" diye yutturan. İslam milletini kendi geçmişiyle kavgalı/küs bir hale getiren. Hurafelerinin kendilerine ettiğini "din-i mübîn-i İslam'ın ehl-i İslam'a ettiği" diye semtimizde yediren. Satan. Sattıran. Hasbelkader tezgâhlarından geçen bir müslüman genç öyle feleğini şaşırır ki: Engizisyonu kendi 'kadılar heyeti' diye akleder. Papa'yı 'müçtehid imamlar'ından birisi sanır. Hristiyan dünyanın dine/bilime bakışını da öz-bir bilâd-ı İslamiye'nin dine/bilime bakışı zanneder. Yani İslam tarihiyle Batı tarihini karıştırır. Şaşıbeş olur.

Peki bu konuda Bediüzzaman ne der? Bediüzzaman'ın dediği zihni Batı'dan gelen muktesebatla bulanmamış, kendi pınarının suyunu başkasının petşişesinden içmeye tenezzül etmemiş, şaşırmamış-şaşırtmamış bir Ehl-i Sünnet âliminin dediğidir. Yani? Yani müslümanların arzın küreviyetini inkâr ettiği yalandır. Böyle inkârlara sapanlar yanlış mehazlara dayanmaktadırlar. Uzatmayalım. Yerinden alalım:

"Senin munsıf olan zihnine malûmdur ki: Küreviyet-i arz ve yerin yuvarlaklığına, muhakkikîn-i İslâm—eğerçi ittifak-ı sükûtuyla olsa—ittifak etmişlerdir. Eğer bir şüphen varsa, Makasıd ve Mevafık'a git. Maksada vukuf ve ıttıla peyda edeceksin ve göreceksin: Sa'd (Sa'd-ı Taftazanî'yi kastediyor) ve Seyyid (Seyyid Şerif-i Cürcanî'yi kastediyor), top gibi küreyi ellerinde tutmuşlar, her tarafına temaşa ediyorlar. Eğer o kapı sana açılamadı; Mefatîhü'l-Gayb olan, İmam-ı Râzî'nin geniş olan tefsirine gir ve serir-i tedriste o dâhî imamın halka-i dersinde otur, dersini dinle.

Eğer onunla mutmain olamadın; arzı, küreviyet kabına sığıştıramadın. İbrahim Hakkı'nın arkasına düş, Hüccetü'l-İslâm olan İmam-ı Gazâlî'nin yanına git, fetva iste. De ki: 'Küreviyette müşâhhat var mıdır?' Elbette diyecek: 'Kabul etmezsen müşâhhat vardır.' Zira, tâ zamanından beri şöyle bir fetva göndermiş: 'Kim küreviyet-i arz gibi burhan-ı kat'iyle sabit olan bir emri, dine himayet bahanesiyle inkâr ve reddetse, dine cinayet-i azîm etmiş olur. Zira bu sadakat değil, hıyanettir.'

Eğer ümmîsin, fetvayı okuyamıyorsun; bizim hem-asrımız ve fikren biraderimiz olan Hüseyn-i Cisrî'nin sözünü dinle. Zira, yüksek sesle münkir-i küreviyeti tehdit ettiği gibi, hakikat kuvvetiyle pervasız olarak der: 'Kim dine istinadla, himayet yolunda müdevveriyet-i arzı inkâr ederse, sadîk-ı ahmaktır, adüvv-ü şedidden daha ziyade zarar vermiş olur.'

Eğer bu yüksek sesle senin yatmış olan fikr-i hakikatin uykudan kalkmadıysa ve gözün de açılamadı; İbni Hümam ve Fahrü'l-İslâm gibi zâtların ellerini tut, İmam-ı Şafiî'ye git, istiftâ et. De ki: 'Şeriatta vardır: Bir vakitte beş vaktin namazı kılınır. Hem de bir kavim vardır, yatsı namazlarının vakti bazı vakitte yoktur. Hem de bir kavim vardır, güneş çok günlerde gurub ve çok gecelerde tulû etmez. Nasıl oruç tutacaklar?' Hem de istifsar et ki: 'Şartın târif-i şer'îsi olan, sair erkâna mukarin olan şeydir. Nasıl namazda şart olan istikbal-i kıbleye intibak eder? Halbuki, yalnız kıyam ve yarı kuudda mukarenet vardır.' 

Emin ol, İmam-ı Şafiî mesele-i ûlâyı şarktan ve garptan geçen dairenin müdevveriyetiyle tasvir edecektir. İkinci ve üçüncü meseleyi dahi, cenuptan şimale mümted olan dairenin mukavvesiyetiyle tatbik edecektir. Burhan-ı aklî gibi cevap verecektir. Hem de kıble meselesinde diyecek: 'Kıble ve Kâbe öyle bir amud-u nurânîdir ki, semavatı Arşa kadar takmış ve nazm edip, küre-i arzın tabakatını ferşe kadar delerek kâinatın muntazam bir amud-u nurânîsi olmuştur. Eğer gıtâ ve perde keşfolunsa, hatt-ı şâkul ile senin gözünün şuâsı, namazın herbir hareketinde ayn-ı kıbleyle temas ve musafaha edecektir.'"

Bakınız, metin boyunca Bediüzzaman Hazretleri İslam tarihini bir süvari süratiyle katederek, isimden isime atlayarak, ilimden ilime geçerek, âlimden âlime örnek vererek şunu göstermektedir: Dünyanın küreviyeti İslam âlimlerinin zaten söylediği birşeydir. Bu noktada müslümanlara yapılan saldırı haksızdır. Eğer hata ile aksini savunanlar varsa onlar şâzdır. Azdır. Birazdır. Onların durumuna bakılarak, cadde-i kübra orası sanrılanarak, İslam ulemasının hakkaniyeti töhmet altında bırakılamaz.

Bir de şöyle ikinci bir sıkıntı var: Arzın küreviyeti müşahedat açısından nasıl olup da evrimle eşitlenebilir? Biz dünyanın küre şeklinde olduğunu hergün görüyoruz. Hergün küre şeklinde bir dünyaya uyanıyoruz. Yani delillerini her an hazır buluyoruz. Test edebiliriz. Evrimin böyle bir sabitelik durumu var mı Allah aşkına? Evrimle asıl kastedilen 'türden türe geçiş' bağlamında soruyorum: Yaşadığı dünyada türden türe geçen bir canlıya şahit olanımız var mı? Ne bileyim, eşekten aslan doğduğuna, kaplumbağa yavrusunun kuş olduğuna, balığın kertenkeleye dönüştüğüne, izlediği Marvel filmleri dışında, şahit olan var mı? Hal böyleyken bu durum nasıl dünyanın küreviyeti ile eşitlenebilir? O nerede? Bu nerede? Hergün kalkılan dünya nerede? Bir gece yatılan rüya nerede? Ondaki kesinlik nerede? Bundaki 'mış gibi' taklit nerede? Neyse, uzatmayayım dostlar, meramımı anlatabildim sanıyorum. Cenab-ı Hak cümlemizi hidayetinden ayırmasın. Ahirzaman fitnesine şaşırtmasın. Âmin.

18 Aralık 2020 Cuma

Bizim mahalleye neler oluyor?

"Bence yol ikidir: Mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver'e, Venizelos ile beraber Said Halim'e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir." Münazarat'tan.

Bir askerlik anısıyla başlayayım. Fakat önce kışladaki düzenimizi azıcık çıtlatmam gerek. Efendim, biz, üçü hizmet ve biri de muhafız bölüğü olmak üzere, dört bölük aynı albaya bağlıydık. Bu bölüklerden üçü aynı binada kalırdı. Benim dahil olduğum üçüncü hizmet bölüğüyse başka bir binada ikamet ederdi. Neyse, gel zaman git zaman, muhafızdan birisi karıştığı bazı olaylardan dolayı bizim bölüğe yollandı. Bu arkadaşın, eğer muhafızda kalırsa, başına birşeyler gelmesinden korkuluyordu. Sonra, nasıl olduysa bu durum unutuldu, yeni alınan kararla bütün birliklerin aynı binada komutanlık saatine katılması emredildi. Doğrusu aradan bir parça da zaman geçtiği için kimse endişelenmedi. Toparlandık gittik.

Tabii 'komutanlık saati' denilen derse gidilir gidilmez başlanmaz. Öncesinde isteksiz askerler ağır ağır kantinde toplanırlar. Fakat o da ne! Biz kantine gidince pek de isteksiz olmayan askerlerle karşılaştık. Sonra anlaşıldı ki bunların istekleri komutanlık saatine değilmiş. Muhafız birliğinden malum arkadaşı almaya gelmişler. Kendi bölgelerine götürüp hınçlarını alacaklar. Tabii bizim bölüğün kabadayıları da bu işi izzet-i nefislerine sığdıramadılar. "Siz kimsiniz lan bölüğümüzden adam alıyorsunuz!" diye başlayan diyalog birkaç dakika içinde kavgaya dönüştü. Kantinde sandalyeler havada uçuşmaya başladı. 

Hülasa: Muhafız birliğinin komutanı gelip olayları durdurdu. Ancak bizim çavuştan da kendi bölüğünden kavgaya karışanları teslim etmesini istedi. Bizim çavuşsa, normalde kendisinden beklenmeyen bir aslanlıkla, çünkü hiç öyle birisi değildi, 'böyle birşey yapmayacağını, komutasındaki askerlere cezayı ancak kendi komutanlarının verebileceğini' söyledi. Yediği tokada rağmen de tavrından dönmedi. Muhafızın komutanı da bir-iki daha küfrettikten sonra, baktı mesafe alamıyor, üstelemedi. Bizi kendi bölüğümüze dehdehledi. 

Ertesi gün içtimada bölük komutanımız dünkü kavganın sorumlularının tek tek karşısına dizilmelerini emretti. Önce çavuş çıktı. Sonra kavgaya karışan erler çıktı. Sonra da 'kavganın yüzünden çıktığı' arkadaş çıktı. Komutan sordu. Dinledi. Doğrusu ben arkadaşların kesin bir ceza alacağını düşündüm izlerken. "En azından birer tokat yerler!" diye tahayyül ettim. Fakat, arkadaşım, hiç sandığım gibi değil. Bambaşka birşey oldu. "Aferin aslanlarım!" dedi komutan. "Bu çocuk it de olsa artık kapımızın itidir. Cezasını biz veririz. Başkasına teslim etmeyiz. Gözlerinizden öpüyorum. Varolun. Bir daha olursa aynısını yapın. Arkanızdayım."

Bu mevzu bana Bediüzzaman Hazretlerinin 'kardeşlik hukukunu' üzerinden anlattığı aşiretleri anımsattı. Yerinden alıntılayayım: "Medar-ı ibret bir hikâye: Bedevî aşiretlerinden Hasenan aşiretinin birbirine düşman iki kabilesi varmış. Birbirinden, belki elli adamdan fazla öldürdükleri halde, Sipkan veya Hayderan aşireti gibi bir kabile karşılarına çıktığı vakit, o iki düşman taife, eski adâveti unutup, omuz omuza verip, o haricî aşireti def edinceye kadar dahilî adâveti hatırlarına getirmezlerdi." Devamında verdiği dersse işte tam bugün hatırlanması gereken cinstendi: "İşte, ey mü'minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? (...) Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal'an, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal'a-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl." 

En son Ebubekir Sofuoğlu Hoca vakasında da aynı soruyu sordum kendime: Bizim mahalleye neler oluyor? Neden karşı mahallenin saldırılarında kendi öz-bir kardeşini dövmekten zevk alan grupları-bireyleri var? Nasıl bu kadar ağız suyu akıtılarak bu işler yapılabiliyor? Doğrusu ben de Bediüzzaman'ın verdiğinden isabetli bir cevap bulamadım. Bulamıyorum. Galiba 'ahirzaman müslümanı' askerini başkalarıyla birlikte dövmekten keyif alıyor. Mahallesinin şuuruna, ahlakına, kardeşliğine, izzet-i nefsine sahip değil. Hatta öylesine de şehvetle peşindeki bu işin 'kardeşinin hakikaten ne söylediğine' dönüp bakmıyor bile. Bu fecaat durum, tıpkı yukarıdaki metnin devamında mürşidimin dediği gibi, Deccal'e-Süfyan'a karşı mağlubiyetimizin hiç sonlanmamasına sebep oluyor. Çünkü bizim bölüğün bir kısmı karşı tarafın gönüllü askerleridir. Düşmanına karşı düşmanıyla hücum eden elbette ikbal elde edemez. Cephelerimizin bu kadar sık düşmesinin sebebi de budur. Sayı azlığından kaybediyor değiliz. Fakat halimize bakan 'aynı bölüğün askerleri' de demez. Halimiz şuncadır arkadaşım.

13 Aralık 2020 Pazar

Yağmur duası kimlere batıyor?

Yağmur, güle yağar gül kokutur, küle yağar kül kokutur. Güneş, laleye değer ballandırır, lâşeye değer çormanlaştırır. İşaratü'l-İ'caz'da mürşidim de 'Allahın verdiği misallerle ancak fâsıkları saptırması' izahında der ki: "Fısk sebebiyle, fâsıklar hakkında nûr nâra, ziya zulmete inkılâp eder. Evet, şemsin ziyasıyla, pis maddeler taaffün eder, kokar, berbat olur..." Aslında hidayet vesilesi neyin özüne inilse böylesi bir 'ayırıcı mahiyete' sahip olduğu görülür arkadaşım. Yani: İnsanlardan bir kısmı onunla dalalete giderler. Diğer bir kısmı da istikametlerini bulurlar. Fakat dikkat edelim: Buradaki sapma hidayet vesilesinin yapısından kaynaklanmamaktadır. Ya? Muhatabın onu kullanma şekli önplana çıkmaktadır. Yani, etkiyle oluşacak tepkiyi 'tepki veren' seçer, belirler.

Peki kullanma şeklini ne belirler? 1) Arayışlar. 2) Sakınışlar. 3) Arzular. Yahut da Bediüzzaman'ın izahına eklediği kuvveler bahsine atıf yapalım: 1) Neye aklettiğimiz. 2) Neyden sakındığımız. 3) Neyi arzuladığımız. Yani: 1) Kuvve-i akliye. 2) Kuvve-i gadabiye. 3) Kuvve-i şeheviye. Bu üç kuvvede sahip olduğumuz alışkanlıklar hasbelkader bize uğrayan delillere/ayetlere nasıl muamele ettiğimizi de şekillendirir. Sınıflandırır. Hidayet elbette Allah'tandır. Fakat insan da alışkanlıklarıyla bu hidayetin 'çağrıcısı' veya 'kovucusu' olur. Gül kokmak isteyen gülleşerek bekler. Kül kokmak isteyen külleşmeye bakar. Lalenin de intizarında bir duası vardır, lâşenin de.

Mevzuyu gündemdeki bir meseleye de bağlayabiliriz. Hangisine? Yağmur duası bahsine. Evet. Diyanet'in, bin maşaallah, camilerde yağmur duası yaptırması yine bazı aydınlarımıza(!) acayip dert oldu. Niçin? Yukarıda konuştuklarımız ekseninde cevaplarsak: Alışkanlıklarına ters geldiği için. Bir İbrahim Halilullah olup putlarına sataştığı için. Nasıl bir alışkanlık bu bahsettiğimiz? Defterlerini şöyle bir yerden açalım: Ahirzaman fitnesinin tek dünyalı zihinlerde oluşturduğu en kesif düşünsel alışkanlık determinizmdir. Hatta bu hususta bugünün sekülerleri geçmişin en putperest kavimlerden daha (ş)aşkın bir imana sahiptir. Yani, en mazinin müşrik kavimleri dahi, putlarına dua ederken fiziksel meselelerin fizikötesi yanları bulunduğuna iman ederler. İlah tasavvurlarındaki hatalara rağmen madde ötesine bugünkü kadar körelmiş değillerdir. Ancak elbette tevhidî bir ıslaha muhtaçtırlar.

Fakat bugünün müşrikleri putlarının sayısını sebepler-sonuçlar, nedenler-neticeler, etkiler-tepkiler sayısına çıkardıkça öteye açık kalmış son kapıları da kapatmışlardır. Mezkûr çöküşün ilk tezahürü 'haddini bilmekle ilgili sorunlar'dır. Zira metafiziğin varlığı reddedildikçe fiziksel olanın tehevvürü artar. Zincirini koparmış bir canavar gibi sağa-sola saldırır. Firavun misali "Sizin en büyük ilahınız değil miyim!" deme cüretini gösterir. Öyle ya: Madem yalnızca madde vardır. Madem ki herşey sebep-sonuç ilişkilerinden ibarettir. Madem ki her tepkiyi yaratan etkidir. Öyleyse "Onlar ki gayba iman ederler!" ufkuna açık olabilme ihtimali kalmamıştır. Böyle bir alanın varlığına iman kalmadığında ise insana had bildirecek sınırlar yokolur.

Ene Risalesi'nin bize öğretti birşey de sanki şudur: İnsanlık tarihi iki temel temayülün üzerine şekilleniyor: 1) Kimileri, hem kevnî hem kelamî ayetleri, 'hadlerini bilmek için' okuyor. 2) Kimileriyse aynı ayetleri 'hadsizliklerini göstermek için' kullanıyor. İşte bugünün 'yağmur duası' tartışmaları da böylesi bir zeminden besleniyor. Değil yalnızca duaya, Allah'a bile determinist evren tahayyüllerinde yer bırakmayan densizler, sebep ile sonuç arasındaki tevhidî sonsuzluğa racon kesiyorlar. Yok. Daha fazlası. Bir de alay ediyorlar. Halbuki duaya gösterdikleri müstehzi tavırda Allah'a karşı hissettikleri kibrin izleri okunuyor. Azgınlıkları istiğnaya işaret ediyor.

Bizse duanın yaptığı işi biliyoruz. Yağmurdan önce yağdırdığı nice rahmetleri kalbimizde hissediyoruz. İstediğimiz verilmeden ve dahi verilmese de verilenleri görüyoruz. Tıpkı Bediüzzaman gibi diyoruz mesela: "Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Dua eden adam anlar ki: Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, herşeye eli yetişir, herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet eder." Veya yine yağmur duası bahside dediğini hatırlıyoruz:

"Nasıl ki güneşin gurubu akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Yoksa o namaz açılması ve ne kadar devam etmesi müneccim hesabıyla muayyen olan ay ve güneşin husuf ve küsuflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi yağmursuzluk dahi yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bazı duaların evkat-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; dua ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına iltica eder. Eğer dua çok edildiği halde beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki: 'Dua kabul olmadı.' Belki denilecek ki: 'Duanın vakti kaza olmadı.' Eğer Cenâb-ı Hak fazl ve keremiyle belâyı ref etse nurun alâ nur, o vakit dua vakti biter, kaza olur."

Yani arkadaşım gerilimin özü yine alışkanlıklarımızda saklanıyor. İmanları gereğince herşeyin Allah'tan olduğunu bilenler, kalpleri buna alışanlar, dua etmekten sıkılmıyorlar. Çünkü bu sayede, zaten hep hatırlarında tutmaları gereken, hadlerini anımsıyorlar. Gafletlerinden utanıyorlar. İsteklerinin gerçekleşmesinden bağımsız ibadet ediyorlar. Yoksunluklarını dahi hidayetlerinin vesilesi kılıyorlar. Yükseliyorlar. Diğer bir kısım talihsizse duaya çağrılınca hiddetleniyor. Çünkü sebeplerden ötede bir yaratıcılık ummaya alışık değiller. Duayı başka türlü anlamaya da açık değiller. Çünkü başka türlü bir faydanın vücuduna da inanıyor değiller. Gafletleri nefislerine yerleşip fısk olmuş. Arayış olmuş, sakınış olmuş, arzu olmuş. Fısklarından başkası huzursuzluk olmuş. Onlara da yağmurdan kül kokusu kalıyor. Misaller, dualar, ayetler hep fâsıkları saptırıyor. Dileyelim de Rahman u Rahim bizi onlardan eylemesin arkadaşım. Âmin.

12 Aralık 2020 Cumartesi

İlahiyatın (t)adı yok

Allah selamet versin. Bence Cübbeli Ahmed Hoca bu konuda en isabetli tesbiti yapmıştı. Demişti ki: Bizim Mustafa Öztürk'ün 'fikir özgürlüğü' ile bir işimiz yok. Ya? İşgal ettiği makamın kaldıramayacağı şeyleri konuşmasından rahatsızlığımız var. Yoksa gidip ateist üniversitesinde istediğini anlatabilir. Orada kimse de ona karışmaz. Öyle ya: Bu dinin kâfirleri, vahy-i mübareğin insanlığa ilk teşrif ettiği günlerden beri, 'insan sözü' olduğunu yönünde yalan beyan ediyorlar. Müslümanlar da onlara gerekli cevapları veriyorlar. Hatta Kur'an-ı Hakîm bizzat kendisi cevap veriyor. "İddianızda samimiyseniz benzerimi getirin!" diyor. Yani, bu açıdan bakılacak olursa, biz Kur'an hakkındaki bu tarz iftiralara/iddialara yabancı değiliz. Bunları göğüsleyemeyecek de değiliz. Fakat Öztürk vakasında yeni birşey var. Nedir? Kurdun gövdeye girmesidir. Esas endişemiz budur.

Bediüzzaman Hazretleri Mektubat'ta diyor ki: "Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki hakikate nüfuz etsin ve hakikati hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki, surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili takliden kabul ederler. Hatta kuvvetli bir hakikati zaif bir adamın elinde zaif görür ve kıymetsiz bir meseleyi kıymettar bir adamın elinde görse kıymettar telâkki eder." Herhalde derdimizi üzerinden anlatabileceğimiz en veciz metinlerden birisi de budur arkadaşlar. Nasıl? Açalım: Yani biz bu hususta Öztürk'ün dillendirdiği herzelerden korkmuyoruz. Ya? Öztürk'ün bu martavalları işgal ettiği makamdan okumasından korkuyoruz. Çünkü, yarı aydınların sanrılarının aksine, bu ülkenin mü'min halkının ilahiyat fakültelerine 'atari salonu' gözüyle bakmadığını biliyoruz. Ne gözle bakıyorlar peki? Dinin öğrenileceği yer olarak bakıyorlar. Çoluğuna-çocuğuna 14 asırlık pâk mirasın aktarılacağı medrese olarak bakıyorlar. Öyle baktıkları için de temkin göstermiyorlar. Aldıklarını mihenge vurmuyorlar.

Üstelik oraya gelen öğrencilerin durumu da bundan ileri değil. Bu gençlerin kaçında acaba dinin içerisi-dışarısı tam hatlarıyla belirgin? Nasıl olabilir? Belirgin olsa zaten oraya ne ihtiyaçları var? Bu çocuklar ilahiyat fakültelerine alelekser ehl-i sünnet ve'l-cemaat mirasını ders almak için geliyorlar. Çünkü sünni oğlu sünni oğlu sünni bir hanedanda yetişmişler. Elhamdülillah. Türkiye'de yaşayıp da mutezilî, haricî, mürcî vs. bid'a ekolleri ders almak için ilahiyat okumaya gelen var mı? Varsa da ekserin ne kadarıdır? Kaçta kaçına düşer? Belki yüzbinde bir de değildir. Çoğunluğun amacıysa istikametli ehl-i sünnet akidesini, fıkhını, ilmini vs. ders almaktır. Onlar oraya bu niyetle gitmişken karşılarına Öztürk ve benzerleri çıkarılırsa ne olur? Bu çocuklara altın diye bakır satılmış olunmaz mı? Değil mi? Çünkü daha sarraf olmamışlar. Bakırı altından ayırmayı anlamamışlar.

Öztürk ve benzerlerine bu nedenle ilahiyat içinde yer verilmemelidir. Orası sabah erken kalkanın dinde darbeye hazırlandığı kışlaya dönmemelidir. Veriliyorsa da sonra "İmam ateist çıktı!" gibi mizahlara(!) şaşırılmamalıdır. Zira bunların tezgâhlarından geçeceklerin, samimi bir itikad-ilim sahibi olmak yerine, yığınla hevayla-şüpheyle mezun olacakları kesindir. Önerimiz: Artık bu fakültelerin itikadî misyonlarını belirginleştirmeleridir. Eğer ehl-i sünnet umdelerini altüst etme gibi bir misyon edinmiş fakülte varsa açıkça ilan etmesi yerinde olur. Hatta öyleleri Cübbeli Hoca'nın da işaret ettiği gibi adını 'ateist, deist, müşrik, modernist... ilahiyat fakültesi' şeklinde koyabilir. Hiç değil, belki, bazı uyanık talebeler-veliler kendilerini sakınırlar. Diyanet de onlardan atama yapmamada dikkatli davranabilir. Yoksa Allah'ın ismiyle oturduğu sofrada domuz kaşıklayan hacı amcaya döneceklerdir. Bal yerine zehir alacaklardır. Sonra talebelerini de zehirleyeceklerdir. Evet. Bizim için bid'a'nın anlamı zehirdir. Onu yayanın da ismi 'ulema-i su'dur. Şu şudur. Bu da budur. Mezhebi genişlere duyrulur.

Yaranın inkârı her yaradan daha büyük yaradır

'Delilleri küçümsemek' diye bir hastalığımız var arkadaşım. Acizliğimizden kaynaklanıyor. Çünkü ellerimiz pek küçük. Okyanussa çok b...